
Küresel bazda bir yanda başını ABD ve İngiltere’nin çektiği ve kıta Avrupa’sını da peşine takan blokla, Rusya ve Çin’in başını çektiği blok arasında oluşan çatışmalı bir denge hali, ABD ve İngiliz emperyalistlerinin besleyip büyüttüğü cihadist HTŞ eliyle Esat diktatörlüğünü yıkması, İsrail’in Filistin’i yerle bir etmesinin ardından Lübnan saldırıları ve Suriye’nin belli bölgelerini işgali Ortadoğu’daki dengeleri bozdu. Trump’ın iktidara gelişiyle birlikte ise, Rusya’yla barış girişimleri ABD-İngiltere, AB ve Rusya-Çin blokları arasındaki dengesizlik halini iyiden iyiye derinleştirmeye başladı. Bu her iki yeni halin ortaya çıkışı gerek küresel ve gerekse bölgesel ölçekte yeni kutuplaşma ve bloklaşmaların kapısını aralamış, esas ve yardımcı aktörleri yeni duruma uygun konumlanışa mecbur bırakmış vaziyette.
Bu fiili duruma kısa başlıklar halinde değinecek olursak, söze Ukrayna’dan başlamak gerekir.
Saflaşmanın yeni odağı; Ukrayna
Biden yönetimi, askeri alanda en büyük rakibi olan ve Putin iktidarıyla birlikte toparlanarak yeni nüfuz alanlarına yayılarak güç kazanmaya başlayan Rusya’nın önünü kesmeyi hedefine koymuştu. Bunu gerçekleştirmek için en güçlü araç NATO’ydu. NATO üyesi güçleri hem ekonomik anlamda hem de askeri anlamda kendisine yedekleyerek Rusya’yı en hassas ve en kırılgan yerinden vurmak için harekete geçti. Rusya ile uzunca bir süredir sorunlu olan ve bir parçası Kırım’ın işgal altında olması nedeniyle en uygun ülke Ukrayna’ydı. Ukrayna üzerinden mümkünse Rusya’yı çökertip gerileterek, denetimindeki enerji ve değerli maden kaynaklarını ve pazarlarını ele geçirerek rakip olmaktan çıkarmak temel hedefti. Bu hedefe ulaşmak için AB ilkelerini kendisine yedeklemek için Kuzey Mavi Akım hatlarını patlatmak gibi bir dizi provokasyon gerçekleştirdi. Ukrayna’yı NATO’ya dahil etme girişimleriyle de Rusya’yı kışkırtarak harekete geçmesinin zeminini oluşturdu ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle savaşı başlattı.
Başlattı, fakat işler hiçte hedeflediği gibi gitmedi. Rusya’nın kısa sürede Kiev’in kapılarına dayanması ve kuşatması, Donestk ve Karadeniz’e açılan kapı Sivastopol işgalleri hesapları bozup çıkmaza sürükledi. Kısa sürede hedefe varılacak diye yapılan hesapların tutmayacağı anlaşılınca, savaşı uzun bir zamana yayıp Rusya’yı olabildiğince yorup yıpratma ve en azından ekonomik olarak güçten düşürme planını devreye soktular. Bunun için Rusya’nın bütün ticaretini engellemek için yaptırımlar ve hatta Rusya’nın uluslararası alacaklarına el koyma, bankalardaki hesaplarına el koyup bu paralarla savaşı finanse etme yollarına başvurdular.
Putin iktidarı, bütün bu ablukaları başta Çin emperyalizminin, kırk yılı aşkın bir süredir ABD emperyalizminin hedefinde olan İran ve savaştan önce kurulan Şangay Beşlisi oluşumunda yer alan ülkelerin desteğiyle boşa çıkarmaya çalıştı ve bunda bir nebze de olsa başarılı oldu. Rusya’nın beklenmeyen bu direnci tarafları yeni hesap yapmaya zorladı. Çünkü çıkmaza giren bu savaş, sadece Rusya’yı değil, savaşın tüm tarafları için yıpratıcı ve büyük bir ekonomik yük olmaya başladı. Açıklanan resmi rakamlara göre bu savaşa ABD 350 milyar dolar, AB ise 150 milyar dolar yatırım yapmış. Bu rakama Ukrayna’nın kendi öz kaynakları, Rusya’nın el konulan malvarlıkları ve bankalardaki alacakları ve hesapları dahil değil.
Bu savaşın yarattığı ekonomik yıkım, sadece savaşa aktarılan finansal kaynaklarla sınırlı değil elbette. Sadece Almanya özgülünde bakarsak bile bunu görürüz. Merkel ve Putin arsında yapılan petrol ve doğalgaz anlaşmaları, tarımsal ürünlerin tedariki anlaşmaları, sanayi ve teknoloji hammaddelerinin tedariki anlaşmaları savaşla birlikte sonlandırıldı. Bu anlaşmaların sonlandırılması Almanya ekonomisi üzerinde yıkıcı olmaya başladı. Üretim için gerekli olan enerji ve hammaddeden mahrum kalınca bütün üretim alanlarında üretim sekteye uğradı ve geriledi. Hatırlanır ki, savaşla birlikte Almanya büyük bir tahıl ve yağ ihtiyacını karşılama sıkıntısı yaşamaya başladı. Bütün bunlar 1950’lerden bu yana Almanya’nın yaşamadığı yüksek enflasyon ve buna bağlı yoksullaşmayla yüz yüze kalmasına neden oldu. Bu gidişat doğal olarak ekonomik krizi doğurdu. Daha önceki dönemlerde elde edilen bütçe fazlasının nerelere harcanması gerektiğini planlayan Almanya bütçesi yüz milyarın Euro’nun üzerinde açıklar vermeye başladı.
Alman emperyalistlerinin bu ekonomik yıkım, toplumsal ve sınıfsal sorunlarında derinleşmesini beraberinde getirdi. Bunun en somut göstergesi yönetenlerin yönetememesi sonucu ortaya çıkan hükümet krizi ve yapılan son seçim sonuçlarıdır.
Tutarlı, ilkeli ve net bir ideolojik hattan yoksun olan Almanya’daki devrimci örgütlerin zayıflığı, yaşanan ekonomik ve siyasal krizin yarattığı derinleşen toplumsal ve sınıfsal çelişkiler üzerinden sınıf ve emekçi kitlelerle buluşup devrimci rotada örgütleyemediler. Bu boşluğu AfD gibi ırkçı-faşist parti doldurdu ve beklenenin üzerinde bir oy oranı elde etti. Ukrayna savaşının yarattığı bu sonuç, Almanya’da var olan ekonomik, toplumsal ve sınıfsal krizlerin kısa sürede giderilemeyeceğini de göstermektedir. Dahası, savaşın sonlandırılması halinde, krizin derinleşeceğini öngörmek hiçte kahinlik sayılmaz.
Çünkü, Trump ve temsilcilerinin yaptığı görüşmeler, Zelenski’ye yönelik aşağılayıcı ve küstahça açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, ABD ekonomisi üzerinde de yük olmaya başlayan Ukrayna sorununu, çok uzun bir zamana yaymadan kısa zamanda Rusya ile anlaşarak bitirme niyetinde. Bu anlaşmanın çerçevesi, Rusya ile ilişkilere yeni bir yön vereceği gibi AB üyesi emperyalistlerle olan ilişkilerinin de yeniden biçimlenmesini koşullayacaktır.
Şöyle ki, yapılacak olan anlaşmayla Ukrayna özgülünde yaşanan ABD-Rusya gerilimini bitirip, AB-Rusya gerilimini, sonu belirsiz bir yörüngeye taşıyacaktır. Çeşitli kışkırtıcı ve provakatif çabalarıyla başlattıkları savaştan çekilip, AB ile Rusya’yı karşı karşıya bırakacak ve savaşın bütün yükünü Almanya başta olmak üzere diğer AB emperyalistlerine fatura edecek. Kendisinin savaşa harcadığını ise, savaş tazmini olarak Ukrayna’nın sahip olduğu değerli toprak elementlerine el koyarak telafi etmek için Zelenski’ye tehditler eşliğinde bir anlaşma dayattı. ‘’Sömürgecilik anlaşması’’ deyip imzalamamak için ayak direyen Zelenski, sonunda önüne konulan bu sömürgecilik anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı ve imzaladı. Bu durum AB’ye ‘’ben kendimi kurtardım, siz kendi başınızın çaresine bakın’’ demekten başka bir anlam taşımıyor. Hal böyle olunca AB emperyalistleri doğal olarak telaşa kapıldı ve ABD’nin bu hamlesinde gedik açmak için BM’ye, Rusya’nın işgal ettiği bölgelerden çekilmesi için karar tasarısı sundular. Fakat ABD bu teklife, AB ile alay edercesine ‘’savaşın başlamasından Rusya değil, Zelenski sorumludur’’ diyerek tasarıya karşı oy kullandı.
ABD’nin Trump döneminin bu politikası, AB emperyalistlerini iki seçenekle karşı karşıya bırakmaktadır. Birincisi; ya bütün faturasını karşılayarak savaşı kendi başlarına sürdürmek, ikincisi; savaşın bugüne kadarki bütün faturasını yüklenmeyi sineye çekerek ABD’nin yapacağı anlaşmayı kabul etmek. Zaten savaşın başından beri kendi içinde ortak bir politika geliştiremeyen AB ülkeleri, Macron’un barış görüşmelerini ve çabalarını destekleyen açıklamasıyla ikinci seçeneğin tercihini ön plana çıkarmaktadır. Ekonomisi üzerinde sarsıcı etkilerle yüz yüze olan Alman emperyalistleri sırtından hançerlenmek demek olan bu durum karşısında, olana boyun eğmek zorunda bırakılmaktadır. Ki, kurulacak olan yeni iktidar güçlerinin, yol haritalarını daha belirlememişken bir oldu-bitti karşısında kalmalarından dolayı, hareket alanlarını ve geliştirecekleri politikaları dar sınırlara hapsetmektedir.
ABD’nin bu Ukrayna politikası ve yeni gümrük politikaları, AB emperyalist sermayesi ile arasındaki ilişkilerde kuşkusuz ki var olan çatlağın daha da büyümesi sonucunu yaratacaktır. Büyüyen bu çatlak/yarılma, aralarında herhangi bir kopuşa gitmese de AB’yi, kendi içindeki anlaşmazlıkları/tartışmaları çoğaltarak küresel politik gücü ve etkileri zayıflamış emperyalist bir blok olarak haline getirecektir.
Trump’ın Ukrayna savaşının bitirmesindeki diğer bir amacı da işgal edilen bölgeleri Rusya’ya rüşvet olarak vererek Çin’le tutuştukları ve daha da keskinleştirecekleri kapışmada tarafsız/suskun kalmasını sağlamak ve bu şekilde Çin’i yalnızlaştırmak. Her ne kadar emperyalistler kendi aralarındaki anlaşmalara hiçte bağlı kalmadıkları ve bu anlaşmaları dönemsel çıkar hesaplarına göre kâh altını oyarak kâh dolambaçlı yollarla boşa çıkardıkları bir gerçekse de Rus emperyalistleri, Trump’ın bu hesabını bilerek hareket etmekte ve yıkıma uğrayan ekonomisini düze çıkarmak için Çin’in desteğine muhtaç olduğundan, yakın zaman açısından Trump’ın oyununa gelmeyeceğini söylemek mümkün. Ki, Çin ve Rusya arasında gerçekleşen görüşmelerden sonra yapılan açıklamalar bunu teyit etmektedir.
Rus emperyalizmi, Ukrayna savaşıyla ekonomik olarak oldukça yıpratılmakla birlikte, askeri olarak da ciddi düzeyde zayıflatıldı. Bu zayıflamanın ürününü Suriye’de gördük. İç savaşta zorlanan ve iktidarı kaybetme riske girince Suriye’de devreye giren Rusya, dengeleri değiştirerek, Esat diktatörlüğünün devamını sağladı. Savaş uzadıkça ve üstüne Ukrayna savaşı da eklenince ikisini birlikte yürütemez duruma geldi. Üstelik Esat, kendisine önerilen politikalara göre değil de kendine göre politikalarda ısrar edince, Suriye’yi gözden çıkarmak zorunda kaldı. Ve bu gözden çıkarma, ABD, İngiltere ve İsrail’in öncülüğünde Ortadoğu’da yeni bir sürecin başlatılmasının önü açılmış oldu. Önü açılan emperyalist söz konusu güçler, bu fırsatı kaçırmadı.
Haritaları yeniden çizilecek olan Ortadoğu çıkmazı
Suriye’ye yönelik amaçları olan başta İsrail ve Türkiye olmak üzere, S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar vb. bölge devletlerini de peşlerine takarak harekete geçti. Bugünler için besleyip büyüttükleri IŞİD bozması ve artıklarından oluşan cihadist katiller sürüsünü harekete geçirdiler. Ana aktör olarak belirlenen HTŞ’nin öncülüğünde, ‘’TC’’nin eğit-donat politikalarıyla oluşturduğu, işledikleri savaş suçları ve yağmalarıyla teşhir oldukça adını değiştirdikleri ve en son olarak SMO olarak karar kıldıkları ve irili ufaklı diğer onlarca cihatcı örgütü sahaya sürdüler. On yılı aşkın süren savaşta güçten düşmüş ve iktidardaki ayyuka çıkan yolsuzluklardan bitap düşmüş olan Suriye ordusu, İdlip’te harekete geçen ve kendisinden daha zayıf olan güç karşısında, savaşmak yerine geri çekilmeye, dağılmaya ve teslim olmaya başladı. Saldırıya başlayanların bile tahmin edemeyeceği bu durum, hızla ilerleyip bir hafta on gün gibi kısa bir zamanda Şam’a ulaşmalarını sağladı.
İsrail’de yerinde durup beklemedi ve çağrı cihazları ve telefon patlatmalarıyla kolunu kanadını kırıp, komuta kademesinden mahrum bırakarak savaş kapasitesini büyük oranda yok ettiği Hamas ve Hizbullah’ın yokluğunda engelsiz bir şekilde Suriye topraklarına girip, öteden beri almayı planladıkları kendileri için sembolik ve tarihsel bir anlam taşıyan Golan ve Kuneytra tepelerini işgal etti. Yeni yerler işgallerine de devam etmekle kalmıyor, işgal ettikleri bölgelere kalıcı üsler kuruyor, kendi vatandaşlarını bu bölgelere yerleştirerek işgali kalıcılaştırıyor. Bu askeri işgalin ötesinde bir ilhak/sömürgeleştirme hareketidir.
İsrail, Şam’daki yeni cihadist diktatöre güvenmiyor. Yaptıkları açıklamalarda sık sık bunu dile getiriyor ve ‘’onların ne olduklarını biliyoruz ve tanımıyoruz’’ demektedirler. Esat döneminde kalan cephaneliklerin HTŞ ve yedeğindeki güçlerin eline geçmesin diye hava harekatlarıyla imha etmeye devam ediyor.
İsrail, Şam’da İslamcı herhangi bir gücün iktidarını istemiyor. Bunu kendi geleceği ve bölgesel hesaplarına karşı tehdit olarak görüyor. Bu nedenle, Suriye’deki başta Dürzi’ler olmak üzere diğer etnik ve inanç azınlıkların Şam’ı tanımama ve başkaldırılarını desteklemekte, bunlar için özerk yönetim hakkı istemektedir. Rojava’yı desteklemelerinin esas nedeni de budur.
Şam’ın yeni diktatörleri Suriye’nin ağırlıklı olarak kendi evlatları tarafından yönetilen Kuzey-Doğu Özerk Yönetimine, kendinizi feshedin Şam hükümeti ve silahlarınızı kurulan çapulcu güruhuna teslim edin diye dayatmada bulunurken, sözüm ona Siyonist düşman olarak gördükleri İsrail’e yaptıklarından dolayı tek kelime söyleyemiyor. Çünkü kendisini Şam’a getiren emperyalist efendilerinden anlaşması bu ve bu anlaşmaya uymadığı taktirde Esat’tan beter olacağını biliyor, korkuyor.
İsrail, gerçekleştirdiği soykırımla Gazze diye bir yerleşim yeri bırakmadı, orada yaşayacak insan bırakmadı. Filistinlilerin umudunu ve direncini kırdı. Direniş örgütlerini, uzunca bir süre toparlanamayacak düzeyde imha etti. Kendisi için artık tehlike arz etmeyecek nitelikte, Batı Şeria’daki gibi Abbas vari kukla bir hükümet kurdurarak, çoğu bölgelerde de Suriye’de olduğu gibi askeri üsler kurup, yerleşimcileri taşıyarak kendi denetiminde bir plan uygulamaya sokmuş durumda. Bunu ABD ve Avrupalı emperyalistlerle ortak gerçekleştirecek. Trump boşuna ‘’Gazze’yi bana verin, askerlerime dinlenme yeri yapacağım’’ demiyor. Yani artık fiili anlamda Gazze İsrail toprağı haline gelmiştir.
Suriye’deki cihadist yeni yönetimi
El Şara önderliğinde Şam yönetimini ele geçiren cihadist güruh, iktidarı alır almaz, kendisine biat etmeyen Alevi, Dürzi, Şii vb. azınlıklara yönelik katliamlara başladı. Ve bu katliamlarına halen devam etmektedir. Doğal olarak, azınlık inanç ve etnik gruplar can güvenlikleri için kendi örgütlülüklerini gerçekleştirip, iktidar karşısında konumlanmaya başladı. Özerlik talep etmektedirler. Hatta Dürzi ve Alevi’ler Şam’ı tanımadıklarını ve kendi özerkliklerini ilan ettiler.
Şam yönetimi, uluslararası alanda meşruluk kazanıp, tanınmak ve kendilerini iktidara getirenlere güven vermek için, HTŞ’yi lağvedip, meşru bir devlet ve buna bağlı ordu kisvesine büründü. Ancak özü aynı. Yönelimi, yönetme ve uygulamaları gelecekte de aynı kalacağının kanıtı. Yazılı hiçbir yasası olmayan ve yaptığının yasak olduğu bir yönetim, kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın, hangi kisveye bürünürse bürünsün, doğası itibariyle, feodal kabile diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük, elbette ki, Suriye’yi uzunca bir süre daha kan gölüne çevirecektir.
Kurdukları Ulusal Diyalog Grubu vb. gibi oluşumlar, çeşitli adlar vererek gerçekleştirdikleri konferanslara azınlık inanç ve etnik yapılardan hiçbirine yer vermemeleri, bu yaptıklarının gösteriden başka bir şey olmadığını göstermektedir. Ülkenin en büyük askeri gücüne sahip ve en örgütlü gücü ve üstelik uluslararası meşruluğu olan Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimini bile bu oluşumlara dahil etmek bir yana, çağrısında bulunmaması bile, El Şara diktatörlüğünün gerici/ İslamist faşist niteliğinin ve karakterinin en bariz kanıtıdır.
Suriye denkleminde ‘’TC’’nin belirleyici güç olma çabaları ve hedefleri
Arap Baharı’yla beraber hortlayan neo-Osmanlıcılık rüyaları Rusya’nın Suriye’de devreye girmesiyle hüsrana dönüşse de ‘’TC’’, bu rüyasını gerçekleştirmekten vazgeçmedi ve gerçekleştirmek için bölgedeki ana aktörlerle pragmatik ilişkiler geliştirerek uygun bir zaman bekledi. Rusya’yla ABD ve İngiliz emperyalistlerinin arasındaki çelişkilerin yarattığı boşluklardan kendine alan açmaya oynadı. Bir yandan Rusya ile ilişkileri sıklaştırıp bölgede önünün açılmasını istedi. Ve bunun için Kasım ayına kadar Esat’la görüşmek için Putin’e yalvar-yakar oldu, öbür taraftan ABD, İngiltere ve İsrail’in HTŞ planından haberdar edilince bundan vazgeçip bu üçlünün planına dahil oldu. Bu plana dahil olunca ilk hedefi netti; Kuzey Suriye’deki Kürtlerin önderliğindeki özerk yönetimi ortadan kaldırmak!..
Bu amacını gerçekleştirmek üzere, El Şara Esat’ın sarayına oturur oturmaz, Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ından MİT Başkanı İbrahim Kalın’ına kadar birçok devlet yetkilisi tarafından sarayında ziyaret edilerek, yanlarına çekilmek ve SMO ile birlikte Rojava’ya saldırtmaya çalıştılar. Ancak, El Şara, elde ettiği iktidarı kaybetmemek için Şam’ın yolunu açan efendisi güçlerin kendisine çizdiği sınırların içinde kalmayı tercih etti.
Türk devleti yetkililerinin bu cevvalliği, bir yanıyla da ülke kamuoyunu ‘’Bakın bölgeyi biz dizayn ediyoruz, bölgenin hâkimi biziz’’ vb. biçimde büyük devlet imajıyla manipüle etmekti. Ki, El Şara ‘’TC’’ yetkililerinin bütün çabalarına karşın, ilk ziyaretini Riyad’a yaptı ve Suud kralından gerekli talimatları alıp geri döndü. Buna rağmen ‘’TC’’ El Şara’yı kendi yörüngesine çekmekten vaz geçmedi ve bu çabalarına devam ediyor, edecektir de. Çünkü şu anda Suriye’de büyük bir otorite boşluğu var ve bu boşluk bölge devletleri tarafından doldurulma, en azından yer kapma atakları ve manevraları ile epeyce bir süre devam edecektir.
‘’TC’’ bütün tarihi boyunca Kürtlerin kendini yönetmeleri asla tahammül etmediği gerçekliği bir yana herhangi bir şekilde ulusal kimlik ve örgütlenmeleriyle söz sahibi olmalarına bile rıza göstermediği tarihsel bir olgudur (Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetiminin varlığını gönüllü olarak kabul etmediler. Emperyalist güçler fiili bir durum yarattılar ve ‘’TC’’de bu fiili durumu kabul etmek zorunda bırakıldı). Kürt oluşumlarına karşı duyduğu bu düşmanlıktan dolayı IŞİD’i destekleyip yönlendirerek Rojava’daki direnişi boğmaya çalıştı. IŞİD kafalı Erdoğan’ın müjdeli haber verircesine kürsüde, ‘’Kobani ha düştü, ha düşecek’’ sevincini dile getiren sözleri hafızalarda halen tazeliğini korumaktadır. Daha sonraki süreçlerde uluslararası güçlerden oluşan CENTKOM’un SDG’yi resmi olarak tanıyıp müttefik ilan etmesi, ‘’TC’’nin önünü kesti. Fakat ‘’TC’’ her fırsatta ve fiili durumlar yaratarak Özerk Yönetimi yok etmenin yollarını aradı. Bölgede belirleyici olan ana aktörlerde ‘’TC’’nin bu saldırganlığını dizginlemek için Afrin ve Serakani örneklerinde olduğu gibi zaman zaman önünü açtı ve ancak harekatının sınırlarını da kendileri belirledi. ‘’TC’’de belirlenen bu sınırlara uymak zorunda kaldı.
Esat iktidarının sonunu getirecek olan harekât başlatıldığında, ‘’TC’’ ortaya çıkan boşluğu ve belirsizliği Rojava’yı boğmanın fırsatını yakaladığını düşünerek, denetimindeki şeriatcı katiller güruhunu Rojava’nın üstüne saldı. Kendisi hava saldırılarıyla güruhu ise karadan savaşı başlattı. ‘’TC’’yi yanlarında tutmak ve denetimindeki güçleri HTŞ ile ortaklaştırmak için ve bölgenin en örgütlü ve askeri olarak en güçlü yapısı olmasına rağmen SDG’yi hangi sınırlarda kalması gerektiğini belirleyerek geride tuttular. SDG buna uydu ve Minbiç’ten çekilip Fırat’ın doğusunda mevzilendi. SDG belirlenmiş olan bu sınırlara uymasına karşın ‘’TC’’ uymadı. IŞİD’e karşı ortaya konulan görkemli direnişin sembolü olan Kobani’yi düşürmek amacıyla stratejik öneme sahip Karakozak köprüsünü ve Rojava yönetimini zayıflatmak ve yönetime karşı bölge halklarını kışkırtarak harekete geçirmek için bölgenin enerji ve tarımsal sulama ihtiyacını büyük oranda karşılayan Tişrin barajını ele geçirmek için var gücüyle saldırıya geçti. Bununla kalmayıp, SİHA’larıyla, savaş uçaklarıyla, top ve obüs saldırılarıyla Rojava’nın iç kısımlarını da vurmaya başladı. SDG’nin kararlı direnişi ve SMO güçlerine yönelik saldırıları, SMO’yu oluşturan güçlerde kırılmalar, dağılmalar ve bozgunlar yaratınca, şimdide SMO kılıklı resmi askeri güçlerini sahaya sürmüş durumda.
Almanya ve Fransa saldırılarını durdurması için ‘’TC’’ ile birçok kez görüşme yapmış ve ortak mutabakatlar oluşturmalarına rağmen, ‘’TC’’ her zamanki gibi varılan bu mutabakatlara uymuyor. Şu açık ki, ABD başta olmak üzere bölgeyi yeniden haritalandırma politikasında belirleyici olan güçler direkt devreye girip önünü net çizgilerle kesmediği sürece, ‘’TC’’ bu saldırılarından asla vazgeçmek. Bu nokta da, İmralı tarafından demokratik çözüm diye tanımlanan süreçte varılacak olan anlaşmalarda, bu saldırıların evrileceği yönü belirleyen diğer bir faktör olacaktır.
İmralı’da başlatılan ‘’demokratik çözüm’’ün, Türkiye-Kuzey Kürdistan ve Rojava’daki olası yansımaları
Rojava özerk yönetimi, bir yandan ‘’TC’’nin yok etme kıskacında, öbür yandan da Şam’ın yeni sahiplerinin ‘’TC’’nin kuyruğuna takılması tedirginliğini yaşıyor. ‘’TC’’nin kıskacından kurtulmak için başta ABD ve müttefiklerine (CENTKOM) umut bağlamış vaziyette. Bunun için uluslararası diplomatik görüşmelerde bulunuyor. Şimdilik belli bir güvence almış durumda. El Şara topladığı örgütü aracılığıyla kendisini Cumhurbaşkanı ilan etmesine önce ‘’ tanımıyoruz’’ diye karşı çıkmasına karşın, sonraki süreçte, – özellikle İmralı mektubundan sonra- bu karşı çıkışından vazgeçip ‘’tanıyoruz’’ tavrıyla, yapılan görüşmeler ve petrol ticareti gibi anlaşmalarla Şam yönetimiyle arasındaki gelişecek olan gerilimi önlemeye çalışıyor. Ancak, göstermelikte olsa oluşturulan kurumlara ve konferanslara çağrılmamaları, dahası, askeri gücünün lağvedilip yeni oluşturulan orduya katılmaları ve özerk yönetimin herhangi bir şart ve talepte bulunmadan Şam yönetimine tabii olmaları yönündeki dayatmalar aralarındaki gerilimin uzunca bir süre daha devam edeceğini gösteriyor.
Özerk yönetimin ve askeri gücün lağvedilmesi dayatması esas olarak ‘’TC’’nin El Şara’ya dikte ettirmektedir. ‘’TC’’nin bu diktesi, El Şara’nın amacıyla da uyuşuyor. Bu uyum, Şam hükümeti açısından ‘’TC’’yi arkalama ve bu arkalamanın yarattığı yaptırımcı güçle iktidarını sağlama almasına manivela işlevi görmektedir.
Rojava yönetimi, hükümete ve orduya katılmayı kabul etti. Fakat bu katılımı özerk yönetimi ve orduyu lağvederek değil, kurumsal ve eşit haklara sahip bir güç olarak katılmak istediklerinde ısrarcı. Ancak bu ısrarını nasıl ve ne zamana kadar sürdüreceği noktasında kimi tereddütlerde mevcuttur. Şöyle ki, İmralı tarafından ‘’demokratik çözüm’’ diye başlatılan sürecin içinde taşıdığı belirsizlikler, Rojava’yı da kapsadığından doğal olarak tereddütleri, endişeleri körüklemektedir.
Kürt Hareketi, bütün bileşenleriyle birlikte yürüttüğü ve binlerce bedel ödediği mücadele tarihiyle, daha önceki ‘’çözüm süreci’’ pratiğiyle büyük bir deneyime sahiptir. Bu süreçleri biz komünistler, devrimci güçler ve emekçi halklarımız da bu deneyimlere sahibiz. ‘’TC’’nin kuruluşundan bu yana oynadığı oyunları, soykırım ve katliamlarını ve vahşetini bizzat yaşadık ve tarih bilincimizle kavradık. ‘’Demokratik Çözüm’’ sürecine, Kürt hareketinin bu tarihsel deneyimlerin yol göstericiliğinde yaklaşacağını umut ediyoruz. Gerek Kandil hattında PKK yöneticilerinin, diğer alanlardaki yönetici kadroların ve yazıp konuşan elemanlarının sürece yaklaşımı, umutvari olmamızı canlı kılıyor.
Ki, zaten bir yandan yeni bir süreç başlatılmışken öbür taraftan halkın seçmiş olduğu, irade diye temsil yetkisi verdiği belediye başkanlarının, meclis üyelerinin, medya çalışanlarının ve yasal parti üyelerinin uyduruk gerekçelerle içeri alınmaları, Rojava’ya sivil kitleleri de hedef alan saldırı ve katliamları, ‘’TC’’nin, önceki çözüm sürecinde oynadığı oyunu devam ettirdiğini kanıtlamaktadır. Bu oyunu görmemek, imkânsız. Bahçeli’nin çıkışıyla başlayan bu süreç boyunca hem Bahçeli ve hem de Erdoğan tarafından yapılan bütün açıklamalarda söyledikleri şuydu; ‘’ya koşulsuz silahları gömer teslim olursunuz ya da silahlarınızla birlikte ölürsünüz.’’ Bu sözleri gün aşırı tekrarlayan bir devletten Kürt sorununu çözmek, demokratik adımları atmasını beklemek, barış getireceğini ummak mümkün mü? Değil. Bu sözler, katilinize teslim olun, ölümünüze rıza gösterin demektir.
Bedeller ödeyerek kazanılmış olan bütün haklarınızdan ve bunu yaratan örgütlerinizden ve gücünüzden vazgeçin, teslim olun deniliyor. Bunu sadece bizler değil, Kürt ulusal hareketi yöneticileri de bütün halklarda görüyor. Dolayısıyla, görünen bu açık gerçekle sürece yaklaşmak ve buna göre pratik-politik tutumlar geliştirmek, öncelikle sürecin muhatabı dostlarımızın ve tüm komünist, devrimci demokratların ertelenemez görevidir.
Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.

