Bizimle iletişime geçin

Makale

Fikret Karavaz yazdı: Din, Şehitlik ve Komünist Paradigma Üzerine

 Her felsefi, siyasal, ideolojik akım, ancak, kendisine uygun sınıfsal mecralarda boy verebilir ve kendisine uygun olmayan sınıf tabanında ise tutunamaz, siyasal, felsefi yada sanatsal bir argüman haline gelemez.

 Bu metne Engels’in Doğanın Diyalektiği’nden bir alıntıyla başlamak istiyorum:

 ‘’Ama şimdi her şey değişti. Kimya, fiziksel şeylerin soyut bölünebilirliği, kötü sonsuzluk- atomistik. Fizyoloji- hücre (gerek bireylerin ve gerek türlerin farklılaşma yoluyla organik gelişme süreci, rasyonel diyalektiğin en çarpıcı denemesi) ve son olarak doğa kuvvetlerinin özdeşliği ve kategorilerin tüm değişmezliğine son veren karşılıklı değişebilirlik. Buna karşın, doğa bilginlerinin çoğunluğu, hala eski metafizik kategorilere sarılmakta ve doğadaki diyalektiği sözüm ona tanıtlayan bu modern olguların rasyonel olarak açıklanması ve birbirleriyle ilişkili hale getirilmesi gerektiğinde de çaresiz kalmaktaydılar. Burada düşünme gereklidir: atom ile molekülü vb. mikroskopla değil, ancak düşünce ile gözleyebiliriz’’

Engels, burada, ‘’ atom ile molekülü vb. mikroskopla değil, ancak düşünce ile gözleyebiliriz.’’ derken, varlığın ontolojisinin yasaları arasındaki ilişkiyi kavrayabilmek için bilimsel verilerin felsefi bir epistemolojik sentezine ihtiyaç olduğunu ve felsefi bir temellendirilmeye dayandırılmamış bir bilimin varlığın tarihsel ontolojisini tanımlamakta yetersiz kalacağını söylüyor. Doğanın diyalektiği ile toplumsal hareketin diyalektiği arasındaki ilişkiyi bilince çıkarabilmek ve doğanın kendiliğinden aklından başka bir şey olmayan diyalektiğinin, toplum bilim için ne ifade ettiğini ve insanlığı, onun hareket ve gelişme olanaklarını sınırlayan, sınıflı toplumun ekonomi politiğinin yasalarıyla birlikte, tarihsel determinantlardan, yine, doğanın diyalektiğine dayanarak nasıl özgürleştirebileceğimizi bilince çıkarabilmek için, doğanın kendisi gibi, aynı yöntemle, yani, diyalektikle düşünmek zorundayız demek istiyor. Burada Engels yerine konuşmuş olmakla, ona haksızlık etmedim. Tersine, onun gibi düşünmeye çalışarak, bir yöntem olarak diyalektiğin ne olup ne olmadığına dair bir açıklık getirmeye çalıştım ki Engels’in ifade etmeye çalıştığı şey de bundan başka bir şey değildir.

 Sayın Anton Ekmekçi’nin bir süredir Patika’ da yayınlanan post modernizm ve yapı-söküm etkisindeki siyasal akımların geleneksel proleter örgüt kültürü ve devrimci siyaset ve kavramlar üzerinde yarattığı tahribatı konu alan yazılarını takip ediyorum. Sayın Ekmekçi, post modernizmin geleneksel proleter örgüt ve siyasal kavramlarını belirsizleştirmeye meyilli bir burjuva felsefi, sanatsal, ideolojik akımlar furyası olduğu konusunda ne kadar haklı ise Kaypakkaya geleneği gibi insan malzemesi yoksul köylülük ve emekçi sınıfı olan bir siyasal geleneğin, post modernizm gibi özellikle küçük burjuva entelektüalizmi zemininde taban bulan ideolojik, felsefi, sanatsal dejenerasyon karşısında dayanıksız olduğu ve bu akımlardan etkilenmeye meyilli olduğu yönlü endişeleri de kanımca yersiz bir endişedir.

 Anton Ekmekçi’nin, devrimci olmanın ve devrime hayatını verenlerin ideallerini takip etmenin ABC’si olan örgütlülükten ve örgütlü üretip değiştirmekten uzak durup, devrimciliği, sadece sosyal medya platformlarında, devrim için hayatlarını verenleri anmaya indirgeyen kimi politik geçmişli bireylerin “iş edinmesine” getirdiği eleştiri anlamlı olmakla birlikte, sosyal medyada devrim şehitlerini anmaktan imtina etmek gibi bir eğilim çağrıştırdığı için de yanlış buluyorum. Başka bir denklemle ifade edersem: Anton Ekmekçi’nin, post modernizme getirdiği eleştirilere katılmakla beraber, bu eleştirilerin iz düşümlerinin, özellikle Kaypakkaya geleneği gibi tabanı işçi – köylü olan bir gelenekte de araması makul ama, buldukları da endişe verici düzeyde algılanmamalıdır. Bu vesileyle ben de post modernizmin, pozitivizmle yarışırcasına, bilimsellik ideasıyla topluma her türlü insani değerin göreliliği üzerinden inançsızlık pompalamasına ilişkin birkaç söz ederek, aynı zamanda Anton Ekmekçi’nin bu bağlamdaki eleştirel uyarıcılığına katkı yapmak isterim.

 Sınıflı toplumlarda, üretim ilişkilerindeki bir yığın göreliliğe rağmen, bütün bu göreli parametrelerin etrafında döndüğü, emek etkinliğinin ontolojisinin tarihselliği tarafından belirlenen mutlak bir çelişki vardır. O çelişki, emek etkinliğinin kendisinin veya ürününün kullanım değeriyle değişim değeri arasındaki çelişkidir ve bütün sınıflı toplumlarda mülkiyet biçimleri bu çelişki tarafından belirlenir. Bu mutlak çelişkiyi bir tarafa ötelediğinizde, her şey size, göreli, belirsiz ve keyfiyete bağlı gibi görünür. Post modernizmin de ondan evvel varoluşçuluğunda yaptığı esasta budur. Bütün bu burjuva, küçük burjuva felsefi akımlarda, bütün ortak değerlerin yaratıcısı olan emek etkinliğinin ontolojik çelişkisini yok sayarak bir değerler erozyonu yaratmaktır amaç. Sınıflı toplumun bütün göreli parametreleri arasında emek etkinliğinin ontolojik çelişkisinden kaynaklanan ortak ölçütü ortadan kaldırdığınızda, toplumun dünü, bugünü ve geleceği için hiçbir ortak ölçütün var olmadığı koskoca bir belirsizlikten başka bir şey kalmaz. Dün, nihilizm ve varoluşçuluğun yaptığı şeyi bugün post modernizm yapmaya çalışmaktadır.

 Her felsefi, siyasal, ideolojik akım, ancak, kendisine uygun sınıfsal mecralarda boy verebilir ve kendisine uygun olmayan sınıf tabanında ise tutunamaz, siyasal, felsefi yada sanatsal bir argüman haline gelemez. Bu, dün, Osmanlı’nın saray felsefesi , siyaseti ve sanatı karşısında halkın kendi felsefesi, siyaseti ve sanatının nasıl varlığını sürdürdüğü mecralar bulabilmişse, bugün de post modern akımlar karşısında proleter felsefi, siyasal, sanatsal üretimin kendi mecrasını, öyle kolay kolay yitirmeyeceği, kendi benliğiyle tersleşmeyeceği anlamına gelir. Çünkü, ‘’üzüm üzüme baka baka kararır’’ ata sözünde olduğu gibi, her felsefi, ideolojik, sanatsal akım, ancak, kimlerle, nerelerde oturup kalkıyorsa, o mecralarda boy verebilir. Yani, entel barlardan başka bir mecrada kendisine yer bulamaz post modernizm. Zaten, günde 12-15 saat çalışan proletaryanın, bu türden, dili bile kendisine yabancı olan akımları ne takip edebilecek zamanı ve ne de anlayabilecek entelektüel birikimi yoktur. Bunu söylerken, halkın günlük bilincinin kendi durumunu değiştirebilmek için yeterli olduğunu değil ama en azından post modern akımlar gibi dili bile halka yabancı olan felsefi akımların halk arasında köklü bir taban yaratamayacağını söylemek istiyorum.

 Kaldı ki insanı insan yapan değer ve kavramlara inançsızlık, en az, körü körüne inanç kadar halk için zararlıdır. Materyalizmin ise henüz, karanlık madde, karanlık enerji, anti madde, kuantum fiziği gibi kavramlardan yoksun olduğu Marks ve Engels döneminin materyalizmiyle sınırlandırılması, en kabasından bir dogmatizme karşılık gelir. Biz, komünistler, Marksizm’i savunmak adına, örneğin, Vahdet-i Vücud gibi, halk kitlelerinin binlerce yıllık pratik gözlem ve deneyiminin ürünü olan felsefi birikimlere de henüz bilimsel olarak temellendirilmediği gerekçesi ile burun kıvırmaktan sakınmalıyız. Çünkü, varlığın varlığa içkinliği gibi klasik materyalizmde bile formüle edilmemiş bir felsefi içeriğe karşılık gelen Vahdet-i Vücud felsefesinin bilimsel bir epistemolojik zemine oturtulabilmesi için modern fiziğin yeni bulgu ve keşifleri bize her türlü olanağı sunmaktadır. Halkın laboratuvarı, onun kendi yaşamıdır. Geçmişte, halkın elinde kendi yoksul yaşamından başka bir laboratuvar yoktu ki halk kendi bağrından çıkan felsefi içerikleri epistemolojik olarak temellendirebilsin.

 160’tan fazla gökbilimciden oluşan uluslararası bir ekip, evrendeki tüm kütlenin yaklaşık yüzde 85’ini oluşturan görünmez karanlık maddeye yeni bir ışık tutmak için Atacama Kozmoloji Teleskobu‘nu (ACT) kullandı. Karanlık madde görünmez olmasına rağmen, yüz milyonlarca ışık yılı genişliğindeki bu aşağıdaki haritayı oluşturmayı başardılar. Dönüm noktası niteliğindeki çalışma, Albert Einstein‘ın yerçekimi ve kozmoloji hakkındaki teorilerini doğrulayarak Genel Görelilik Teorisini bir kez daha teyit ediyor.

 NASA’ya göre karanlık madde görünmez olan, ışığı ya da enerjiyi emmeyen, yansıtmayan ya da yaymayan parçacıklardan oluşur, bu nedenle doğrudan tespit edilemez. Ve aynı şekilde bu nedenle varsayımsaldır, ancak varlığı diğer şeyler üzerindeki etkisinden çıkarılabilir. Karanlık maddenin evrendeki maddenin yaklaşık yüzde 85’ini oluşturduğu ve sadece yerçekimi ile etkileşime girdiği düşünülmektedir,

 Bugün, karanlık madde olarak adlandırılan ve bilinen madde formlarıyla tanımlanamayan ontolojik varoluş, belki de Engels’in işin formülasyonunu m.v.v değil, m.v.v / 2 olarak düzeltmesi gibi, görelilik yasasının formülasyonu da E = m.c.c değil E = m.c.c / 2’dir ve maddenin maddeye elektriksel alanlar üzerinden içkinliğine karşılık gelen bir elektrik yükünden başka bir şey değil. Ama öyle bile olsa, karanlık madde, nasıl ki evrende var olan her şeyi belirli fizik yasalarıyla birbiriyle ilişkili ve birbirine içkin hale getiriyorsa, bir devrim şehidinin başlatmış olduğu hareketin onun fizikken imhasıyla durdurulabileceğini iddia etmek, bugünkü fiziğin bulguları karşısında ne kadar materyalist bir görüş olabilir? Tıpkı, maddenin hareketinde kaybolmuş gibi görünen potansiyel enerjinin, onun kesintisiz hareketinde, hareketin bir biçimden başka bir biçime dönüşmesinde yeniden ortaya çıkması gibi, devrim şehidinin hareketinin de onun fizikken imhasından sonra bile elektriksel bir yük olarak geçmişten geleceğe iletildiğini söylersek, Marks ve Engels döneminin materyalizmiyle değil ama bugünkü modern fizik ile temellendirilebilecek epistemolojik bir gerçeklikten başka bir şey mi söylemiş oluruz.

 Devrim şehitleri kavramını dindeki şehitlik anlamında kullanmıyorum. Şehitlik, hak yolunda fizikken ölüm demektir. Tarihin bugünkü sürecinde nasıl ki hak dindeki hak değilse devrim şehitliği de dindeki şehitlik değildir. Bütün kavramlar gibi hak ve şehitlik kavramı da tarihseldir ve içeriği ancak tarihsel olarak doldurulabilir. Bu anlamda, nasıl ki’’ hak’’ kavramı herhangi bir dinin tekelinde değil ise ‘’şehitlik’’ kavramı da herhangi bir dinsel inancın tekelinde değildir. Dolaysıyla, ‘’devrim şehitleri’’ gibi kavramların kullanılıp kullanılamayacağından ziyade, kullanılan kavramların içeriğinin nasıl doldurulduğu önemlidir.

 Din denilen şey aslında halk denilen devin kendi umut ve beklentilerini, adalet özlemini tanrı denilen hayali bir güce vakfetmesidir. Bu anlamda, din, tersyüz edilmiş bir adalet bilincidir. Din, tersyüz edilmiş bir adalet bilinci olduğu için eleştirilemez. Çünkü, dine ilişkin böyle bir eleştiri tıpkı rüyaların ve hayallerin eleştirisi gibi anlamsız olacaktır. Din, sonradan ve tek tanrılı dinlerle birlikte bir devlet dinine, bir siyasal hegemonya biçimine dönüştüğü için eleştirilebilir ve yalnız bu perspektiften yapılan eleştiri materyalist bir zemine sahip olabilir. Çünkü, tarihsel objektif ve subjektif zorunluluklar nedeniyle tersyüz edilmiş bir bilinç olarak din en az hayaller ve aşk kadar masumdur. Din, masumiyetini bir tahakküm biçimi olarak devlet dinine dönüştüğünde yitirir. Çünkü, tıpkı hayallerin herhangi bir somut materyale sahip olma zorunluluğu nasıl yoksa bir inancın da bugün için elle tutulur, gözle görülür bir materyale dayanma zorunluluğu yoktur. Kaldı ki bilgi epistemolojisi için bilimin bugün bize sunduğu olanaklar ontolojinin bütün sorunlarını çözümlemekten henüz uzaktır.

 Ayrıca, Komünizm davasının kendisi ,aslında, ilkel komün kadar yaşlıdır ve ilkel komünün dağılmasıyla insanın iç güdülerinde kalmış bir gizli bilinç olarak bilinç altından bilince çıkarılmayı bekleyen bir ütopyadır bugün ve bu anlamda da materyalist kökleri , emeğin toplumsallığının kökleri gibi insanlığın bilinç altında sağlam bir temele sahiptir. Emeğin, ancak toplumsal olduğunda insanlığa hizmet edebileceğine dair zorunluluk, tarih tarafından üretici güçlerde gerçekleştirilen ilerlemeyle, bugün herkesin ne kadar malumuysa, toplumsal emeğin yaratımlarının da ancak bireysel değil toplumsal olarak sahiplenildiğinde hak olabileceği, yara sarabileceği henüz yeterince bilince yansımamıştır. Bu anlamda, tarih, siyasal olarak sınıf savaşımları tarihi olduğu kadar, bilim olarak da varlığın ontolojisinin bilince çıkarılma serüvenin tarihidir ve bugünkü epistemoloji bize varlığın ontolojisini bütünüyle tanıtmaktan henüz uzaktır. Bu yazı da, ontolojiye, mevcut epistemolojinin ötesinden bakıyor, haklısınız. Bu niçin böyle diye tabi ki sorulabilir… Fakat şu kadarını ifade etmek isterim ki hakikat herhangi bir tarihsel süreçte olduğu gibi görünen bir şey olduğu kadar göründüğünden farklı bir şeydir de aynı zamanda.

 Çünkü, hakikat sürekli bir devinim halindedir. Ve bu gayri iradi devinimin iradi bir devinime dönüşmesinin, yani, varlığın hakikatinin insancıl bir hakikat olarak irade kazanmasının bir diyalektiği vardır. O diyalektik ise ne tek başına dua yada dilek ne de tek başına bilimsel keşiftir. O diyalektik, uğruna bedel ödenmeden iradeleşemeyecek olan bir kendiliğindenliktir. Kendiliğindenliğin, kendilindeliğe dönüşmesi için doğanın diyalektiğine karşı kendini, yani, komünist adaleti dayatması, başka bir söylemle bedel olması gerekir. İşte o bedel kendiliğindenliğe karşı devrimci iradenin göze alması gereken bedeldir .O bedele siz tarihin dinamosunu çeviren elektrik akımı da diyebilirsiniz. Tarihin tarih olarak bu iradileşme serüveni de tıpkı doğadaki başı boş elektriğin gemlenmesi gibi bir şeydir.

 Nasıl ki yemek içmek kimseden öğrenilmemiş doğal bir güdüyse, ortaklaşma da insanlık tarihi kadar eski ve fakat sınıflı toplum tarafından baskılanarak bilinçaltına ötelenmiş doğal bir güdüdür. Bugünün meselesi bilinçaltına ötelenmiş o doğal güdüyü insanlığın bilincine çıkarmaktır. Ama bu çabanın sınıflı toplumun devleti gibi bir engeli olduğu sürece bir bedeli de olacaktır. Tıpkı, yenilen her şeyin insan bedeninde bir kaydının olması gibi bu ortaklaşma mücadelesinde ödenen her bedelin de varlığın ontolojisinde görebilen göz için açık seçik görünür olan bir kaydı vardır. Fizikken ölmüş bir devrim şehidinin hareketi , başka bir harekete dönüşerek, tıpkı, potansiyel enerjinin yok olmaması gibi geçmişten geleceğe iletilmektedir dediğimizde, Vahdet-i Vücud felsefesini halk savaşının diyalektiğine uyarlamış oluruz. Ama böyle bir uyarlamanın bilimsel kanıtları, tıpkı, komünizm davasının kendisi gibi sonuçları açık seçik görünür hale gelmeden ortaya konamaz. Onun için bu uyarlama henüz bilimsel olarak temellendirilmesi noksan kalmış olan felsefi bir uyarlamadır.

 Devrim mücadelesinde düşen her nefer halk ile sınıflı toplumun devleti arasındaki mücadelede toprağa düşen bir buğday tanesi gibi tamamen halka ait bir kullanım değeridir. Sınıflı toplumun devleti ise halkın kendi yaratımı olan kullanım değerlerini değişim değerine tahvil ederek sermayeye dönüştürmekle halkı köleleştiren bir tahakküm aygıtıdır. Devrimci, emeğini satmamış, halka bir kullanım değeri olarak vakfetmiştir. Dolayısıyla o bir buğday tanesi gibi bir gereksinim olarak halkın elleriyle yeniden vücud bulacaktır. Buna karşılık düşen her devrimci sınıflı toplumun devletine bir lanet olacaktır. Ta ki bir totolojiden başka bir şey olmayan sınıflı toplumun mülkiyet ilişkileri, devletiyle birlikte kendi lanetinde boğulup halkın kendi yaratımı olan gereksinim nesneleri ve özneleri halk tarafından özgürce sahiplenilene kadar bu kavga sürecektir ve sürmelidir de. Bu lanet, tıpkı kullanım değerinin değişim değerine tahvili gibi pozitif akımın negatife dönüşmesi kadar nesnel bir hakikattir.

 Bu, Marks’ın Kapital’ de tahlil ettiği politik ekonominin devrimci savaş içinde silahlı eleştirisidir. Sınıflı toplumun üretim ilişkileriyle birlikte devletin lanetleyen bu silahlı devrimci eleştiridir. Bu eleştiri tarihin öznesinin tarihin kendiliğindenliği ile çatışmalı bir diyaloğudur ve bu eleştirel diyalog tarih, politik öznesi aracılığıyla iradi bir süreç haline gelene kadar sürecektir ve sürmelidir. Fakat biz, buna inanmak istemeyenleri tabi ki inandıramayız. Onlar, buna inanmak için epistemolojinin ontolojinin bütün sorularını yanıtlayabilecek kadar gelişeceği bir tarihsel süreci beklemek zorundadırlar. Çünkü bizim burada iddia ettiğimiz şey, bilgisayar daha icat edilmeden, birinin, bilgisayar insanın ontolojisindeki potansiyellerin aynadaki yansımasıdır, insanın kendi doğasının bir dışavurumudur iddiası gibi bir iddia ortaya atması gibi, gerçekleşmeden ispatlanamayacak bir iddiadır. Tıpkı Prometheus’un ateşi tanrılardan çalması gibi bilgisayar da bilgiyi entelektüel bir tasarruf olmaktan nasıl özgürleştirip toplumsallaştırmışsa, devrim için ödenen bedeller de bilinçaltına ötelenmiş olan ortaklaşma güdüsünü toplumsal bilince çıkaran bir elektrik dinamosu rolünü oynamaktadır.

 Çöldeki Arap tüccar Muhammet, Künt- ü Kenz adı verilen varlığın ontolojisinin tarihselliğini sezmiştir. Ama onun bilinçaltının bir dışavurumu olan bu sezgiyi ifadesi kendincedir ve kendini aşamaz. O Künt- ü Kenz kavramında kendi esrarını bulur ve bu esrarın kendisine tanrı adı verilen bir yaratıcıdan vakf olduğunu sanır. Ama onun bu sanısı aslında yegane yaratıcı olan doğa tarihinin diyalektiğinden yoksun olduğu için tanrı denilen bir sonsuz güce dayandırılmış bir sanıdır. Arap tüccar doğa tarihinin diyalektiğinden bihaber olduğu için bilinçaltından gelen sezgisini tanrı denilen bir yaratıcıya mal ederek genel olarak varlığın, özel olarak kendi varlığının ontolojisine bir kutsal esrar elbisesi giydirmekle aslında kendisini kutsamıştır. Aslında, insan toplumu denilen tarihsel ontolojinin bütün fiziksel ve entelektüel yaratımları yine toplumun kendisine aittir. İnsan, kendi yeteneği olan bu yaratıcılığının bilincinde olmadığı için onu yüce bir yaratıcıya mal ederek bilimin yerine dini ikame etmiştir. Bu, tıpkı doğanın kendisinin kendi diyalektiğinin farkında olmadan işlemesi gibi bir gayri iradi durumdur. İnsan ise bilim sayesinde doğanın bu gayri iradi diyalektiğine iradi bir nitelik verebilecek potansiyelleri kendi ontolojisinde taşıyan varlığın en üst evrimi olduğu için doğanın kendisini var eden diyalektiğin bilgisiyle onu değiştirebilecek yegane yaratıcıdır.

İlginiz ve eleştiriniz için şimdiden teşekkür ederim. Yazının kaynağının İbnül Arabi’ nin değil ama Şeyh Bedrettin’ in Vahdet- i Vücut felsefesini esas aldığını da belirtmek isterim ki benim için Şeyh Bedrettin en az Karl Marks kadar önemli bir felsefi kimliktir.



Ocak 2025
PSÇPCCP
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031 

Daha Fazla Makale Haberler