Bizimle iletişime geçin

Makale

Yabancılaşma Halleri ve Özneleşmek- 2

Oluşan yabancılaşma bilançosunun çapı yalnızca postmodern kimlikçi rüzgârın başarısıyla izah edilemez elbette. Bunda, komünistlerin bu akımlara karşı -sahip oldukları zengin teorik, ideolojik mirasa karşın tarihsel meşruiyetlerine yaraşır bir yetkinlikle karşı duramayışlarının da payı büyüktür.

Din/inanç eksenli yabancılaşma (Devam)

Rönesans ve aydınlanma devrinin ilk kuşak düşünürlerinin dinleri sersemleten ağır eleştirileri sonraki yüzyıllarda yalnızca doğrulanmakla kalmadı; aynı zamanda hem bilimin ve bilimsel düşüncenin gelişimini doğrudan tetikledi hem de o güne kadar mutlak bir egemenliğe sahip olan dinleri ağır bir yenilgiye uğratıp kimi sahalardan geri çekilmeye zorladı. Bu tarihsel ilerleme içinde, bilimsel sosyalizmin iki büyük kuramcısı olan Marx ve Engels’in “tamamlayıcı” katkılarının yadsınamaz ve çok özel payı da vardır elbette. Zira onlar, “tersine çevrilmiş dünya bilinci” olarak ifade ettikleri dinsel bilinci, kendinden önceki kaba materyalistlerden farklı olarak, bir tarih ve toplum bilimi perspektifiyle ele aldılar.

Her ne kadar dinden söz edilen her zaman ve mekânda akla ilk gelen şey, Marx’ın “din, halkın afyonudur” şeklindeki “aforizma”sı olsa da bu ikilinin dinlere doğrulttukları eleştirinin çapı oldukça geniş, bütünlüklü ve günümüze de ışık tutar niteliktedir. Komünist manifestoya damgasını vuran diyalektik maddeci tarih ve toplum vizyonu anlaşılmadan, komünizmin dine bakışı da bir bütünlük içinde anlaşılamaz. Kaldı ki yukarıda anılan derinlikli ve özlü ifadenin kendisi bile bırakalım bilimsel bilgiyi, çoğu zaman algısal bilgiyi dahi aşamayan bir indirgeme ve entelektüel fukaralık içinde tekrar edilir…

Engels’in, “dinin eleştirisi, dini yaratan insanlık durumunun eleştirisidir” şeklindeki keskin soyutlaması modern komünist kuramın konuya bakışının en özlü ifadesidir hiç kuşkusuz.

Komünistlerin dinsel yabancılaşma bağlamındaki temel teorik, felsefi ve ideolojik çözümlemelerini basit bir “din düşmanlığı”na, Marksizmin şahsında komünizmin bilimsel öğretisini “mistik bir inanç”a indirgemek ya da onu “dinsel inanç” olarak itham etmek cehalet değilse eğer, manipülatif bir saptırmadır.

Kapitalizm şahsında sınıflı toplum tarihinin esaslı, tutarlı bir eleştirisi üzerinde yükselen komüncü tarih ve toplum anlayışının dinlere sıcak bakmadığı açıktır.

Eşitsizlikler dünyasıyla baş edemeyen çaresiz insanın acılarını ruhlar aleminin şefkatli “melekleri”ne, inanç “ulu”larının kerametine havale etmek biçimindeki yabancılaşma haline hangi sıcaklık ve olumlamayla yaklaşmak gerekiyor? Ya da dinlerce yaratılan “kader”, “rıza” ve tanrısal otoriteye mutlak biat gibi kulluk kültürünü kutsayan, gadre ve zulme uğrayanların çilesini “başa gelen çekilir”e dönüştürmek tarzındaki yabancılaşmayı hangi hoşgörüyle karşılamak gerekiyordu acaba?

Doğrudan iktidar olsun ya da olmasın, bütün büyük dinlerin “hikmeti”, onların kadir-i mutlak tanrısal tahakkümünün yanında kocaman bir hiç kalır. Komünistlerin, ezilen insanlık katmanlarının acılarını “ilahi” uydurmalarla mazur göstermeye çalışan ve bu yolla insanı kendinden koparan/uzaklaştıran ve toplumları tevekkül içinde tutarak çift yönlü bir yabancılaşma üreten dinlere mesafeli bakmaları gayet tabiidir/olması gerekendir.

İktidar veya iktidar payandası dinlerin ezdikleri batini inanç gruplarının, ortodoks din ve mezheplerin göz açtırmadığı heteredoks dini toplulukların meşru demokratik haklarını savunmak başka bir şeydir.

İsteyen her birey ve topluluğun arzuladığı toteme ve tanrıya inanmasında/yakarmasında -kendilerini aşağılamasına rağmen, empoze edilmediği sürece- bir sakınca olamaz!

Komünistler yalnızca kuramsal düzeyde değil, toplumsal yaşamın her dokusundaki ezme-ezilme ilişkisinin doğal tarafıdır. Kimin tarafında oldukları/olmaları gerektiği ise yeterince berraktır.

Ancak bu yapılırken, -dinlerin kendi iç kavgalarının, ruhani alem üzerine yürüttükleri çıkışsız ve akla ziyan teolojik tartışmaların tarafı olmak bir yana- ideolojik, kültürel düzlemde esaslı bir mücadele yürütmekten asla geri durmazlar.

***

1989-91 yılları arasında Berlin duvarı ve SSCB’nin yıkılıp dağılmasının ardından dünya ölçeğinde medyatik bir ivmeyle boy veren anti-komünist histeri ve kapitalizmin zafer naraları çok geçmeden ideolojik planda da açıktan yankılandı. Kapitalizmin ekonomik plandaki küreselci neo-liberal gürültüsüne politik alanda “yeni dünya düzeni”, ideolojik planda ise aslında ne olduğunu kimsenin tam olarak anlayamadığı/tanımlayamadığı ama herkesin kolayca “anlamlar” yükleyebildiği postmodernizm eşlik etti.

Bilim-din, evrensel-yerel, sağ-sol, merkez-merkezsizlik, doğru-yanlış gibi sayısız kavramın tanımını ve aralarındaki ilişkiyi bulandırmış olmanın yanı sıra, postmodernizmin önemli başarılarından biri de hiç kuşkusuz ki (kimlikler sorununda olduğu gibi), yarı-yapay karşıtlıkların oluşmasına, ortak yanların ise giderek deforme olmasına yapılan katkı! oldu.

Burada ve konumuz bağlamında, postmodernizmin din ve bilim arasındaki tarihsel, mantıksal karşıtlığı bir çeşit “karıştır barıştır” maharetiyle silikleştirme çabasına özel bir vurgu yapmak gerekiyor. Zira komünist saflara kadar sirayet eden kan bağı temelli “kimlikçilik” ile inanç kalıplarına dayalı “kutsalcılık” gibi ben merkezli, birey ve topluluklar arası farklılıkları kutsayan, ortak yanları ise yok sayan kuşatıcı rüzgar -başka faktörlerin yanısıra- önemli ölçüde postmodernizmin hüneriyle oluştu.

Sonuçta, her derde deva patentli ilaç gibi pazarlanan asırlık “kutsal” masalların alanı genişledikçe, sorgulayıcı aklın ve rasyonel toplumsal projelerin alanı da daraldı.

Marx ve Engels, “Hıristiyan sosyalizmi, aristokratların yüreklerindeki kini kutsamak için rahiplerin serptikleri okunmuş sudan başka bir şey değildir” derken, dinlere verilecek ideolojik ödünleri açık bir dille reddetmeleri günümüz için de öğreticidir.

Cehaleti ve kör itaati cennet vaadiyle ödüllendiren, işleyen/dinamik aklı ise cehennemin hiç sönmeyen ateşiyle cezalandıran semavi tanrı ve dinlerin aklı nasıl felce uğrattıkları, “ilahi otorite” kurmacasıyla nasıl bir yabancılaşma üretim merkezi haline geldikleri gerçeği tarihsel ve güncel bir olgudur. Aynı şekilde, bir başka yabancılaşma eseri demek olan modern kapitalist devlete nasıl entegre oldukları da…

Buna rağmen dinlerin/dinsel inanç manzumelerinin “ortak değerler etrafında insanları bir arada tuttuğu ve onları yabancılaşmadan koruduğu” yolundaki postmodern iddialar aslında başının üstünde yürüme çabasından öte bir anlam taşımıyor.

Kuşkusuz bütün dinler (tek ya da çok tanrılı, kitaplı-kitapsız, elçili-elçisiz) insana ait bir öz, kimi iyi nasihatler de içerirler. Yazılı-sözlü bütün dinsel öğretilerin insana dair tüm tezatları, tersiyle beraber pek çok genel ahlaki doğruyu barındırdıkları bir gerçektir. Ama bu gerçek, doğrudan iktidar haline gelmiş veya iktidarlara payanda olmuş dinlerin toplumsal çaptaki yabancılaşmanın oluşması, kurumlaşması ve giderek yoksulların/yoksunların mahkum edildikleri cehennemden çıkış arayışlarına nasıl bir engel oluşturdukları asli gerçeğini değiştirmez.

Varoluşsal bir krizin içinde debelenen inanç sistemlerinin eleştirel akıldan asla hoşlanmadıkları malum. Hele de hükümranlık tarihinden gelen, uleması, teşkilatı ve yönetme gücüyle yukarıdan aşağıya topluma ayar veren, “kutsallık” maskeli bir düzen kuran veya kurulu düzeni, devleti kutsayan dinlerin komünist ve anarşist kuramdan ve onun din analizlerinden hiç hazmetmemeleri, onu düşmanlıkla karşılamaları gayet anlaşılır bir durumdur.

Anlaşılır olmayan, postmodern eksenli bir zihin istilası karşısında komünistlerin içine düştükleri şaşkınlık ve bocalama halidir.

Lehte konjonktürel siyasal dalgaların etkisiyle ömürlerinin bir zaman aralığında “devrimci(lik)” yapmış, ama siyasal konjonktürün aleyhe dönmesiyle kendileri de bin pişman halde mitler alemine geri dönmüş, bununla da kalmayıp soy geçmişlerinde “keramet” ve “kutsallık” arayışına koyulmuş olan nice sol “eski”sinin hali öğreticidir. Oluşan yabancılaşma bilançosunun çapı yalnızca postmodern kimlikçi rüzgârın başarısıyla izah edilemez elbette. Bunda, komünistlerin bu akımlara karşı -sahip oldukları zengin teorik, ideolojik mirasa karşın tarihsel meşruiyetlerine yaraşır bir yetkinlikle karşı duramayışlarının da payı büyüktür.

Tam da burada şu soruyu açıklıkla sormamız gerekiyor. Sözgelimi, “islamcıları kazanalım” derken islamcılar tarafından kazanılan pür “Marksist”lerin dramına ne demeli? Bıraksalar bir hafta sonra devrim yapacakmış pozlarında çığırtkanlık yapan kimi “Marksist teori ve politika” mucitlerinin (vaktiyle Perinçek’in yaptığı) Ortadoğu’nun tanrı elçilerinde “büyük devrimci”lik, “mübarek” metinlerinde ise “komünist ayetler” keşfetmeleri düpedüz bir yabancılaşma hali değilse nedir?

Kuran’ı tazeleme çabalarına çanak tutmakla, keskin “Marksist” hamaseti birada yürütmek, yabancılaşmanın da ötesinde bir bezirgânlık halidir artık.

***

Hayal mahsulü “ilahi” figürleri yücelttiği ölçüde kendini aşağılayan insan, dinsel yabancılaşmaya kurban ettiği özünü, Engels’in deyimiyle, “… ancak tüm dinsel varsayımları alaşağı ederek ve ‘Tanrıya’ değil kendine kararlı, dürüst bir dönüşle tekrar kazanabilir.”

Reel dünyanın dertlerine uhrevi alanda şifa aramanın beyhudeliği ortadadır. İnsani olan ile “ilahi” olanın karşı karşıya geldiği her zaman ve mekânda komünistlerin temel tutumları aslında tartışmaya mahal vermez. “Dinî yabancılaşma, yalnızca bilinç alanında, insanın iç hayatında” olsa bile…

Dinsel yabancılaşma kaynağı yanılsamalar ile egemen ideolojik dayatma temelli yabancılaşma arasındaki bağı kavramak ve bunu geniş bir yelpazedeki halk katmanlarına izah etmek, özne olma iddiası taşıyan herkesin payına düşen kollektif bir sorumluluktur.

Konu bağlamındaki son sözü Marx ve Engels’in “Alman ideolojisi’ndeki ortak çağrısına bırakalım:

“İnsanlar yaratıcı oldukları halde, kendi yarattıklarına boyun eğmişlerdir. Öyleyse insanları boyundurukları altında inledikleri bu kuruntulardan, fikirlerden, dogmalardan, hayalî varlıklardan kurtaralım! Bu fikir baskısına karşı ayaklanalım!”

Devam edecek…



Ocak 2025
PSÇPCCP
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031 

Daha Fazla Makale Haberler