Mülk/Mülkiyet ve Yabancılaşma
”Nesneler dünyasının değer kazanması, insanların dünyasının değersizleşmesi ile orantılıdır”
K. Marx
Tanrılarla kurulan baş aşağı ilişkinin yarattığı kadim yabancılaşma formunu saymazsak eğer, yabancılaşmanın toplumsallaşmasıyla toplumun yabancılaşması arasındaki girift ilişkinin temelinde mülkiyet (sahiplik) olgusunun bulunduğunu görürüz.
İnsanın evrensel öyküsü açısından bakıldığında mülkiyetin, hele de onun baş belası biçimi olan özel mülkiyetin ve üzerinde yükselen ilişkiler ağının tarih sahnesini işgal etmesi gerçeğinin çok da eski bir fenomen olmadığı kolaylıkla görülebilir…
Bununla birlikte, mülkiyetin ezeliliği, ebediliği ve kutsallığı üzerine anlatılagelen sınıflı uygarlık uydurmalarının toplumsal algıyı hangi çapta kolonileştirdiğine, modern kılıklı günümüz bireyinin zihin ve ruh dünyasını nasıl iğdiş ettiğine bakıldığında, işin kompleks karakteri de kendiliğinden anlaşılabilir…
Tanrı, devlet, güç ve özellikle de mülk/eşya tarafından ele geçirilmenin diyalektiği anlaşılmadan yabancılaşma olgusunun gerçek boyutları, insan uygarlığı ve doğanın geleceği bakımından arz ettiği tehlikenin reel çapı ve bütünlüğü anlaşılmayacaktır…
*
Kadim bir masala göre “Adalet mülkün temeli”dir! Adalet (Adl/âdil), Ortadoğulu Allah’ın 99 isimden biridir ve tüm bir kainat da onun mülküdür. Hal böyle olunca, adalet mülkün yapmak elbette kaçınılmaz oluverir!
Tabi rönesans ve 1789 Fransız ihtilalinden başlayarak engizisyon tanrısının şahsında rahmânların yakasından tutup aşağıya indiren laik toplumsal atılımların başarısı ölçüsünde mülk/mülkiyet tekeli de el değiştirmiş, adım adım yeryüzü tanrılarının (ticaret ve sanayi kapitalistlerinin) eline geçmiş oldu. Dolayısıyla da yeni egemenlerin adalet anlayışı mülkün, mülk ve mülkiyet anlayışları da adaletlerinin temeline oturtuldu…
Neyin neye temel ya da çatı oluşturduğu, adalet ve mülkiyet kavramlarının tarihsel oluşumları, evrimsel yolculukları, adalet kavramının özel karakterli büyük mülkiyetin tahakkümüyle nasıl yan yana anılabildiği, kamu hazinesini özel mülk telakki eden cümle devlet/iktidar güruhunun adalet ve hukuk peçesiyle neleri maskelediği gibi aslında konumuzla bağlantılı detayları şimdilik bir yana bırakalım ve mülk/mülkiyet başkaca nelerin kaynağı ve müsebbibiymiş, ona bakalım…
*
Sınıflı toplum muktedirlerinin “mülkiyet bir doğal içgüdüdür”, “tabiattan gelen bir haktır”, “özgürlüktür”, “kutsaldır”… minvalindeki mitleri, tarihsel ve toplumsal çaptaki yarılmaların da itirafıdır bir bakıma. Öyle ya, mülkiyet “tabiattan gelen bir hak” ve “özgürlük” ise eğer, demek ki mülksüz/mülkiyetsiz milyarlar ne özgür ne de tabiattan gelen herhangi bir hakka sahipler…
Paris Komününün baş kasaplarından olan Fransız devlet başkanlarından Adolphe Thiers (1797-1877), “Büyük bir zahmetle yakaladığım balık, büyük bir emekle elde ettiğim şu ekmek kime aittir?… Şüphesiz bütün insanlık bunların bana ait olduğunu söyleyecektir” sözleriyle mülkiyetin özel karakterine demagojik bir yorum getirirken çifte kazanç gütmekteydi: Sefiller dünyasını aldatmak, onu komün alternatifine karşı düşmanlaştırmak ve balık-ekmek metaforunun manipülatif kullanımıyla emek sömürüsünü, sömürge yağmasını maskeleyip meşrulaştırmak!
Ölçüsüz bir tamahkârlıkla servet yığmak ve hep daha fazlasını istemek, egemen insanın kendisini de boğucu bir yabancılaşmanın anaforuna çoktan çekmiş demektir.
Özel mülkiyete dayalı serveti kendi doğal-varoluşsal uzantısı gibi görenlerin zamanla servet ve eşyanın uzantısına dönüşmeleri kaçınılmazdır. Varlığını mala adamanın yarattığı söz konusu mallaşma hali, tarihsel ve güncel olgularca yeterince kanıtlanmıştır…
Fetişleştiği ölçüde bir tapınma nesnesine dönüşen para ve servetin insanı ele geçirerek tahakküm altına alışı tam da bu gerçeği anlatmaktadır işte…
Mülkiyet Türlerine Paralel Yabancılaşma
Yabancılaşma kavramı, mülk ve mülkiyetin nesneye dayalı olanı kadar psikolojik temelli olanıyla da doğrudan ilintilidir.
Dünyaya hakim olmakla yetinmeyip kolonileştirecek başka gezegenler arayan tekelci kapitalist hanedanlıklarla; küçük bağ-bahçe/ev-arsa sahiplerinin ya da nesnel hiçbir mülke sahip olmayıp da tanrıya, bayrağa, tarihe, devlete, teşkilata… sahip olmakla övünen çulsuzların yabancılaşma olgusu kuşkusuz farklıdır.
Züğürdün rüyalarını süsleyen, çenesini yoran o büyük servete ulaşmanın mümkün olmadığı yerde, “ilahi” tasarımlar, soyut semboller ya da bir kült halinde yeniden üretilmiş tarihi figürler “mülk” diye sunulur ve sahiplenilmesi sağlanır. Böylece mülksüz kalabalıkların bilinç ve duygu dünyasında oldukça etkin, içkin ve yabancılaştırıcı bir güç yanılsaması yaratılmış olur.
Bireylerin nesnelerle kurduğu fiziksel ilişkisinden farklı olarak, her soyut mülkiyet duygusu ya da aidiyet bağı örneğin devletle, örgütle, aileyle ya da mistik, kurgusal tasarım ve sembollerle kurulan bağ hızla çarpık bir özdeşlik ilişkisine dönüşür ve aleyhte işlemeye başlar…
Modern kapitalizmin albenili mekanizmaları dahilinde üretilmiş olan ve özellikle son otuz yılda azgın bir virüs hızıyla yayılan ünvan, ödül, şan-şöhret gibi kavram ve statüler tam bir yabancılaşma kaynağı işlevi görüyor… Ürün markaları ve bir tüketim humması tarafından ele geçirilip kuklaya dönüştürülmek de cabası…
Akademik katlardan spor ve sanat dünyasına, edebiyat alanından siyaset, iş ve kültür yaşamına uzanan geniş bir yelpazede üretilen “şirket mamulü starlar” üzerinden yayılan yabancılaştırıcı etki, seçenek olma iddiasındaki muhalif saflara da sirayet ediyor ne yazık ki. Onu paradoksal bir biçimde kuşatıyor ve kendine yabancılaştırıyor.
Olağan bir anı/anlatı veya tarih çalışmasını “edebi eser”, vasat bir resmi, müzik parçasını ve sinema filmini “sanatsal bir şaheser” addetmek, bununla da kalmayıp söz konusu “eser”in etrafında örülen efsuna kapılıp kontrolü kaybetmek, farkında olmadan onun kontrolü altına girmek, “zamanın ruhu”na denk düşen başka bir yabancılaşma formu olsa gerektir.
Bu hallerimiz hem üzücü hem de düşündürücüdür kuşkusuz…
***
“Devrim kitlelerin eseridir” diyen ve bunun için on milyonları radikal toplumsal dönüşümlere ikna etmek iddiasıyla tarih sahnesine çıkan alternatif öznelerin, değiştirmeye talip oldukları mülkiyet dünyasının devasa boyutlarda yabancılaştırıcı, çürütücü etkilerini öncelikle kendilerinin kavraması gerekiyor. Hem de enine boyuna, bütün derinliğiyle…
Zorunlu geçim endişesi olmadığı halde bir eli toptan bakkaliye, cafe-bar işletmeciliği ve kebapçı zincirlerinde olan, bir gözünü inşaat taşeronluğundan müteahhitlik mertebesine ve emlakçılığa geçişe diken özne profilinin yabancılaşma olgusuyla hesaplaşması çok zordur.
Aynı şekilde, “ben yarattım” denilen bir geçmiş zaman dilimini, abideleşen tarihsel düşün ve eylem figürlerini, tüm formlarıyla örgüt araç-gerecini mülk telakki eden görüş açısı için bu hesaplaşma daha da zordur… Hatta psikolojik mülkiyet olgusuna karşı mücadele; para, ev-arsa/bağ-bahçe, eşya istifleme ve bu stokların önünde ibadete durma tarzındaki yabancılaşma formlarına karşı mücadeleden çok daha çetindir…
Maddi nesneler dünyasının yırtıcı rekabetine, onun yere göğe sığdırılamayan zekâ ve kurnazlık kombinezonlarına, epistemolojisine angaje olmak kadar; psikolojik mülkiyet aleminin etkin olmak amaçlı yalınkılıç samurayı olma rollerine kapılanların da yabancılaşma melanetinden yakalarını kurtarmaları kolay değildir.
Psikolojik sahiplik duygusuyla “etkin birey” olma adına insana hükmetme saplantısına kapılmak, sınırlı bir ömrü sınırsız bir iştahla menkul/gayrimenkul nesne yığma aşkına hasretmek kadar vahimdir…
***
99 isimli günümüz kapitalizminin egemenliği altında mülke/paraya/servete, bireysel şan ve şöhrete kavuşma hülyasının, hırsının sirayet etmediği toplumsal doku hücresi neredeyse yok gibidir.
Pek tabiidir ki Komün/Komünizm diyen dinamikler de bundan bütünüyle azade değildir.
Bu bakımdan yabancılaşma kavramı ve olgusunun anlaşılması, derinliğine kavranması oldukça önemlidir. Hem mevcut uygarlık modeline alternatif olma iddiasındaki yönelimler içi/arası düzeyli bir tartışma ortamının oluşturulması bakımından hem de yeni nesil komünist kadrolar kuşağı yaratma gayreti bakımından…
Bu sorunun ciddiyetle ele alınmaması, bununla hesaplaşılmaması bir yanıyla da önemli nicelikteki anti-kapitalist devrimci muhalif enerjiyi ve politik özneyi postmodernizmin, “zamanın ruhu”nun eseri olan ve dünyanın kendi eksenleri etrafında döndüğünü sanan egosentrik, etnosentrik ve cinsiyet benmerkezci kimlikçilik türlerinin kaotik aleminde heder edecektir.
Günün ve geleceğin komünistleri, bundan tam 4 yüzyıl önce mülkiyeti bütün kötülüklerin (ve yabancılaşmanın) anası ve mutsuzluğun kaynağı olarak gören Donkişot’a yeniden kulak vermelidirler:
“Ey mutlu çağ! Eskilerin Altın Çağ dedikleri talihli yüzyıl: bizim şu demir çağında pek değer verilen altın o zamanlar kolayca bulunduğu için değil, o çağda yaşayanlar ‘benimki’, ‘seninki’ gibi lafları tanımadığı için bu adı alan yüzyıl. O çağda her şey ortaklaşaydı”…