
“Modern hayatta insan, kendi kaderini kabullenmeye şartlandırılır. Böylece patronlar ve politikacılar, kimsenin bir şeyi sorgulamadığı bir dünyada, istedikleri gibi hareket ederler.“
Aldous Huxley
Giriş
Dünyamız, 21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlarken, bütün gözeneklerinden onulmaz eşitsizliklerin, tahakküm biçimlerinin, sınıfsal sömürü ve yağmanın, yeni dehşet ve ateş hatlarının taşıp yayıldığı derin bir uygarlık buhranıyla karşı karşıya bulunuyor. Uzun süredir içinde yaşamakta olduğumuz –daha doğrusu maruz bırakıldığımız– tarihsel süreçler toplamı, artık birer retorikten ibaret olmayan savaş söylemlerinin giderek artan bir hız ve gözü karalıkla, daha geniş çaplı çatışmalara; hatta yeni bir topyekûn savaş hazırlığına doğru yol alan bir gerçeklik zemininde ilerliyor. Bu zemin yalnızca sıcak çatışma sahalarında değil; ekonomi-politik eksenli düzenlemelerde, savaş ekonomilerine paralel yürüyen teknolojik yatırımlarda, silahlanma yarışında, toplumsal mühendislik projelerinde ve kültürel kodlamalarda da “savaş” kavramının yeniden üretildiği çok katmanlı bir yapıyı işaret ediyor.
İsrail’in başındaki kriminal güç odaklarının 7 Ekim 2023’ten bu yana üç cephede yürüttüğü saldırı savaşlarına, 13 Haziran 2025 gecesi İran’a yönelik “Yükselen Aslan Harekâtı” kod adlı büyük çaplı hava akınıyla açılan yeni bir cephe daha eklendi. Bu gelişme, yalnızca Ortadoğu’daki kırılgan dengeleri değil; aynı zamanda küresel sistemin tamamını sarsacak, daha çalkantılı bir dönemin habercisi niteliği taşımaktadır. İran halklarının baş belası molla egemen rejim ile İsrail toplumunun kâbusu hâline gelen siyonist-faşist dinci ittifak arasındaki bölgesel egemenlik savaşının yol açacağı şiddet sarmalının yıkıcı etkileri, orta vadede çok daha net biçimde ortaya çıkacaktır.
Kapitalist-emperyalist dünya nizamı, “demokrasi”, “uluslararası hukuk”, “insan hakları” gibi yüklerden adım adım kurtulup büyük bir hızla kendi sağına –faşizan bir otoriteleşmeye– doğru konumlanırken, savaş ekonomilerine geçişin gereği olan hiçbir militarist “önlem”den de geri durmuyor. Bu mevcut durumu nasıl okumalıyız?
Mevcut küresel gidişatı yalnızca, emperyalist-kapitalist dünyanın “lider” diye piyasaya sürdüğü Trump ve Elon Musk’tan Netanyahu’ya, Sultan Erdoğan’dan Modi’ye, yeni Çar Putin’den eli testereli Javier Milei’ye uzanan yelpazedeki şefler güruhuna bakarak anlayabilir miyiz? Ayrıca, büyük servet sahibi; maganda kılıklı ve her biri birer serseri mayın gibi yeryüzünde dolaşan bu yöneticilerin hangi sosyo-politik zeminden doğup çoğaldıkları ve aldıkları yüksek oranlardaki toplum desteği gibi olguların kendisi bile, dünyanın nereye doğru evrildiğini görmek bakımından ek bir kanıt sayılmaz mı?
Yeryüzünün sınırlı kaynakları, her biri birer imparatorluk olma hevesi taşıyan kapitalist-emperyalist devlet ve tekellerin sınır tanımaz hırslarını karşılamaya yeterli olacak mı? İnsanlığın tarihsel kazanımları –çok büyük insan kayıpları ve ekolojik felaketler pahasına– her defasında yıkılıp yeniden inşa edilen bir döngü içinde mi kalacak? Bu döngü hangi uygarlık paradigmasının eseridir ve daha ne kadar sürecektir?
Savaşların asli nedenlerini ve çoğalan savaş formlarının arkasındaki tarihsel, sınıfsal ve ideolojik kökenleri anlamaya çalışırken, barış kavramının da aynı derinlikli bakışla kavranması gerekiyor. Çok boyutlu bir olgu olan barış yalnızca bir çatışmasızlık hâli değilse, nedir öyleyse? Evrensel çapta bir barış inşa etmek mümkün müdür? Mümkünse eğer, bu nasıl bir sınıfsal dayanakla, hangi örgütlü güçle, nasıl bir tarihsel perspektif ve gelecek tahayyülüyle gerçekleşecektir?
Yoğunlaşan sermaye, büyüdükçe ordularını, silah stoklarını, yıkım kapasitesini ve toplumsal beyin yıkama aygıtlarını da aynı oranda büyüten tekelci dünyayı nasıl aşabiliriz? Her biri milyon dolarlara mâl olan balistik füzelerin ve büyük uçak filolarıyla gerçekleştirilen hava bombardımanlarının yarattığı cehennem ateşini; lüks kafeteryaların teraslarından ya da konforlu evlerdeki ekranlardan havai fişek gösterisi izler gibi izleyen “modern sürü” ile nasıl bir barış inşa edilebilir? Ateş ve ölüm kusan bombalar yanı başlarında patladığında yer altına kaçacak sığınak arayan kent orta sınıfları ve aldatılmış diğer toplumsal katmanlar, egemen sınıflarla kurdukları suç ortaklığına rağmen güvenliğe ve gerçek bir barışa ulaşabileceklerini sanmaya sürgit devam edebilirler mi?
Daha da önemlisi, anti-kapitalist mücadele dinamikleri; özellikle de komünist özne olma iddiasındaki yapılar, dar çevrelerinden çıkıp tarihin kendilerinden beklediği geniş ufuklu, sınıfsal temellere dayalı bir güç birliği inşa edebilecek mi?
Devam edecek…

