Ekonomik ve siyasal olarak kriz hali yaşayan “TC” iktidarı, yönetemez durumunu, tüm toplumsal kesimlere karşı geliştirdiği iktisadi-politik saldırılarla “yönetir” hele getirmeye çalışıyor. Öyle ki, burjuva anlamda bile bir devlet mekanizmasından söz edememekteyiz. Başta parlamento olmak üzere devletin bütün kurumları işlevsizleştirilmiş, saray ve saray çevresi kargadan başka kuş tanımamakta, dediğim dedik, çaldığım düdük politikalarından vaz geçmemektedirler. Savcı da, hakim de kendileri, yargı sopasını bir an olsun ellerinden indirmeyerek, kendilerinden olmayan herkesin başında demeklesin kılıcı olarak sallamaya aralıksız devem etmektedirler. İktidardakilerin, iktidarda kalabilmelerinin bundan, yani faşizmi en pervasız bir biçimde uygulamaktan başka da seçenekleri yok zaten. İçte ve dışta sürdürdüğü savaş halini, toplumda gerici kamplaşmalar yaratarak iktidar koltuğunu korumaya çalışan Erdoğan ve şürekası yasaklar, gözaltılar, hapisler, işkenceler, kıyım ve katliamlarla hakimiyetini korumaya çalışmaktadır.
İktidarın bu kuşatmalarının yarattığı toplumsal atmosferi, kendisini “iktidara” taşımanın aracı haline getirmeye çalışan CHP’nin başını çektiği burjuva “muhalefet” ne yapıyor? Sadece iktidarın faşist baskılarını, yolsuzluklarını, hırsızlıklarını, adaletsizliklerini anlatmakla yetiniyor. Sanki geniş halk kitleleri kendilerine yaşatılanların farkında değilmiş gibi. Aslında bu tutumları iktidarın zulmünü meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Çünkü eyleme geçirilmeyen bir söylemin başka bir anlamı yoktur. Hem zaten bir sürü korku politikalarıyla halkın eyleme geçmesinin önündeki en büyük engellerden biri burjuva muhalefetinin kendisidir. Bu, burjuva muhalefetin de aslında durumdan epeyce memnun oldukları anlamına gelir. Yani kitlelerin ihtilalci ruhunu gemlemek, engellemek hepsinin ortak rüyaları. Sadece pastanın paylaşımında, devletin şekillendirilmesinde birbirleriyle çeliştikleri noktalar var.
Seçilmişlere kayyım atama, burjuva seçim hukuku koşullarında dahi halkın iradesine darbedir!
Kayyım kavramı ilk olarak yasal ve mali sorunlar nedeniyle geçici olarak atanan temsilcileri ifade ediyordu. Türk Dil kurumu sözlüğünde kayyum / kayyım; “belli bir malın yönetilmesi veya belli bir işin yapılması için görevlendirilen kimse” olarak tarif ediliyor. Yani özel burjuva hukuk kapsamında bir kişinin mal varlığına veya bir kurumun yönetimine (özel şirketler, vakıflar, dernekler, miras gibi kişisel mal varlıkları) çeşitli anlaşmazlıklar nedeniyle geçici olarak yargı kararıyla “güvence” altına alınması amacıyla kayyım atamaları yapılırdı. Kayyım kavramı, medeni kanunda da kullanılan bir kavramdır. Yani, ergen olmayan küçük yaştaki çocukların miras hakkını koruma adına kayyım atama maddeleri bulunmaktadır. 2016 öncesi yıllarda belediyelere kayyım atamaya dair herhangi bir uygulama söz konusu değildir. Belediyelerin denetimi ve gerektiğinde yapılacak cezai işlemler, yargı yoluyla yapılıyordu.
Belediyelere kayyım atama dönemi, 15 Temmuz 2016 “darbe” sürecinden sonra gündeme geldi. Ki bu darbe girişimi, iktidar ortakları arasındaki, pastadan en büyük payı alma dalaşından kaynaklanan bir girişimdi. Ülkedeki Müslüman kardeşlerin başını çeken Erdoğan’ gurubu, diğer iktidar ortağı Fetullahcıları devre dışı bırakmasından sonra, kendi iktidarı lehine ülkede olağanüstü önlemler almaya başladı. Artık ülke “Kanun Hükmünde Kararnamelerle” yönetilir hale getirildi. Öyle ki yürürlüğe konan KHK’lerin birçoğu mevcut anayasal sınırları aşan, tamamen iktidarın keyfiyetçi uygulamalarına dönüşen KHK’lardı. Kayyım belediyeciliği de bu dönemin ürünü olarak ortaya çıkmış oldu.
Halkın iradesini yok sayan belediyelere kayyım atama tartışmaları, ilk olarak 2016’nın ağustos ayında 411 sayılı torba yasası kapsamında gündeme getirildi. Akabinde mecliste yürütülen tartışmalardan sonra yasa torbadan çıkartıldı. Ancak aynı yılın Eylül ayında 674 sayılı KHK ile yapılan “düzenleme” de, “terör ya da terör örgütlerine yardım ve yataklık suçu sebebiyle hakkında soruşturma açılan ve görevden uzaklaştırılan belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesinin yerine ilgili makamlarca görevlendirme yapılacağı” yasallaştırılmış oldu. Bu kayyım atama usulü, belediyeler kanununun 45. maddesine de ek fıkra olarak eklendi. Böylece istendiği an, halkın iradesine el koyma, burjuva yasalar kapsamında “meşru” bir zemine çekilmiş oldu.
O günden bu yana Türkiye- Kuzey Kürdistan’ da demokratik değerleri ve halkın iradesini ayaklar altına alma pahasına, iktidardakiler kayyım politikalarıyla ayakta durmaya çalışarak bugünlere geldiler. Kuşkusuz, iktidarı ayakta tutan sadece kayyım atamaları değildir. Ancak önemli ayaklardan biridir.
30 Mart 2014 seçimlerinde Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) 3’ü büyük şehir olmak üzere (Amed, Mardin ve Van), özellikle Kuzey Kürdistan da il, ilçe ve beldelerde toplam 102 belediyeyi kazanmış, halk bu belediyelerin yönetimini BDP’ye teslim etmişti. Bu, 6 milyonun üzerinde seçmenin iradesi demekti. Ancak faşizmin, halkın iradesi diye bir kaygısının olmadığı bilindik bir durumdu. 11 Eylül 2016 yılında içişleri bakanlığının yayımladığı bir duyuruyla 1’i MHP’li, 3’ü AKP’li 24’ü BDP’li toplam 28 belediyeye kayyım atandığını duyurdu. Mart 2019 yılına kadar kayyım atamaları hız kesmeden devam ettirildi. Bu süreye kadar BDP’nin toplam 3 büyük şehir,7 il, 62 ilçe ve 23 belde olmak üzere 95 belediyesine kayyım atandı. Yani 102 belediyenin 95’i faşist iktidar tarafından gasp edildi.
Yasaklar, parti kapatmalar, tutuklamalar, kayyımlar gölgesinde 31 Mart 2019 yılı yerel seçimler sürecine gelinmişti. BDP, bu kez HDP olarak seçimlere katılıyordu. Bu dönemde devrimci- demokratik, sol çevreler de farklı ittifaklarla seçim sürecine dahil olmuş durumdaydılar.
2019 Mart yerel seçimlerinde HDP, bir önceki seçimde elde ettiği başarının ancak yarısına ulaşabilmişti. Üçü büyük şehir (Amed, Van, Mardin) olmak üzere toplam 65 belediyede yönetime gelebilmişti. Bu dönemde seçimleri, sosyalist mücadelenin bir parçası olarak ele alan sosyalist Meclisler Federasyonu, daha önceki seçimlerde birkaç ilçede yönetime gelmiş olmakla birlikte, TC tarihinde ilk kez bir ilde (Dersim) “Söz, Yetki, Karar Halka” sloganı etrafında birleşen halkla, il belediyesini kazandı.
Bu yerel seçimlerin ardından ilk kayyım ataması 19 Ağustos 2019 da HDP’nin kazandığı üç büyük şehir belediyelerine yönelik yapıldı. Daha sonra kayyım atamaları hız kesmeden neredeyse HDP’nin kazandığı bütün il, ilçe ve belde belediyeleri faşist iktidar tarafından gasp edildi. O süreçte HDP’nin denetiminde kala kala 5-6 ilçe belediyesi kalabilmişti.
Özetle, 2014-2024 seçimleri arasında her seferinde milyonlarca seçmenin iradesi yok sayılmış, faşist iktidar, halkın iradesini değil, kendi memurlarını yönetime taşımayı tek çıkar yol olarak benimsemiştir. Diğer burjuva “muhalif” klikler ise bu duruma sessiz kalarak, iktidarın hukuksuzluğuna, adaletsizliğine, halk düşmanlığına çanak tutmuşlardır.
Mart 2024 yerel seçimlerinden sonra ilk kayyım denemesi Van büyük şehir belediyesine uygulanmak istendi. Van halkının büyük direnişi karşısında iktidar geri adım atmak durumunda kaldı. Ancak faşist iktidar bu sevdadan hiçbir zaman vaz geçmedi. 2024’ün Ekim- Kasım aylarında CHP’nin Esenyurt belediyesine, DEM Partinin Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine de kayyımlar atandı. CHP, Esenyurt belediyesine kayyım atandıktan sonra, İstanbul büyük şehir belediyesinin de topun ağzında olduğu telaşına düştü. Kuşkusuz Esenyurt’un seçilmesi, tesadüf değildir. Aslında hem CHP’ye hem de DEM partiye aynı anda gözdağıydı. Çünkü Esenyurt belediyesi, DEM ve CHP’nin “kent ittifakı” ile seçilmiş bir belediyedir. Ayrıca Esenyurt, çok büyük rant getirisi olan bir ilçedir. AKP için önemli bir gelir kaynağı olma muhtevasına sahiptir. Ayrıca AKP’nin hiçbir zaman vazgeçmediği ve fırsatı yakaladığında tereddütsüz yapımına geçeceği Kanal İstanbul projesine de sınır bir ilçedir. Kısacası saray ve çevresindekiler rantın en kaymaklı yerine çöreklenmek istiyor. Rant getirisi yüksek olan büyük şehirlerin neredeyse tümünü CHP’ye kaptıran AKP, elbette bildiği yolu, yani kayyım yolunu tutuyor.
Esenyurt’a çöktükten hemen sonra, DEM’in üç belediyesine, 22 Kasım da ise Dersim ve Ovacık belediyelerine kayyım atayan faşist iktidar, açık açık hiçbir kaygı duymadan kayyım atamalarının devam edeceğini ifade etmektedir. Dünyanın hiçbir yerinde bu denli aleni bir biçimde işlenen suçların, yolsuzlukların, hırsızlıkların, hukuksuzlukların, suçluların yan yana geldiği bir iktidar şürekasından söz etmek olanaklı değildir. Burjuva “muhalefet” ve faşist iktidarın, devletin “bekası” meselelerinde ortak hareket ettikleri düşünüldüğünde, Erdoğan iktidarı birçok politika ile burjuva “muhalefeti” dizayn etse de son tahlilde burjuva siyaset ilkelerinde buluşmaktalar ve bu karanlık odaklardan sürece dair dinamik bir tutum çıkmaz. Erdoğan’ın, “bizim en şanslı yanımız, böylesine bir muhalefetin olmasıdır” söylemi, bu gerçeğin ifadesidir. Bu faşist iktidardan, burjuva muhalefetin hesap soracak ne gücü ne kudreti ne de amacı vardır. O hesabi ancak ve ancak halk sorar ve soracaktır da.
Bu yaşananların perde arkasında ne var!
Bu soruya kuşkusuz birçok başlık altında yanıt aramak ve bulmak mümkündür. Kamuoyu tartışmalarında böyle olduğunu da görmekteyiz. Ancak yürütülen tartışmalarda her bir kurumun, bireyin veya toplumsal tabakaların kendi sınıf çıkarları penceresinden baktıkları da bir başka gerçeği göstermektedir. Kayyım politikalarının perde arkasında halkın iradesini hiçe saymak, muhalif burjuva partilerine ayar çekmek, korku imparatorlukları yaratmak gibi faşist politikalar var. Bütün bunlar bire bir herkesin yaşayıp da gördüğü şeylerdir. Ama en önemlisi, Kürt ulusuna olan düşmanlıktır. Bu gerçeği ifade ederken, faşizmin, sadece Kürtlere düşman olduğunu söylemiş olmuyoruz. Kayyım politikalarının esasını Kürt seçmenlerinin iradesine dönük olduğu, bunun anlamının da Kürt ulusunun inkârı olduğunun altını çizmek istedik.
Faşist iktidarın içeride ve dışarıdaki savaş politikaları, halkımıza yaşatılan yokluk- yoksulluk ve zulüm gerçeği, iç ve dış politikada somut olarak yaşanan tıkanıklığına, sınıf niteliğine göre verdiği cevaplardır. AKP-MHP iktidar bloğu, yaşadığı her tıkanıklığı, toplumsal dinamiklere uyguladığı şiddetin dozunu arttırarak aşmaya çalışmaktadır. Ve kayyım siyaseti, bu iktidarın elinde iki türlü kirli silahtır. Ekonomik alanda, iktidar bloğu içinde, burjuva muhalefet sahasına, öne çıkan güncel politik ihtiyaçlarına göre bir dizayn çekme aracı olarak kullanmaktadır. İkinci ve en önemlisi, Kürt ulusal hareketi başta olmak üzere, devrimci-sosyalist güçlerin kazanımlarını gasp etme aracı olarak kullanmaktadır. Özellikle ikinci ayağı, Kürt ulusal hareketi ve devrimci-sosyalist güçlere karşı geliştirdiği savaş stratejisinin bir ayağı olarak icra etmekte, baskı ve şiddetle ulusal/sosyal direnç gösteren toplumsal dinamiklere kuralsız bir saldırı olarak örgütlemektedir. En son devrimci-sosyalist güçlerin ittifak siyasetiyle kazanılan Dersim’e kayyım atamanın ardından, yargı ayağını devreye koyarak tutuklamalar yapması, göz altı terörünü, Kuzey Kürdistan’dan, İstanbul başta olmak üzere batı illerine doğru yaygınlaştırması, geliştirilen savaş konseptini özetlemektedir. Erdoğan ve şürekasının, genel kayyım siyasetinin yanında, son süreçte geliştirilen saldırıların güncel politika açısından da bir değeri olduğunun altını çizmemiz gerekir.
Şöyle ki; ırkçı-kafatasçı sınıf karakteri ile yaşamı boyunca Kürt düşmanlığına yeminli Bahçeli’nin el kaldırarak Abdullah Öcalan’ı parlamentoya, DEM parti sıralarına davet etmesi, “TC” iktidarının (daha doğrusu devlet egemenliğinin), uluslararası, bölgesel ve iç siyaseti açısından geliştirdiği “yeni” konsepti ortaya koymaktadır. Yani Bahçeli, bir gece ansızın ırkçı-şovenist kimliğini “demokrasi” ile terbiye edip, “Kürt Kardeşlerinin” ulusal demokratik haklarına hürmet eden bir kişiliğe evrilmedi. Ki yaptığı çağrının mahiyetinde böyle bir içerik de yok ama, yine den bu çağrı, Kürt ulusu cephesi dahil, birçok kesimde iyimser bir hava estirdi. Yaptığı çağrının özeti, Kürt ulusal mücadelesine dayatılmak istenen tasfiye siyaseti olsa da yarattığı iyimser hava daha solunmadan, arkasından kayyım darbesi ile, art arda birçok belediye gasp edildi. İktidarın, bir yandan “diyalog” siyaseti demesi, bir yandan şiddeti tırmandırması bir paradoks olarak ele alınsa da süreç politikası açısından, burjuva bir mantığa oturmaktadır. Burjuva siyasetin riyakarlığı, hile ve entrikası, sürecin bir yanıdır. Ama reel politika açısından, “diyalog” ve “şiddet” denklemi, bir strateji olarak ele alınmaktadır.
Bahçeli’nin Öcalan çağrısı, “TC” devlet egemenliğinin politikasıdır. Bu politika uluslararası gelişmelere esasta ayaklarını basmaktadır. Emperyalist blokların bölgesel çatışmasında, ABD’nin başını çektiği ABD-AB emperyalist bloğu, bölgesel denklemleri “yeniden” kurmaya çalışmaktadır. ABD’nin bölge stratejisi kapsamında, öne çıkardığı İsrail saldırganlığı, işgal hareketleri, İsrail’den Kürdistan- Irak-Suriye sahasına doğru bir denetim koridoru oluşturmayı hedeflemektedir. Filistin, Lübnan, Suriye- Irak’ın önemli stratejik noktalarında oluşturulacak üslerle, İran, akabinde Rusya sıkıştırılmak istenmektedir. ABD “TC” iktidarının önüne bu projeyi koymuştur ve dahil olmaması durumunda yaşayacağı kayıpları, dahil olması durumunda yerine getirmesi gereken sorumlulukları hatırlatmıştır. Son ABD de yapılan Birleşmiş Milletler toplantısında ne diplomatik olarak ne de ekonomik olarak istediğini alamayan Erdoğan, dış politikada tam anlamıyla tıkanmıştı. Ve ABD’nin planı dışında kalması durumunda, kendi egemenliği dahil, bölge üzerinde hevesini kurduğu gerici çıkarlarının zarar göreceği aşikardı. Rusya’nın bu denklemdeki pozisyonunu istediği düzeyde göremeyen Erdoğan, en azından bugünden ABD ile çatışmamak için, ABD’nin bölgesel dizayn stratejisine göre, iç politikada adımlar atacağını, Bahçeli ağzından beyan etmiştir. “Kürt Kardeşleriyle”, “Milli Mutabakat” çerçevesinde “barışma” siyaseti bir ayağı ile buradan ileri gelmektedir.
Özellikle ABD seçimlerinden sonra Trump’ın atamak istediği kabine üyeleri, İsrail Dışişleri Bakanlığının açıklamaları, Bahçeli’nin boşuna el kaldırmadığını gün yüzüne çıkartan gelişmelerdir. ABD ve İsrail’in YPG-PYD’ye açıktan askeri, siyasi ve ekonomik desteği, kendilerini Kürt “dostu” ilan etmeleri, en azından şimdilik Kürdistan’ın Suriye ve Irak parçalarında kendi denetimleri altında bir Kürdistan (devletimi olur, özerk yapılanma mı olur şimdiden kestirmek zor) oluşumuna gitmek istediklerinin sinyallerini vermektedirler. Kürt ulusal hareketlerinin de buna sıcak baktıkları bir sır değil. Tam da bundan ötürüdür ki, faşist, ırkçı ve tekçi Türk devleti buradan kendi çıkarları için bir çıkış yolu aramaktadır. Bahçeli’ye el kaldırtmanın esas nedeni bu olsa gerek. Burada birden çok planın, projenin çıkar ilişkilerine göre planlandığını görüp anlamak zor olmasa gerek. Satranç tahtasındaki şahın mat edileceği kesin gibi gözükürken, piyonlara ne tür payların düşeceğini zaman gösterecektir.
“TC” iktidarının Kürt ulusuna karşı politikada “makas değiştirmesi”, şiddet ve inkâr-imha siyasetinden vaz geçtiği anlamına gelmemektedir. Aksine “değiştirilen makas”, şiddetle Kürt ulusu başta olmak üzere, devrimci-sosyalist güçlere tasfiye olma yolu olarak kullanılmak istenmektedir. Lakin iktidarın stratejik yönelimi, “cumhuriyetin” kuruluş kodları olan inkâr ve imha siyasetidir. Bu siyasetin güncel politikadaki karşılığı, bir yandan “diyalog” kapıları açmak, ama diğer yandan şiddet politikaları ile “diyalog” kapılarında, karşı gücün direncini zayıflatmak. Kayyım darbeleriyle belediyelerin gasp edildiği, sürek avı ile devrimci-demokrat-sosyalist insanların tutuklandığı, Dersim ve birçok ilde sokağa çıkmanın yasaklandığı, polis-jandarma barikatlarıyla kuşatmaların gerçekleştirildiği ve daha birçok belediyeye kayyım darbesinin planlandığı bir ortamda, Bahçeli’nin çıkıp, “çağrımın arkasındayım, Öcalan ve DEM görüşmelidir” demesi, riyakâr ve iki yüzlülüğün yanında, planlanan dönem siyasetidir.
Biz komünistler, ilhak ve işgal altındaki mazlum bir ulusun kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkına elbette ki saygı duyarız. Ancak, bu demokratik hakkını kullanırken, emperyalistlerin ağına düşmesini doğru bulmaz, eleştiri hakkımızı kullanmaktan geri durmayız. Bugün eğer mazlum bir ulus kurtuluşunu emperyalistlerin çıkarcı desteğinde arıyorsa, bundan kendimizi de sorumlu tutarız.
Erdoğan’ın, “İsrail bize saldıracak” veya Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’ı parlamentoya daveti ve istenileni yaparsa (ki istek, silahların bırakılması ve örgütün tasfiyesidir. Bu tam bir ihanet etme isteğidir) “umut” hakkından yararlanacağı söylemlerinin arka plandaki en önemli nedenlerinden biri yukarıda özet olarak açıklamaya çalıştığımız nedenlerdir. Denilebilir ki, bir yandan bu tür söylemlerde bulunup arayışlar içine girerken, öte yandan Kürt belediyelerine kayyım atama çelişkili bir durumu arz etmiyor mu? Türk- İslam sentezli faşist iktidar hem havuç hem de sopa politikasını aynı anda uyguluyor. Özellikle DEM’i yanına çekebilmek için ölümü gösterip, sıtmaya razı etme politikasıdır bu.
Peki bunu niye yapıyor. Yazımızın içinde de belirttiğimiz gibi, ortaya atılan bu politikaların birden çok perde arkası mutlaka vardır. Bunlardan biri de yeni bir anayasayla hem Erdoğan’ın tek adamlığını garanti altına almak, hem de şu andaki mevcut rejimin sürdürülebilirliğini sağlamak. Hatta daha da ileriye taşıyarak “ılımlı” bir şeriat rejimini meşrulaştırmak. Bunun için parlamentoda en azından 360 sayısını elde etmek adına, özellikle DEM’e hem havuç hem sopa politikasını aynı anda uygulama yolunu seçmiş durumdalar. Abdullah Öcalan’a dönük tecrit uygulaması kaldırılmadan, en azından “ev hapsi” veya başka bir “çözüm” bulunmadan, DEM’in, iktidarın oyununa gelmeyeceğini şimdilik söyleyebiliriz. DEM ve Kürt devrimci iradesinin bu süreci nasıl yöneteceği, gelişmelerin yönünü tayin edecektir.
Sonuç olarak, Türkiye – Kuzey Kürdistan halkları, içinde bulunduğumuz kabuslarla dolu ortamdan çok daha tehlikeli ortamlara doğru sürüklenmekle karşı karşıyadır. Faşist iktidarın kayyım politikalarının sürdürüleceği, yokluk ve yoksulluğun katmerleşerek devam edeceği, halkı birbirine kırdıracak toplumsal kamplaşmaları geliştireceği bir ortamda, halkın anti faşist- anti emperyalist birleşik mücadele cephesini oluşturmanın ve faşizmle açık mücadeleye tutuşmanın gerekliliğini devrimci bir görev bilir, tüm devrimci- demokratik, sosyalist çevrelerin aynı duyarlılığı göstereceği inancını taşımaktayız. Halkın çıkarlarından uzak grupçu egolarımızdan koparak, içinde bulunduğumuz somut gerçeklikten hareketle, hiçbir anlam ifade etmeyen “sol” söylemlerden ve sistem içi arayışlardan ziyade, dönemsel olarak taktik mücadelenin önemini kavrayarak birleşik bir mücadele için omuz omuza hareket etmeliyiz.
Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.