Connect with us

Editörün Seçtikleri

Tarihsel- Güncel Muhtevasıyla Emperyalist Savaşlar ve Sosyalistlerin Tutumu Üzerine!

Emperyalist savaşlara karşı sosyalizm mücadelesi, halkların emperyalist kamplaşmada kıyımdan ve kırımdan geçirilmesine karşı enternasyonal proletaryanın ve dünya halklarının mücadele birliği her zamankinden daha yakıcı bir görev haline gelmiştir.

Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının adım adım olgunlaştığı bu tarihsel kesitte savaşa karşı tutum tayin edici bir öneme sahiptir. Bu bağlamda Sınıf Teorisi dergisinin 2023 yılında çıkan 2. sayısında yayımlanan “Tarihsel- Güncel Muhtevasıyla Emperyalist Savaşlar ve Sosyalistlerin Tutumu Üzerine!” başlıklı kapsamlı değerlendirmeyi tarihsel ve güncel öneminden dolayı okurlarımızla paylaşıyoruz.

“Eğer sosyalizm kazanamazsa, kapitalist devletler arasındaki barış yalnızca bir ateşkes, bir fasıla, halkları yeniden boğazlamak için bir hazırlık olacaktır.”

Proletaryanın tarihsel zaferi olan Sovyet Devrimi’nin teorik-örgütsel-askeri-pratik önderi Lenin yoldaşın yukarıdaki sözü, komünistlerin, savaş ve barış konusuna karşı geliştirdikleri net yaklaşımın özetini ifade etmektedir. 

Özellikle savaş koşullarının aktüel olduğu tarihsel kesitlerde, savaş ve barış konusu, tüm toplumsal kesimlerin ilgi duyduğu bir konudur. Diğer tüm meselelerde olduğu gibi, Marksist-Leninist-Maoistler, savaş ve barış konusuna da sınıf perspektifiyle cevap vermişlerdir. Diyalektik ve tarihsel materyalizm, tüm diğer kavramlar gibi, bu konuda da bilimsel cevabın anahtarıdır. 

Savaş tarihsel bir olgudur. Keyfi değil, insanın doğa ile ilişki sürecinden başlamış, insanlığın ezen ve ezilen sınıflar olarak bölündüğü özel mülkiyet sistemleriyle kesin bir sınıfsal hüviyet kazanmıştır. Mülkiyet dünyasının savaşlara yol açan iktisadi-sosyal koşullarına dokunmadan ve aynı zamanda bir savaşın sınıfsal niteliğine bakılmadan, genel bir savaş tanımı ve savaş karşıtlığı, burjuva ideolojinin bir bulamacıdır. Marksistler, tüm soyutlamalarda olduğu gibi, savaş meselesine de sınıf penceresinden bakarlar. Lenin yoldaşın berrak yaklaşımı konumuzun anlaşılması açısından referansımızdır. “Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları, daima barbarca ve canavarca bulmuşlardır ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz gene de aslında burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklıdır. Her şeyden önce biz, bir yanda savaşlar ile öte yandan bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşın ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölelerin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz. Biz Marksistler hem pasifistlerden hem anarşistlerden, her savaşın ayrı ayrı, Marks’ın diyalektik materyalizmi görüş açısından, tarihsel bir incelemesinin yapılması gereğini kabul ederiz. Her savaşta kaçınılmaz bir biçimde olagelen dehşete, zulme, sefalete ve işkenceye karşın, tarihte ilerici nitelikte pek çok savaş vardır. Bu savaşlar (örneğin mülkiyet ya da kölelik gibi) çok kötü ve gerici kurumların yıkılmasına ya da en barbar despotlukların ortadan kalkmasına yardım ederek, insanlığın gelişmesine hizmet etmişlerdir. Bunun için bugünkü savaşın da tek başına tarihsel özelliklerini incelemek zorunluluğu vardır.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Eriş yayınları, S. 11-12)

Tarihsel gelişmeler sürecinde, Marksizm’in sıçrama aşaması olarak Lenin yoldaş, bu sentezlere, proletarya bilimini ilerleterek ulaşıyordu. İşçi sınıfının tutarlı bir eylem kılavuzu olarak Marksizm’in teorik sistematiğinin, Marks ve Engels tarafından oluşturulmasıyla birlikte, İnsana, topluma, doğaya, yani dünyaya dair tüm sorunlarda, sorunun tespiti ve analizinde, diyalektik bakış açısı tayin edicidir. Çünkü diyalektik, neden-sonuç ilişkisinden hareket eder. Neden ve sonucu bilimsel analizlerle keşfetmeyen, diyalektik-tarihsel materyalist yöntemle gerçeğe hücum etmeyen ve yine bu bilimsel yöntemle neden-sonuç ilişkisini doğru ortaya koymayıp devrimci hareketin yönünü tayin edemeyen her anlayış, teorik kuramsallaşmada ciddi hatalar yapar, ideolojik duruş ve siyasal güzergâhta savruluşlar yaşar. 

Burjuvazi, ideologları kanalıyla dünyada yaşanan her olayı, kapitalist sistemin sürdürülebilmesi için çarpıtmakta, neden-sonuç ilişkilerini sistemin bünyesinin dışına atarak, gerçeği, mistik-idealist yöntemlerle ya da sistemden yalıtılmış sosyal-bireysel nedenlerle izah etmektedir. Bu onun bilimden bihaber olmamasından kaynaklı değil, gerici sınıf niteliğinden ileri gelen bir vaziyettir. Bundan dolayı tüm toplumsal kategoriler, bilinçli olarak kavram kargaşası tarzında soyutlanmakta, egemen sınıf burjuvazi ve türevi gericiliğin iktidarı için, geniş yığınlar bu kavram kargaşası yönlendirmesiyle sisteme yedeklenmeye çalışılmaktadır. Burjuvazinin bu sınıf tutumunun (sağdan veya soldan) ideolojik-siyasal yörüngesinde duran, ama proletarya ve ezilenlerin kurtuluş davasını savunduklarını beyan eden birçok anlayış, teorik-ideolojik-siyasal konumlanışı ile burjuvazinin oluşturmaya çalıştığı karmaşaya çanak tutmakta, özünde tavır ve tutumlarıyla burjuvazinin kulvarında yüzmektedirler. 

Diyalektik materyalist yöntemle, tüm bu kavram kargaşalarını ortadan kaldırmak, gerçeğe bilimin ışığını tutup, sınıf bakış açısı ile ilerici ve gerici olanı ayrıştırmak, proletaryanın siyasal iktidar perspektifine göre siyasal-ideolojik tutum almak komünistlerin çizgisidir ve komünistler bu anlamda gerçeğe ulaşmada ve değiştirmede bilimsel hücum kıtalarıdır. Bugünkü sınıflı toplum gerçeğinde, insanlığın karşı karşıya kaldığı tüm savaşları kavrayabilmek için, iktisadi-siyasal arka planda var olan nedenlere bakmak, yüzeysel olarak topluma sunulduğu gibi değil, tarihsel-toplumsal bütünlük içinde asıl nedenlere inip, oradan isabetli sonuçlara ulaşmak gerekmektedir. Yani tarihsel süreç bağlamında, bir savaşın oynadığı rol, savaşın türü ve sınıfsal niteliği, hangi toplumsal çelişkiyi hangi yönde çözdüğü ve hangi toplumsal çelişki ve çatışmaların ürünü olduğu vb. açısından yaklaşmak tayin edici tutumdur.

Sözü yeniden Lenin yoldaşa bırakalım. Büyük Fransız Devrimi ile insanlık tarihinde yeni bir çağ açılmıştır. O zamandan Paris komününe kadar, yani 1789’dan 1871’e kadar, ulusal kurtuluş için verilen bazı savaşların ilerici bir burjuva niteliği vardır. Bir başka değişle, bu savaşların başlıca içerikleri ve tarihsel anlamları, mutlakiyeti ve feodalizmi devirmek, hiç değilse bu kurumların temelini sarsmak, ya da yabancı boyunduruğundan kurtulmaktı. Onun içindir ki, bu savaşlar ilerici savaşlardı ve bu gibi savaşlar verilirken, bütün içten devrimci demokratlar ve sosyalistler, feodalizmin ve mutlakiyetçiliğin temellerini yıkan ya da en azından bu temelleri sarsan, ya da yabancıların baskısına karşı savaşım veren tarafa (yani burjuvaziye) daima sevgi duymuşlardır. Örneğin, Fransa’nın verdiği devrimci savaşlar, yabancı toprakların Fransızlar tarafından yağma edilmesi ve ele geçirilmesi gibi bir unsuru içerdiği halde (AÇ.ST), bu unsur, ihtiyar ve köleci Avrupa’daki feodalizmi ve mutlakiyeti paramparça eden bu savaşların temel tarihsel anlamı zerre kadar değişmemiştir. Fransa-Prusya savaşında Almanya, kuşkusuz Fransa’yı soydu ama bu durum gene de milyonlarca Almanı feodal merkeziyetçilikten ve Çar ile III. Napoleon gibi iki despotun zulmünden kurtaran bu savaşın tarihsel özelliğini değiştiremez”.(Lenin, Sosyalizm ve Savaş) 

Ancak kapitalist sistemle, özel mülkiyet dünyasının yeni efendisi olan burjuvazi, toplumsal gelişmelerin bir kesitinde oynadığı bu devrimci rolünü, tarihsel-toplumsal gelişmeler sonucunda yitirmiştir. Bu onun niyeti ile alakalı bir durum değil, kapitalist sistemin niteliği ile alakalıdır.

Şöyle ki; sınıflı toplumların birikimleri üzerinden, kendi özel mülkiyet dünyasını kuran ve feodal toplumun aşılmasında ilerici bir rol oynayan kapitalizm, tarihi-toplumsal bir sistem olarak ortaya çıktığı ve sermayenin çıkarlarına göre yayıldığı-büyüdüğü ve merkezileştiği tüm süreçlerde, iktisadi krizler sarmalında ilerlemiştir. Kapitalist yayılmacılığın ve iktisadi krizlerinin neden olduğu büyük çaplı ya da bölgesel savaşlar, kapitalizmin yapısal çelişkileri ve iç “dinamik” süreçleriyle gündeme gelmiş, neden-sonuç ilişkisi bu niteliğiyle anlam kazanmıştır. Kapitalist, sermayenin birikimi ve pazar denetimi, bir zor aygıtı ile kontrol edilen, sınırları belirlenmiş egemenlik aracına ihtiyaç duymuştur. Kapitalizmin şafağında şekillenen ulus devlet bu ihtiyacın ürünü olarak oluşmuştur. Dünya ölçeğinde her bir coğrafyada farklı süreçlerde ve farklı biçimlerde örgütlenen burjuva ulus devlet, dış savaş ya da iç savaşların sonucunda egemenliğini kurmuştur. Yani kapitalist sürecin başlangıç momentinde, kapitalist sermayenin ihtiyacı ve toplumsal ilerlemenin ürünü olarak yaşanan uluslaşma süreçleri, bazı toplumsal-sosyal-sınıfsal-ulusal unsurları dışlama, bazı unsurları bünyesine alma pratiğiyle, şiddet ve savaşı kendi özgün sürecine göre örgütlemesi ile paralel gelişmiştir. Toplumların ilerleyişi açısından bu önemli bir süreçtir. 

Uluslaşma sürecine paralel olarak gücü iktisadi-siyasal olarak kendisinde merkezileştiren burjuva ulus devlet egemenliği, kapitalist sermayenin hareketi, pazar denetimi, üretim ve paylaşım sürecini, üretici güçler üzerindeki hâkimiyeti sağlayan ve potansiyel savaşların muhtemel tarafı olarak iktidarını örgütlemiştir. İşçi sınıfı başta olmak üzere, sömürülen-ezilen sınıf ve halk katmanlarının meşru mücadelesi dahil, özel mülkiyete sahip olan ve tüm brikim olanaklarını denetleyen “gelişmiş” burjuva ulus devletler, aralarındaki güç dengelerini ve kapitalist gelişim sürecini tamamlamadan bu ağ içinde sömürgeleşen uluslar üzerindeki tüm denetimler, bu savaşlar aracılığı ile olanaklı olmuştur.

Kapitalist sermayenin birikim sürecinde dayandığı temel motif, en vahşi sömürü ile artı değer gaspı, yani en yüksek/azami kâr hırsıdır. Bu anlayış kapitalizmin yayılmacılığını beraberinde getirmiştir. Marks’ın, “burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor” tespiti, bu durumu ifade etmektedir. Kapitalizmin şafağında, burjuvazinin ilk sureti, burjuva ulus devletler olmuştur. Farklı coğrafyaların yer üstü ve yer altı kaynakları başta olmak üzere, tüm üretim değerlerinin sermayenin birikim sürecine dahil edilmesi ve bu amaçla bu coğrafyaların sermaye açısından denetime alınması gerekliliği, ilk evrelerde bölgesel sömürgeleştirme savaşlarında ifade bulurken, zaman içinde, sömürgeleştirilen coğrafyaların, gelişmiş kapitalist ülkeler arasında paylaşımına dönük gerilim ve gelişmiş kapitalist ülkeler arasındaki rekabet, dünya savaşlarının gündeme gelmesine neden olmuştur. Yani, kapitalizmin, sermaye birikimi, pazar denetimi, zenginlik kaynaklarının ele geçirilmesi gibi temel ögelere dayalı uluslararası sistemde güç dengelerinin oluşturulup bozulması döngüsünde kapitalist dünyada yaşanan savaşların asıl nedenidir. Tarihsel bir örnek olarak, Birleşik Prensliklerin (Hollanda), uluslararası sahada sistem üzerinde var olan denetimi, Napolyon savaşlarıyla yeni bir aktörün öne çıkmasına neden olmuş (Napolyon savaşları birer sonuçtur, neden dönemin iktisadi “dengeleri” ve çatışmalarıdır), Britanya İmparatorluğu bu süreçten kapitalizmin güç merkezi olarak öne çıkmıştır. Tarihsel süreç içinde Almanya, Japonya ve Amerika’nın kapitalist güç merkezleri olarak öne çıkmaları, göreli olarak Britanya İmparatorluğunun gerileme dönemini ifade eder. Kapitalist ülkelerin, sömürgeler, pazar, sermaye birikimi yaratan emek gücü ve sermayenin büyüme-yayılma-merkezileşme ilişkisi üzerinde bozulan “dengelerin” yeniden oluşturulması, insanlığın başına I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı bela etmiştir. Bu aynı zamanda, kapitalizmde nitel bir değişimin, yeni bir aşaması olan emperyalizmin sürecini ifade eder.

Lenin yoldaş “Sosyalizm ve Savaş” adlı eserinde bu durumu çok net izah eder. “Hemen herkes bugünkü savaşın emperyalist bir savaş olduğunu kabul ediyor. Ama çoğu durumlarda bu terime başka anlamlar verilmekte ya da bu terim yalnızca bir tarafa uygulanmakta, ya da bu savaşın sonuçta burjuva-ilerici, ulusal-kurtarıcı bir özelliği olabileceği iddiasına açık kapı bırakılmaktadır. Emperyalizm, gelişen kapitalizmin, ancak 20. Yüzyılda ulaşılan en yüksek aşamasıdır. Kapitalizm, onlar kurulmadan feodalizmi yıkmasına olanak bulunmayan ulusal devletleri, şimdi kendisi için cendere gibi görüyor. Kapitalizm yoğunlaşmayı o derece geliştirmiştir ki, sanayinin bütün dalları, sendikalar, tröstler ve kapitalist milyonerlerin kurdukları birliklerce kıskıvrak bağlanmış ve hemen hemen bütün dünya “sermaye lordları” tarafından ya sömürgeler haline ya da sömürge olmayan öteki ülkeler, mali sömürünün binlerce kolu-ağı içinde hapsolunarak paylaşılmıştır. Serbest ticaretin ve rekabetin yerine tekel kurma, sermaye yatırımı için ülkeleri ele geçirme, bu ülkelerden hammadde ithal etme gibi çabalar almıştır. Feodalizme karşı verdiği savaşımla ulusların kurtarıcısı olan kapitalizm, şimdi emperyalist kapitalizme dönüştü ve uluslar için en büyük ezici güç durumuna geldi. Eskiden ilerici bir niteliği olan kapitalizm, üretici güçleri o kadar geliştirdi ki, uluslar ya sosyalizme geçme ya da sömürgeler, tekeller, ayrıcalıklar ve ulusların çeşitli yollardan ezilmesi ile kapitalizmin yapay olarak korunması için “büyük” devletler arasındaki savaşımda yıllarca ve hatta on yıllarca acı çekme şıkları ile yüz yüze geldiler.”

Tekelleşen sermayenin gücü ile dünyanın emperyalist güçler arasında paylaşılması, biçimsel olarak I. Emperyalist Paylaşım Savaşı ile sağlanmaya çalışılsa da sermayenin aşırı merkezileşme (tekelleşme) trendi, emperyalist güç odakları arasındaki çatışmaya yeni boyutlar kazandırmıştır. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı, birinci emperyalist savaşının çözemediği sistem sorunlarının sonucu olarak, kısa zaman aralığında yaşanmıştır. Bu savaşla, Almanya ve Japonya ötelenerek, ABD emperyalizmi güç merkezi olarak öne çıkmıştır. ABD hegemonyasındaki emperyalist süreç, iki ana strateji üzerinden ilerlemiştir. Birincisi, I. Emperyalist paylaşım savaşı sürecinde, tarihe yeni bir kapı açan büyük Ekim devrimi ve bunun uluslararası alanda yarattığı devrimci fırtına ve akabinde II. Emperyalist Paylaşım Savaşı süreci ile başta Çin olmak üzere, proletaryanın önderliğinde kurulan yeni demokratik devrimler ve ulusal bağımsızlık devrimleri, emperyalist güçlerde stratejik korkular yaratmıştır. İkincisi, proleter devrimler baskılanması ile emperyalizm, savaşlara neden olan sistem içi çelişkilerini bir düzeyde tutacak bazı kurumsallaşmalara gitmiştir. Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist bloğa karşı gardını alan emperyalizm, soğuk savaş dönemi olarak ifade edilen tarihsel süreçlerde, esasta sosyalizm tehlikesine karşı pozisyon almış, tüm emperyalist iktisadi-siyasal-askeri kurumsallaşmasını buna uygun yapmıştır. Avrupa Birliğine dönüşen Ortak Pazar, Birleşmiş Milletler, NATO, vb. gibi bu süreçle başlayıp ardı ardına kurulan emperyalist birlikler, yukarıda izah etmeye çalıştığımız iki stratejik yönelimin projeleridir. Emperyalizmin, sosyalizm tehlikesine karşı iç yapısal çelişkilerini, gerilimlerini ikinci plana itmesi, sistem içi çelişki ve çatışmaların çözüldüğü anlamına gelmez. Soğuk savaş yıllarında iki farklı dünya görüşünün karşı karşıya geldiği ve “sıcak temasların” oluştuğu bölgelerde savaş halinin almasının ötesinde, emperyalizm kendi iç çelişkileri ile çatışma ortamına doğru gelişim göstermektedir. Ki 1970’li yıllar, kapitalizmin genel krize girdiği yılların “yeni” başlangıcıdır. Krizin tanımladığı sistem içi, sermaye odakları arası gerilim ve sermayenin uluslararası düzeyde yapılanması, kapitalist süreci yönlendiren temel dinamik olmuştur. 

Sovyet Sosyal-Emperyalist Blok’unun çözülmesi ise artık “rakipsiz” kaldığını hayal eden kapitalist sistemin mevcut gerilimlerini açık hale getiren yeni bir döneme işaret etmektedir. Bu gerilimde kritik unsur, Sovyetler birliğinin çözülmesi ile açığa çıkan yeni coğrafyanın sisteme içerilmesinde kimin hangi pozisyonda, nasıl bir rol alacağına ilişkindir. Çin’de yaşanan dönüşümlerde göz önüne alındığında emperyalizmin coğrafi olarak yeniden bir yayılma stratejisi ortaya koyduğunu görmek mümkün. Bu yayılma doğal olarak sınırların yeniden tanımlanması, dolayısıyla yeni savaşlar anlamına gelecektir. Diğer bir deyişle “burjuvazinin kendi suretinde yarattığı” dünyaya, sermayenin uluslararası tekelleşme ve emperyalist yayılma alanında ortaya çıkan yeni aktörler denklemine göre yeni rötuşlar yapmak, sermayenin sürdürülebilirliği için zorunlu olmuştur. Söz konusu yayılmanın esas aktörleri ise netleşmiş bulunmaktadır. Rusya-Çin aksında konumlanan Şanghay örgütlenmesi (İran da buna dahildir. Ve bu eksen başka biçimler altında daha geniş örgütlenmelere ulaşmıştır), AB ve ABD’nin emperyalist çıkarlarına göre konumlanan NATO ve bu iki bloğun etki alanında olan bölgesel gerici güçlerdir.

Kapitalizm ve savaş ilişkisi, sermayenin hareket yasasının doğal sonucudur!

Bugün emperyalist blokların “sıcak” hale getirdiği dünyanın çeşitli bölgelerinde sürmekte olan emperyalist savaşın mahiyeti, kapitalizmin koşullarında insanlığın barış içinde yaşayamayacağı, haksız savaşların kapitalizmin (emperyalizm) kaçınılmaz ürünleri olduğunu bir kez daha somut olarak ortaya koymaktadır. Ortadoğu’dan Ukrayna’ya kadar yaşanmakta olan emperyalist savaşlar, bölgesel çatışmalar üzerinden dünyanın birçok coğrafyasına yayılmıştır. Dünyanın yeraltı ve yer üstü zenginlik kaynaklarına sahip sahalar gibi, jeo-politik öneme sahip coğrafyalar, bloklu emperyalist güçlerin siyasal-ekonomik-jeo-politik çıkarlarının temsil bulduğu, emperyalist hegemonya kıskacına alınmış durumdadır. Somut yaşanan emperyalist savaşların, kapitalist sistemle direk bağını ortaya koyarken, “savaşın kapitalizme birlikte başladığı” gibi tarih bilinci yoksunu bir yaklaşımda değiliz. Ama kapitalizm, örgütlediği militarizm ve savaş kurumları ile nükleer savaş başta olmak üzere, silah sanayinde ulaştığı kitlesel kıyım tehlikesi ile insanlık tarihinin en kanlı kesitini temsil etmektedir. Emperyalist kapitalizm, örgütlü, kurumsal sistematik şiddeti, sermayenin krize evirilen rekabeti ve emperyalist güçler arasındaki dalaşı “düzenleyen” bir biçimde uygular ve bu da emperyalist savaşlarda ifade bulur. 

Tarihsel verilerle sabittir; sermaye büyüyüp geliştikçe, uluslararası ve çokuluslu tekelleştikçe, savaşlar da doğru orantılı olarak kronikleşmiş, büyümüş, yıkıcılığı ve kapsadığı alan genişlemiştir. Emperyalist güçler açısından, dünya pazarının büyük ve zengin kaynaklarına sahip olmak, hammadde ve enerji kaynaklarını denetim altına almak, artı-değeri gasp etmek, emperyalist sermaye tekelleri arasındaki sonu gelmez rekabetle sürdürülmektedir. İktisadi zeminde başlayan bu aşırı rekabet, belirli aşamalarda askeri yöntemleri zorunlu kılar. Emperyalist güçler başta olmak üzere, emperyalist kapitalist dünyanın tüm gerici iktidarlarının, güçlü ordular kurması, özel savaş kuvvetlerini örgütlemesi ve devasa düzeyde geliştirilmiş silah sanayi bu somut durumun tarifidir… 

Konu bağlamında bir yanı daha açıklamak gerekmektedir. Emperyalist dünyanın gerici iktidarları, sadece emperyalist ve bölgesel güçler arasındaki savaş haline göre bir askerileşme stratejisi geliştirmemektedirler. Daha da önemlisi, ulusal ve sosyal devrimci-komünist hareketleri bastırmak, devrimci alternatif ve kitlelerin muhalefetini burjuva hukuk ve yasaların yanında askeri güçlerle denetim altına almak için, özel harp daireleri kurmakta, iç “güvenliği” donanımlı askeri güçlerle sağlamaya çalışmaktadır. Konunun özeti, emperyalist tekeller başta olmak üzere, sermayenin rekabet gücü ve sermaye iktidarının sürdürülebilmesi için askeri stratejiler, askeri güç ve silah sanayi, kapitalist sistemde tayin edici bir roldedir. Kapitalist sistemin gelişimine paralel olarak askeri-silah sanayinde sürekli büyüme, artan ve dünyada yaygınlaşan savaşlar, kapitalist gelişim ile savaş arasındaki doğru orantıyı ortaya koymaktadır.

Kapitalist gelişim ile savaşların artışı arasında doğru bir orantı olduğunu kısa başlıklarla hatırlamak yararlı olacaktır:

 Sanayi devriminin tarihi olan 18. yüzyıl, yetmiş civarında savaşın yaşanmasına sahne olurken, bu savaşlar dört milyon civarında insanın yaşamına mal olmuştur. Kapitalist gelişimde bir aşama olan 19. yy. da ise, iki yüzün üzerinde yaşanan savaşlarda can kaybı sekiz milyona ulaşmıştır. Kapitalizmin emperyalizm aşaması olan 20. yüzyıl, insanlık tarihinin savaşlar konusundaki en kanlı dönemini temsil etmektedir. Bugün yaşanan savaşlarla birlikte, üç yüzün üzerinde savaş ve yüz on milyondan fazla insanın yaşamına mâl olan bir süreç yaşanmıştır/yaşanmaktadır. Savaşlar, tüm dünyada toplumun tüm kesimlerini doğrudan etkisi altına aldıkça, yarattığı yıkım ve insanlığa çektirdiği acılar da o boyutta artmıştır. 

Dünyanın, büyük emperyalist güçler arasında paylaşımının, bir tarihsel evrede “tamamlanması”, emperyalist-kapitalist sistemin doğasında, savaşların ortadan kalkacağı anlamı taşımamaktadır. Kapitalist güçlerin hem kendi aralarında hem de sömürgeleştirdiği coğrafyalarda sürdürdükleri sömürge savaşları süreci olan, 19. yüzyılın ardından, dünya topraklarının paylaşılması, nasıl ki gelişmiş kapitalist güçler arasındaki savaşı ortadan kaldırmamış ise ve emperyalizm dönemi ile birlikte dünyanın nüfuz alanları üzerindeki paylaşım savaşları yoğunlaşarak devam etmiş ise, emperyalizm koşullarında, bu paylaşım savaşları, sermayenin rekabeti düzleminde kurulan denklemlerin yeniden dizayn edilmesi bağlamında hep yaşanacaktır. 

I. ve II. Emperyalist Dünya savaşları, Yugoslavya’nın dağı(tı)lması akabinde Balkanlar’a yayılan savaşlar ve bugün Ortadoğu’dan, Arap yarımadasına, Doğu Akdeniz’den Pasifik sahasına uzanan emperyalist savaşlar zinciri, emperyalist sermayenin her tarihsel sürece göre kendisini üretmenin yıkıcı sonuçları olarak gündeme gelmektedir. Bugün dünyanın her köşesinde yaşanan savaşların içinde, emperyalist güçler rol almaktadır. Yaşanan savaşların tecrübesi olarak, bugün emperyalist güçler, savaşı kendi coğrafyalarının uzağında tutmak için, emperyalist paylaşımı kendi ‘’anayurtlarının’’ uzağındaki topraklar üzerinde bölgesel “müttefik” olarak tayin ettikleri gerici maşa durumundaki iktidarlar aracılığıyla sürdürmektedirler. Emperyalist tekellerin yayılma sahaları olarak savaş alanına dönüşen bu coğrafyalar, dünyanın yeniden paylaşımı için emperyalist güçlerin doğrudan ya da dolaylı boy ölçüşme alanları olmuş vaziyettedir.

Bu kısa vurgular, kapitalizm ile savaş arasındaki kopmaz bağın niteliksel açılımıdır. Kapitalizm ve günümüz biçimi olan emperyalizm koşullarında, (sermayenin uluslararası tekelleşme düzeyi emperyalist dalaşın yoğunlaşması açısından daha özgün durumu ifade etmektedir) tekeller arasındaki iktisadi rekabet, dünyanın zenginlik kaynakları üzerinde derinleşen çatışma ve dalaş, emperyalist sermayenin yayılma hamlelerinin, paylaşım savaşlarına evrilmesi kaçınılmazdır. Bir başka anlatımla; kapitalist iktisadi krizler, kapitalizmin iç yapısal işleyişinden doğmaktadır. Bu anlamıyla, kapitalizmi krizlerin patlak vermesinden kurtarmak olanaklı değildir. Ve emperyalist savaşlar, doğrudan kapitalizmin iktisadi bunalım ve krizlerinden doğarlar. Kapitalist gelişimin kriz ve savaş yarattığını Lenin net bir şekilde tespit etmektedir. “Sermaye uluslararası ve tekelci hale gelmiştir. (…) Kapitalizm altında güç kullanmaktan başka bir paylaşım zemini ve paylaşım ilkesi mümkün değildir. (…) Kapitalizm üretim araçlarının özel mülkiyeti ve üretimde anarşidir. (…) Kapitalist bir devletin gerçek gücünü sınamanın savaştan başka bir yolu yoktur ve olamaz. Savaş özel mülkiyetin temelleriyle çelişmez bilakis bu temellerin doğrudan ve kaçınılmaz bir ürünüdür. Kapitalizm altında tek tek işletmelerin ve tek tek devletlerin düzgün ekonomik büyümesi imkânsızdır. Kapitalizmde periyodik biçimde sarsılan dengeyi yeniden sağlamanın sanayide krizler ve siyasette savaşlardan başka bir yolu yoktur.” (Lenin, Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine)

Tarihsel ve güncel verileriyle bu gerçek orta yerde dururken, burjuva ideologlar, kapitalizm koşullarında, topluma “barış” hayalleri yaymaktan imtina etmediler. Burjuva aydınlanmacı Alman filozofu Kant, burjuva anayasal bir hükümet ve kuvvetler ayrılığına dayalı bir parlamenter burjuva cumhuriyeti, savaşlara “çözüm” olarak sunuyordu. Kurduğu iktidar biçimleri nasıl olursa olsun (burjuva parlamenter, totaliter, faşist ya da diktatörlük), kapitalizmin gelişimi, bu teorinin en iyi niyetli yorumla büyük bir yanılgı olduğunu gösterdi. Kapitalizmden emperyalizm dönemine geçiş, emperyalist sürecin kendi içindeki gelişim süreci, bu yanılgının yığınlarca envanterini ortaya koymaktadır. Sovyet Sosyal-Emperyalist Blok’un dağılmasından sonra, burjuva ideologlar ve bu ideologların şemsiyesinde boy veren post modern anlayışlar, bu yanılsamayı “evrensel barış” sloganı haline getirdiler. Kapitalizmin bakiliği patenti ile emperyalist talan ve yıkıcılık, “ekonomilerin giderek iç içe geçmesi, farklı uluslardan büyük sermaye gruplarının çok uluslu ya da ulus ötesi adı verilen dev dünya tekelleri halinde iş birliğine girmesinin savaşları engelleyeceği” safsatası ile dünya halklarına şırınga ediliyordu. Bazı sermaye tekelleri arasındaki birleşmeyi mutlaklaştırıp, ulus ötesi daha büyük tekelleşen sermeye grupları arasındaki derin rekabeti öteleyen, emperyalist güçler arasındaki dalaşı yok sayan bu çürük teori, daha dillendirildiği yıllarda, yaşanan büyük emperyalist bölgesel savaşlarla sahtekârlığını belgeledi. Bugün “medeniyetler arası çatışma”, Uluslararası terörizm” “demokrasi ihracı” gibi argümanlarla meşruiyet kazandırılmaya çalışılan emperyalist hegemonya çatışmaları ve savaş, kapitalizmin şafağındaki “ilkelliği” “uygarlaştırma” misyonu ile gerçekleştirilen sömürge savaşlarının güncellenmesi anlamına gelmektedir. Kapitalist-emperyalist özel mülkiyet dünyası için savaşlar, tekelci sermaye birikiminin uluslararası alanda yeniden kurgulanması için, savaşın maliyetini, külfetini, yıkıcılığını ezilen halklara yıkan ve savaşın nimetlerini sermaye için yeni bir araç haline getiren talancı bir araçtan başka bir şey değildir.

Haklı ve haksız savaşlar ayrımı, aynı zamanda proletarya ile burjuvazi arasındaki keskin sınıfsal bakış açısı farkını ve tutumunu ortaya koyar!

İnsanlık tarihi boyunca özel mülkiyet dünyasının, sömürü, sömürge, fetih veya hegemonyaya dayalı çıkardıkları tüm savaşlar, yine savaşın gerici aktörleri tarafından “lanetlenmiş”, ve akabinde bu savaşlara “haklı” ve “adil” içerik kazandırılmaya çalışılmıştır. “Savaş çok kötü bir şey ama haklı ve adil durumlarda savaşa başvurmak zorunludur…” Peki, tüm gerici savaş aktörlerinin, kötü olan savaş pratiğine biçtikleri “adil” ve “haklılık” kriterleri nedir? Sınıfsal özü boşaltılarak, her türlü kullanıma açık “niyet” kriterleri üzerinden tüm savaşları aynı minvalde ele almak, ya da sömürücü egemen sınıfların, iktisadi-siyasal hedeflerini maskelemek için, haklı-haksız savaş kriterleri tayin etmek, bir burjuva yanılsamadır, komünistler tayin edici sınıfsal bakış açısı ile bu yanılsamalı karmaşıklığa açıklık getirerek izah ederler. Bir savaşın haklı ya da haksızlığı, iki gerici gücün karşılıklı pozisyonu ile alakalı olmasından öte, toplumlar tarihinin ilerleyişinde, ilerici ve gerici sınıfların pozisyonu ile alakalı bir durumdur. İnsanlığın ilerleyişi karşısında, alt yapı ve üst yapıdaki kurumsal gücü ile gerici olan bir sınıfın, kendi egemenliğini sürdürmek, iktisadi-siyasal egemenlik sahasını genişletmek ya da aynı egemenlik çizgisinde olan bir başka güç ile hâkimiyet çatışmasına girmek, son tahlilde gericidir, bu çatışmaların sonucu olan askeri savaşlar haklı değildir.

Sömürücü sınıflar, siyasal ve iktisadi amaçları doğrultusunda, askeri şiddet kullanmayı meşrulaştırmak için, savaşın sınıfsal niteliğini yok sayarak “haklılık”, “meşruluk” rolünü, kendi siyasal ve iktisadi çıkarlarına göre tayin etmişlerdir. Söz konusu kavram, özellikle emperyalizm çağında boyutlanan emperyalist savaşlar süreciyle, belirli tarihsel dayanaklar referans haline getirilerek, kurumsal bildirgeler haline getirilmiştir. Farklı tarihsel koşullarda, St. Petersburg Bildirgesi, 1899 Lahey Sözleşmesi, 1864’te başlamak üzere belirli tarihlerde güncellenen Cenevre Sözleşmeleri vb. gibi… Yani burjuva ideolojik kültürde “haklılık” “adillik” kavramı, yüzyıllar boyu gelişen kültürel, dini, siyasal, askeri ve hukuksal verilerle, tarihsel bağları koparılarak, emperyalist savaş, işgal ve ilhaklara bugün “yasal” dayanak haline getirilmiştir. Bu anlayıştan hareketle, özellikle emperyalizm çağında, emperyalist saldırganlık veya emperyalist güçler arasındaki dalaş merkezli gündeme gelen tüm savaşlar, bu gerici güçler tarafından bir yığın “insani” gerekçelerle maskelenmiş, tekelci sermayenin yıkıcı çıkarları perdelenmeye çalışılmıştır.

İnsanlık tarihinde yaşanan savaş süreçleriyle kuramın evrimi ve kazandığı burjuva içerik!

Ortaçağ,“haklı savaş” kuramının, dönemin egemen sınıf ideolojisine göre bütünlük kazandığı dönemdir. Askeri kuvvet kullanma olan savaşın haklılığı ve kullanılan kuvvetin sınırları gibi iki temel kategori üzerinden tanımlanan kavram, güçlü dinsel dayanakların yanında önemli seküler kaynaklar da referans alınmıştır. Helen kültürü ile Roma ve Germen dünyası pratikleri, kavrama, savaş süreçleri içinde, bu kesitte önemli kaynaklar sunabilmektedir. Tarihsel bir veri olarak, Antik Yunan’da, site devletleri arasında cereyan eden savaşlarda, Platon (M.Ö. 427-347) savaş kapsamında bazı ölçütler ortaya koymuş, savaş sürecinde şiddetin sınırlı, amacın ise barışa ulaşmak olduğunu belirterek, ilk kez sivil-savaşan ayrımı yapmıştır. 

“Haklı savaş” kuramın, imparatorluğun bekası için, seküler kaynak halinde ilk ele alan Roma hukukudur. Meşru müdafaa, haksız yere alınmış bir yeri geri almak, önceden yapılmış bir kötülüğü cezalandırmak gibi ölçütler Roma Hukuku’nda tanımlanmış, Roma İmparatorluğu’nun yayılmacılığı bu “hukuksal” temelin ön açtığı savaşlarla icra edilmiştir. İlk başlarda dini öğretilerle savaşı reddeden Roma, Hristiyanlığın egemen din olarak Roma “koruyucusu” olduğu süreçte, savaşa teolojik haklılaştırma, kuramın önemli dayanağı olmuştur. Kuramın kurucusu olan St. Augustine’yi referans alan Milano Başpiskoposu St. Ambrose, Augustine’nin, savaşın haklılık koşulları olarak “Tanrı Devleti Üzerine” adlı eserinde saydığı “haklı neden, meşru otorite ve iyi niyet” olarak sıraladığı koşulları esas almıştır. Bu temel üzerinden imparatorlukların istila savaşlarına meşruluk sağlayan idealist düşünürlerin “haklı savaş” fikirleri, X. ve XII. yüzyıllarda kilise hukukçularının katkıları ile olgunlaşmış, kapitalist “uygarlık” süreciyle, uluslararası burjuva hukuk temelini oluşturmuştur. XVI. yüzyıl itibarı ile burjuva ulus devletlerin ve egemenlik kavramının kuramsal olarak ortaya çıkması ile kavramın “meşru otorite” olarak öne çıkarılması bağlamında tarihsel kesit olmuştur.

Kapitalizmin şafağı ile birlikte, kurama yeni bir içerik katarak öne çıkan Francisco de Victoria, Francisco Suarez ve Hugo Grotius özgülünde, temel fikir, savaşın hukuka aykırı olmadığı tezidir. Kuşkusuz bu tez, özel mülkiyet dünyasının yeni efendisi olan burjuvazinin, özgün tarihsel çıkarlarına göre şekillenmekteydi. Grotius’un “bizim olan her şeyi savunma, bize borçlu olunan bir şeyi elde etmeye çalışma ve bir haksızlığı cezalandırma” minvalindeki tezleri, tamda bu durumu izah etmektedir. Ki kapitalizmin gelişim sürecine paralel olarak, “haklı savaş” anlayışı, dinin kapsamından çıkarılıp, “ulusal çıkarlar” kapsamında ele alınmıştır. Bu özel mülkiyet dünyasında savaşların gerçek nedenleri konusunda, sermayenin büyüme-yayılma hareketinde kaçınılmaz olan savaşa neden olduğu konusunda gerçekliğin beyanıydı. Ve bu kesitten sonra, yani 19. yüzyılda, savaşları haklılaştırma yerine, savaşların “insancıl” boyutlarının sınırları ile odaklı anlayışlar tartışılmış, kapitalizmin koşullarında mümkün olmayan barışa karşı, savaşın yıkıcılığı, asker-sivil gözetmeden can alıcılığı, yurtlukların kuralsızca yakılıp yıkılması “denetim” altına alınmaya çalışılmıştır. Haklı savaş kavramının teolojik alana hapsedildiği ve siyasal iktisadi sebeplerin savaş konusunda haklı-haksız ayrımında başat rol oynadığı gerçeği, sürecin tartışmalarının merkezi olmuştur. Prusyalı General Carl Von Clausewitz, “savaş, siyasetin başka (yani şiddet içeren) araçlarla sürdürülmesidir.” der. Bunun anlamı, burjuva devletler gerçeğinde, savaşlar, bu devletlerin arasındaki iktisadi-siyasal ilişkilerin kaçınılmaz sonucudur. Bu anlamda haklı-haksız tartışması anlamsızdır ve burjuva uluslararası hukuk daha çok savaşın yıkıcılığı, kullanılan şiddetin düzeyi ve kapsamı ile ilgili “kurallar” tayin etmeye çalışmıştır. 1864 yılında yaralıların durumunun iyileştirilmesine dair Cenevre Sözleşmesi, 1868’de belirli mermileri yasaklayan St. Petersburg Bildirgesi, 1899’da kanun, örf ve âdet kurallarına uyulması olarak Lahey Sözleşmesi, bu duruma ilk akla gelen örneklerdir.

Serbest rekabet dönemiyle Kapitalist sermaye, sömürü, işgal ve savaşlarla birikimini sağlamıştır. Ve tekelleşme süreci olan emperyalizm çağı ile birlikte bu biçim daha da keskinleşmiş, buna paralel savaşlar daha da yıkıcı olmuştur. Tekelleşen sermaye, kendi süreci için önünde duran her şeyi talan etmiş, emperyalist savaşlarla kendi tayin ettiği uluslararası burjuva hukuku da bir çırpıda yok saymıştır. Yaşanan iki dünya savaşı buna en çarpıcı örnektir. “İnsancıl kaygılar” adı altında savaşta kullanılan şiddetin düzeyini denetleme söylemi, sadece emperyalist gericiliğin yalan propagandasıdır. Uluslararası hukuk olarak deklere edilen tüm bildirgeler, emperyalist güçlerin, sistemin özü olan yapısal çelişkilerinin sonucu gündeme gelen savaşlara “yasal” dayanak oluşturma amaçlıdır. 1928 Birang Kellogg Paktı’nda savaşmanın tek haklı nedeni olarak “meşru müdafaa” tezi ortaya atılmıştır. Ama gelişen sınıf mücadeleleri, yaşanan emperyalist gerici savaşlar ve ulusal bağımsızlık mücadelesi veren ulusal kurtuluş hareketleri dönemi ile bu tez yine sahipleri tarafından yok sayılmış, emperyalist güçler “insani müdahale” kuramı altında, gelişen ulusal-sosyal devrimci hareketlere, emperyalist tekellerin sermaye hareketine engel olan her toplumsal ögeye, ya da, emperyalist güçler arasında zenginlik kaynağı ve jeo-politik önemi olan coğrafyalara, askeri işgaller gerçekleştirmiş, bölgesel denklemlerde emperyalist savaşlar yaşanmıştır-yaşanmaktadır. Bugün emperyalist saldırganlık, “meşru müdafaa”, “İnsani yardım” “koruma sorumluluğu” gibi kavramlarla gerici savaşlarına haklılık zırhı giydirmektedir. Güncel anlamda, emperyalist bloklar arasında derinleşen çatışmalar, emperyalist hegemonya dalaşında ortaya konan karşılıklı stratejiler, emperyalist dünya gericiliği tarafından sürdürülen savaşlarla icra edilmektedir. Her emperyalist blok ve gerici bölgesel güç, burjuva uluslararası hukuku referans alarak kendisine bir haklılık payesi biçmektedir. Birleşmiş Milletler ve Cenevre Konvansiyonları’nca belirlenen ölçütler gibi… 

Emperyalistlerin bu uluslararası kurumlarında altı ölçüt belirlenmiş. “Savaşın haklı bir nedene dayanması, meşru bir devlet tarafından yasal prosedürlere uygun biçimde deklere edilmesi, makul bir niyetle savaşa girilmesi, son çözüm olarak görülmesi, başarı olasılığının yüksek olması ve nispi tepkiye dayanması, savaşın nedenlerinin amaçlarıyla orantılı olması.” Belirli tarihsel aralıklarla gerçekleşen dört Cenevre Sözleşmesi’nde, savaştaki yaralıların tedavi edilmesi, denizdeki yaralı, hasta ve deniz kazazedelerinin iyileştirilmesi, savaş esirlerine yönelik muamele ve savaşta sivillerin zarar görmemesi, savaş halinde kullanılan askeri şiddetin düzeyine dair ortaya konan ölçütler gibi “hukuklandırılan” kurallara rağmen, gerçekte hepsinin birer safsatadan ibaret olduğu görüldü. Yasaları yapanlar ve kuralları yapanlar aynı zamanda savaşı çıkaranlar olduğu için bütün bu sözleşmeler büyük bir iki yüzlülük olarak kaldı.

Emperyalist güçler, her bir coğrafyadaki burjuva ve türevi gerici iktidarların “ortak hukuku” olarak ortaya konan bu ölçütlerin, emperyalist tekel sermayesinin yıkıcı hareketindeki anlamsızlığı ve somut karşılıksızlığı meselenin bir yanı… En önemlisi, bu koşullara uyan ya da bu koşulları iktisadi-siyasal manevralarla yaratan her emperyalist-kapitalist güç, üzerinde stratejik planlarını belirlediği coğrafyalara saldırabilir, askeri işgallerle yarattığı yıkım ve katliamlara “haklı” bir neden öne sürebilir. ABD emperyalizminin, Afganistan, Irak başta olmak üzere, Ortadoğu’da sergilediği işgal ve yayılmacı saldırganlık gibi… İsrail’in Filistin işgali, Lübnan ve Suriye’ye saldırıları bu ölçütleri referans almaktadır. AB ve ABD emperyalist güçlerinin, Rusya emperyalizminin, Arap Yarımadası’ndan Ortadoğu’ya, Doğu Akdeniz sahasından Ukrayna’ya uzanan askeri saldırganlık ve işgalleri, savaşın asıl nedenlerini maskeleyen, “insani yardım”, “koruma sorumluluğu”, “demokrasi ihracı” gibi gerekçeler üzerinden Cenevre Sözleşmesi’ndeki ölçütler üzerinden “haklı” kılınmaya çalışılmaktadır. Yani kapitalizm, serbest rekabet döneminde “barbar kabilelere uygarlık taşıma” bahanesiyle işgaller gerçekleştirmekte ve savaşlara girişmekteydi. Emperyalizm aşaması ile birlikte bu nitelemeyi, “koruma sorumluluğu, demokrasi sorunu” gibi kavramlarla açıklamakta, emperyalist savaşların gerici niteliğine “koruma kalkanı” oluşturulmaktadır.

Oysa, her tarihsel kesitte emperyalist sermayenin çıkarlarına göre dünyanın paylaşımı olan emperyalist savaşlar, haksızdır, kirlidir ve gericidir. Bugün kapitalist gelişim, emperyalist aşama ile birlikte yoğunlaşmış tekelci sermayenin yayılma, zenginlik kaynaklarını gasp etme, artı-değere rakipsiz sahip olma amacı ile sürdürdüğü savaşların tarzını kökten değiştirmiştir. “Ulusal çıkarlar” yanılsaması ile savaş dönemlerinde insanların kitlesel olarak silah altına alınması, ekonomik-siyasal tüm politik sürecin savaş “hukukuna” göre dizayn edilmesi, enerji hizmetlerinin, ulaşım ve iletişim araçlarının, yani tüm ülkenin savaş alanı ve askeri hedef haline getirilmesi, emperyalist barbarlığın sürdürdüğü gerici savaş düzeyidir. Kapitalist sanayileşme ile birlikte, tüm kurumsal erkleri ile silahlı birer mekanizmaya dönüşen devlet iktidarları, birbirine yakın savaş teknolojisi ve ordu güçleriyle savaş alanlarında karşı karşıya geldikçe, savaşlar daha uzun zaman dilimine yayılmış ve savaş halinde olan ülkelerin tamamı savaş alanına dönüştürülmüştür. Yani, emperyalist tekel sermayenin çıkarlarını tahkim eden savaş, sadece orduların karşı karşıya geldiği alanlar değil, cephenin gerisindeki kentler, ulaşım yolları, üretim birimleri ve siviller de savaş alanının bir parçası haline getirildi ve savaşın doğrudan hedefleri olarak görüldü. Yani emperyalist savaşın yıkıcılığı, barbarlığı, sadece düşman olarak görülen orduların, askeri güçlerin değil, aynı zamanda düşman görülen halkın da savaş iradesi ve direncinin kırılması üzerine planlandı. Savaş alanlarına giren askeri teknoloji, gelişmiş silah sanayii, kapitalist modernitenin ilk savaşlarından olan Amerikan İç Savaşı pratiğinden bu yana, gerici savaşların temel konsepti olagelmiştir.

Savaştaki askeri kitlesel kıyım, kentleri de hedef olarak seçtiği için, kitlesel sivil kıyımlara bürünmüştür. Savaş, toplumun tüm alanlarına yayıldığından, milyonlar, sadece askeri saldırılarda değil, askeri kuşatmanın yarattığı açlık, hastalık ve göç yollarında canları tehdit altında oldu ve kitlesel ölümler meydana geldi. Sonuçta, kapitalist savaşlarda yaşanan sivil ölümler katlanarak artmış, sivil yaşam alanları yakılıp yıkılmıştır.

Tüm bunlarda çarpıcı olan şudur: Burjuva egemenlerin tarif ettiklerinin aksine, söz konusu savaşlarda yaşanan sivil ölümleri, askeri kazalar sonucu değil, bizzat hedeflenerek katledilmesi gerçeğidir. II. Dünya savaşının arifesi yıllarında, emperyalist güçlerin savaş generalleri, savaşta zaferin ancak cephe gerisindeki kentlerin hava güçleriyle stratejik bombardımana tutulması ve sivil halka saldırılması ile kazanılabileceğini savunuyorlardı. Bu askeri generallerin kişisel fikirlerinden öte, emperyalistlerin savaş doktrinidir. İspanya İç Savaşı’nda, faşist Alman kuvvetlerince Guernica’nın bombalanması ve kitlesel sivil katliamı, aynı dönemde Çin-Japon Savaşı sırasında Nanking’in Japonlar tarafından yerle bir edilmesi ve üç yüz bin (teslim olmuş) sivilin katledilmesi, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombası ile yüz binlerce sivilin katledilmesi, tarihteki kapitalist savaşın dehşet bilançolarından sadece bir kaçıdır. (Saddam’ın Kürtlere dönük kimyasal silah kullanarak gerçekleştirdiği Halepçe vahşeti de bunların bir biçimidir…) Bu kitlesel katliamları, tarihsel dönemde sermayenin en barbar kesiminin iktidarı olan faşist diktatörlerle sınırlı tutmak, faşizm-savaş ve kapitalizm ilişkisini kavramamaktır. Emperyalist-kapitalist sistemin savaş doktrini olarak bunu kavramak gerekmektedir. 

II. Emperyalist Dünya Savaşı’nda İngiliz Hava Kuvvetleri’nin resmi anlayışı, aynı zamanda emperyalizmin anlayışıdır. “Herhangi bir gücün kendisini bombalanmaktan koruyamayacağını bilmesi sokaktaki adam için en iyisidir. Kim ne derse desin, bombardıman uçağı her zaman savunmayı aşacaktır. Tek savunma hücumdur, yani kendinizi korumak istiyorsanız kadın ve çocukları düşmandan daha hızlı öldürmek zorundasınız.” (Mehmet Tanju Akad, Çağdaş Toplumda Savaş, Kastaş Yayınları, s.16) Emperyalistler, sürdürdükleri savaşlarda düşündüklerini yaptılar. I. Dünya Savaşı’nda, 11 milyon askerin yanında 7 milyon sivil, II. Dünya Savaşı’nda 21-25 milyon asker ve 50-55 milyon sivil katledildi. Uluslararası “anlaşmalarla” savaşın yıkıcılığını kontrol altına almak, emperyalist güçlerin timsah gözyaşlarından öte bir anlam içermemektedir. Buralarda atılan “insani nutuklar”, geliştirilen savaş tarzları ile pratik sahada açıktan yalanlanmaktadır. Emperyalist savaşa “haklı” nedenler, savaş aktörlerinin uydurduğu bahanelerden, savaştaki katliamlar, emperyalistlerin savaş stratejisinden bağımsız değildir.

Bugün Arap Yarımadası’ndan Ortadoğu ve Ukrayna’da fiili olarak süren ve gelişim trendi ile dünyanın başka bölgelerine sıçrama ihtimali olan emperyalist savaşlarda, bloklara ayrılmış emperyalist güçler gerçeğinde, her biri siyasal-iktisadi çıkarları gereği bir emperyalist kutbun ardı sıra savaştan ganimet kapmaya çalışan bölgesel kapitalist-feodal-yarı feodal sırtlanlar, yıkıcı bir barbarlıkla yaşanan emperyalist paylaşım savaşlarını haklı çıkarmak için bir yığın neden uydurmaktadırlar. Amaç emperyalist savaşın nedenleri olan emperyalist sermayenin dünyayı yeniden paylaşım dalaşının gizlenmesi ve bunun için “haklı” nedenlerin icat edilmesidir. ABD emperyalizmi, bir tarihsel dönemde Rusya’ya karşı örgütlediği ve konjonktürün değişimi ile ABD’nin bölgesel çıkarlarına uyum sağlayamayan Usame Bin Ladin bahanesiyle “uluslararası terörizmle” mücadele adı altında Afganistan’ı işgal etmişti. Irak işgali, yıllardır kanıtlanamayan kitle imha silahları bahanesi ile gerçekleşmişti. Arap Yarımadası’nda başlayan kitle isyanlarını kendi denetimine almak ve artık emperyalist sermayenin hareketi önünde “direnç” gösteren statükoların, uluslararası emperyalist sermayenin sınırsız dolaşımı için dağıtmak ve yeni bölgesel statükolar oluşturmak için, Libya, Mısır, Cezayir, Lübnan, gibi coğrafyalar ABD-AB emperyalistlerinin askeri saldırıları alanına dönüşmüşlerdir. Arap yarımadasından Suriye coğrafyasına yayılan emperyalist hegemonya savaşları, “Bölgesel diktatörlüklerin halka zulmü” bahane edildi ve bölgede örgütlü olarak kaşınan etnik-dini-sosyal çelişkiler etkili kullanıldı. 

ABD-AB emperyalist güçlerinin, Arap Yarımadası’ndan Suriye, İran, Doğu Akdeniz, Kafkaslar üzerinden Rusya emperyalist gücünü kuşatma stratejisinin, kutuplu emperyalist dünya gerçeğinin başka bloğu olan Rusya-Çin tarafından sessiz karşılanacağı düşünülemezdi ve Rusya emperyalist çıkarları gereği, “Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruma” bahanesi ile fiili olarak bölgede işgaller gerçekleştirdi, askeri üsler kurdu. Ve Ukrayna, emperyalist dalaşın en stratejik yaşandığı alan olarak, ABD-AB emperyalistleri tarafından NATO şemsiyesi altına alınmak istendi, karşı emperyalist hamle olarak Rusya tarafından işgal edildi. Azerbaycan-Ermenistan çatışması, Gürcistan ve Kazakistan’da çatışma süreçleri, emperyalist blokların çıkar dalaşı ve paylaşım çatışmalarının alanları olarak emperyalist savaş sürecine dahil edildi. Yani “demokrasi, koruma, insan hakları, ulusların hakları vb. “gibi nedenlerle maskelenen savaşlar, emperyalist savaşlardır, gericidir. 

Bu gibi savaşların niteliği konusunda Lenin yoldaş, temel referansımızdır. “Ama şöyle bir durumu gözünüzün önüne getirin. Yüz kölesi olan bir köle sahibi, kölelerin daha “adil” dağılımı için iki yüz kölesi olan bir köle sahibine karşı savaşa girişiyor. Açıktır ki, bu durumda “savunma” savaşı ya da “anayurdun savunulması için” savaş deyimlerinin kullanılması, tarihsel bakımdan yanlış ve uygulamada, halkın, işin inceliğini aramayan ve belirsiz kimselerin, kurnaz köle sahiplerince aldatılması olur. İşte bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için, köle sahipleri arasındaki savaşı, “ulusal” ideoloji ve “anayurdun savunulması” gibi sözlerle halka yutturmak istemektedirler. (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s. 13)

Neo-liberalizm, sermayenin uluslararası tekelleşme sürecinin esas hale geldiği emperyalizm doğası, “Soğuk savaş” yıllarıyla iç yapısal çelişkilerini öteleyip “komünizm tehlikesine” karşı saldırıları esas alan dönemin kapanıp, emperyalist kutuplar arasındaki çatışmaların yeniden öne çıkması, tekel sermayesinin hızlı hareketi, emperyalist-kapitalist sistemin kısa aralıklarla çok sert yaşadığı iktisadi krizler ve bunun siyasal krizlerle birleşmesi, istihdam ve ticaretteki daralma, palazlanan yeni emperyalist-tekelci aktörler, bölgesel düzlemde emperyalist blokların derin çatışmalarını kendi çıkarları amacıyla fırsata dönüştüren bölgesel burjuva-feodal iktidarlar, iletişim ve bilişim teknolojisindeki muazzam ilerleme, emeğin uluslararası boyut kazanması, tarihler boyu işgal ve ilhaka uğramış ulusların yanında, güncel olarak işgal ve haksızlığa uğrayan ulusların mücadelesi, sosyal devrimci dalga, uluslararası kamuoyunda emperyalizme karşı büyüyen kitlesel öfke, kadınların, çevre hareketlerinin direnci vb. gibi “yeni” bir durumu ifade eden gelişmeler, emperyalist güçlerin savaş politikalarında da bir yığın değişime gitmelerini beraberinde getirmiştir, getirmektedir. Emperyalist güçler tekelci sermayenin çılgınlığı gereği, akıl tutulması olarak ifade edilen maceralara açılması, sürecin baskın yönü olsa da yaşanan gelişmelerle birlikte “kontrollü hareketle” tekellerin rekabetinden beslenen çatışmalı durumu terbiye etmek istemektedirler. Ama bu sadece bir niyet olarak kalıyor ve emperyalist bloklar arasında, çatışma ve savaş esas yöndür. Esas olan savaş durumunun yeni gelişmelerle birlikte örgütlenmesi, emperyalistler açısından stratejik bir meseledir.

Her şeyden önce, iki emperyalist dünya savaşında, Ekim Devrimi ile dünyanın önemli coğrafyalarında proletarya iktidarları ve proletarya önderliğinde Yeni Demokratik Devrimler gerçekleşti. Yine aynı tarihsel kesitlerde, ABD başta olmak üzere birçok işgalci güç bu coğrafyalardan def edildi ve ulusal bağımsızlık mücadeleleri başarı kazandı. Bu devrimci gelişmelerle, emperyalist metropolleri de kapsamına alan isyan, ayaklanma ve kitle hareketleri, işçi grevleri (68 hareketi örnek olarak öne çıkarılabilir) dinamik bir nitelik kazanmış, boyunduruk altındaki ulusların mücadelesi, sosyalizm çizgisinden ilham alarak anti-emperyalist, anti-kapitalist bir çizgide öne çıkmıştır. Filistin, Kürt Ulusunun uyanışı ve özellikle çıkış yıllarıyla temsil ettiği önderlik çizgisi, konumuzun anlaşılması açısından örnektir. Kısaca, emperyalist savaşlar, aynı zamanda muazzam bir toplumsal alt üst oluşlara, iktisadi-siyasal-toplumsal dengelerin köklü sarsılmasına, uygulanan savaş ekonomisi ve siyaseti ile toplumun uyutulmuş geniş kesimlerinde yeni bir uyanışın başlamasına neden olmaktadır. Yani emperyalist savaş süreci, sadece emperyalist hegemonya denklemlerinde bir değişim yaratmaz, toplumun ezilen sınıf ve halk katmanlarında da niteliksel bir uyanış yaratır. Bu anlamıyla, emperyalist savaş yarattığı toplumsal yıkımla, boyutlanan sömürü ve baskılarla, toplumsal çelişkileri derinleştirmekte, sınıf hareketinin gelişimine dinamizm katmakta, tabir yerindeyse, toplumsal devrimlerin döl yatağı haline gelebilmektedir. Bu stratejik tehlikeyi savuşturmak için, emperyalistler geçmişten farklı olarak, emperyalist savaşların tarzında bir yığın değişiklikler yapmaktadırlar. 

Savaşın emperyalist yurtlardan uzak, bölgesel tarzda sürdürülmesi, geçmişten farklı olarak sistemli bir siyaset olarak geliştirilmiştir bugün. Dünyanın zenginlik kaynaklarına, enerji merkezlerine çökmek ve emperyalist tekel sermayesinin pazar alanını açmak, sermayenin yayılma-büyüme ve merkezileşme hareketini dinamik kılmak maksadı ile dünyanın doğal zenginlik kaynağı olan coğrafyalar ve jeo-politik önemi olan sahalarda hegemonya kurmak, bu alanları emperyalist savaş meydanlarına dönüştürmüştür. Bu şu anlama gelmemelidir: Bu gibi bölgelerde sürdürülen emperyalist savaşlar, sürgit bu denklemde gelişim göstermez. Çatışmanın yoğunluk düzeyi ve hegemonya stratejilerinin keskinleşmesi, emperyalist ana aktörleri fiili olarak karşı karşıya getirecektir. Ukrayna süreci ile ortaya çıkan fiili durum bunu izah etmektedir. Keza, geçmişe oranla, emperyalist savaş, askeri alanın yanında, ekonomik alana doğru daha geniş ve kapsamlı yayılmaktadır. Ukrayna savaşında bu durum daha detaylı ortaya çıkmıştır. Emperyalist bloklar arasında karşılıklı uygulanan ekonomik yaptırımlar, sermaye piyasalarına karşılıklı müdahaleler, üretim hammaddesi, enerji, ulaşım, iletişim ağına getirilen karşılıklı kısıtlamalar, kapitalist ekonomide uluslararası boyutta bir kriz yaratmaktadır. Kriz koşullarını sermayenin lehine fırsata çevirmek ve ezilen-sömürülen emekçileri kuşatma altına almak için, otoriter, aşırı sağcı iktidarlara yönelmekle beraber, iç ve dış sahada saldırgan politikalar sürdürmektedirler.

Dış politikadaki saldırganlık, emperyalist güçler açısından, savaş, işgal, ilhak anlamı taşımaktadır. Emperyalist haydutların bu minvaldeki politikasını, bir yığın stratejik planlamalarla sürdürülmektedir. Bunun en öne çıkan tarzı, emperyalist dalaşın alanı olan coğrafyalarda, etnik-ulusal çelişkileri kaşımak, iç karışıklıklar yolu ile emperyalist müdahaleye açık alan haline getirmektir. Şöyle ki, doğrudan devletler arasında cereyan eden simetrik yapıdaki savaşlardan önce, asimetrik yapıdaki savaşlar grubuna giren, bölgede devlet olmayan etnik-dini silahlı örgütlenmelerin saldırıları üzerinden bölgesel çelişkiler derinleştirilmekte, “koruma kalkanı”, “insani yardım” bu kesitte işgalin vesilesi haline getirilmektedir. Bu özellikle 11 Eylül saldırısıyla iyice belirginleşen ABD’nin başını çektiği doktrindir. Gerek doğrudan emperyalist güçler tarafından bölgesel denklemlerde kurulan, gerek emperyalist işgallerin yarattığı toplumsal öfkeden beslenen gerici cihatçı güçler ve daha da kapsamlı olarak, ezilen ulus-inanç ve sınıfların haklı mücadelesi ( tarihsel kesitte öne çıkan güç hangisi ise) bahane haline getirilerek, “terörle mücadele” bahanesiyle, bölgesel iktidarlar üzerinden askeri işgaller gerçekleştirilmekte, bölgesel aktörler arasındaki savaşlar üzerinden emperyalist hegemonya icra edilmeye çalışılmaktadır. DAİŞ’in ortaya çıkışı ve DAİŞ’le mücadele adı altında ABD, Rusya emperyalizmi başta olmak üzere, “TC” ve diğer bölgesel iktidarların gerçekleştirdiği işgaller, operasyonlar, bu operasyonlar süreci ile emperyalist aktörlerin bölge denkleminde sürdürdüğü askeri-siyasal-iktisadi stratejiler, bir bütün emperyalist savaşın basitten karmaşığa pratikleri olarak gündeme gelmektedirler. 

“Barış”, “demokrasi”, “insan hakları” nutuklarıyla, dünyanın zenginlik kaynağı coğrafyalarına çöken emperyalist haydutlar, barış ve kardeşliği asıl tehdit edenler olarak, emperyalist savaş ağını genişletmektedirler. Emperyalist savaşlarda kullanılan savaş teknolojisi, insanlık ve doğa için devasa bir tehdit oluşturmaktadır. Kimyasal-nükleer silahların kullanımı sadece bir caydırıcılık aracı olarak gündeme gelmemekte, fiili olarak kullanılması tehdidi olarak gündeme gelmektedir. Nükleer silahlara dair yapılan uluslararası sözleşmeler, bu konuda hükümsüzdür. Her emperyalist güç, savaş ortamındaki pozisyonuna göre, nükleer silah kullanmaya son derece açıktır. Kirli tarihleri bu duruma referanstır. Ukrayna’daki emperyalist savaşta, emperyalist efendiler bunu itiraf ettiler zaten. İsrail, yıllardır Filistin’e karşı, misket bombası, kimyasal gazlar gibi kitlesel kıyım silahlarını fiili olarak kullanmaktadır. Kürt Ulusal Mücadelesi’ne karşı, “TC” merkezli geliştirilen savaş konseptinde, kimyasal gazlar kullanılmaktadır. Bütün bunlar tüm emperyalist güçlerin savaş yöntemleridir. Yani emperyalist savaşlar haksız ve gerici olduğu kadar, kirli yöntemlerle sürdürülen savaşlardır. Doğa ve insanlığın kitlesel kıyımı, emperyalist savaşlarda sermayenin çıkarları nazarında en değersiz vaziyeti ifade eder. Bundan da anlaşıldığı gibi, emperyalist barbarlığın uluslararası kurumları ve sözleşmeleri, savaş tehdidi altındaki insanlığın can güvenliğini sağlamak için değil, emperyalist savaşlara “meşruluk”, “haklılık” kazandırmak için uluslararası “hukuk” oluşturmaktadırlar. Emperyalist-kapitalist esaret zincirinin, ulusal ve uluslararası tekelci sermayesinin çıkarları için çıkardığı tüm savaşlar, haksız ve gerici savaşlardır. Gerici emperyalist savaşlara karşı, ezilen ve sömürülenlerin haklı savaşlarıyla cevap olmak, proletaryanın pratik-politik tutumu gereğidir.

Emperyalizme, kapitalizme, faşizme karşı proletarya ve ezilen halkların savaşı, haklıdır-meşrudur, insanlık tarihinin devrimci yürüyüşünün gereğidir!

Komünistlerin, savaşı var eden koşullara ve bu koşulların ürünü olan savaşa karşı tutumları, burjuva liberallerden, reformist revizyonist çizgilerden, pasifistlerden, fokocu anlayışlardan temelden farklıdır. Bu farklılık her şeyden önce, savaşların nedenleri ve sonuçları arasındaki bağın kurulmasında ve savaşların nasıl ortadan kaldırılacağı konusunda net olarak ortaya çıkar. Emperyalizm ve proleter devrimler çağı olan günümüzde, emperyalist savaşlara karşı tutumun genel “savaş karşıtlığı “mantığı ile ele alınması, proletarya ve emekçi halkların, ezilen bağımlı sömürge ulusların verdiği haklı ve meşru mücadeleyi yok saymak, emperyalist dünyanın sömürü-yağma-talan çarkını “mutlak” kabul etmek ve son tahlilde ezilenleri silahsızlandırmak olacaktır. Bu genel belirsiz tanımlama yerine, haklı ve haksız savaş ayrımını, sınıfsal, ideolojik-politik tutumla doğru tahlil ederek, haksız savaşları mahkûm etme, haklı savaşları, sınıfsız-sömürüsüz ve savaşsız bir dünya için büyütmek, komünistlerin önüne çıkan tarihsel görevdir.

Komünistler savaş sevdalısı değildir. Savaş, sınıflar mücadelesinde, tarihsel koşulların ortaya çıkardığı bir zorunluluktur. Bu savaşların sorumluları komünistler değil, özel mülkiyet dünyası ve onun bu günkü biçimi olan burjuva iktisadi-siyasal egemenliktir. Ve bu burjuva egemenlik yıkılıp tarihin çöplüğüne atılmadan, insanlık barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşayamaz. İşte bu köklü yıkma ve insanlığın kolektif dünyasını yaratma eylemi köklü bir devrim sorunudur ve devrimler, burjuvaziye karşı savaşılmadan gerçekleşmez. Bu gerçekliğin bilincini taşıdıkları için, komünistler genel olarak “tüm savaşlara karşıyız” gibi sınıflı toplum gerçekliğine aykırı bir tutum takınmazlar; her savaşın niteliğine göre tutum alırlar. Haklı savaşları, sermayenin yayılmacı-yağmacı-işgalci veya burjuva sınıf egemenliğini tesis eden haksız savaşlardan ayırarak, haklı savaşlardan yana tutum alırlar, dahası proletarya ve emekçilerin, ezilen ulusların bağımsızlık savaşlarını örgütler ve sürdürürler. Burjuva sol liberallerin, reformist pasifist çizgilerin yaptığı gibi, “her türlü savaşa” karşı çıkmak, proletarya ve ezilen tüm insanlığın haklı-ilerici savaşlarını yok saymaktır. Daha da ötesi, burjuvazinin peşine takılıp, emperyalist amaçlarla yapılan savaşları, “anayurdu savunmak” gibi sosyal-şoven demagojilerle haklı göstermeye çalışmak, proletarya ve ezilen insanlığa tam bir ihanettir.

Haklı-haksız savaşların ayrımında kullanılacak ölçütler, Lenin yoldaşta son derece berraktır. Ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı yürüttüğü savaşlar haklı savaşlardır. Lenin yoldaşın anlayışından derlediğimiz bu anlatımdan hareketle, yürüyen her savaşı kendi tarihselliği ve koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Aksi takdirde soyut birtakım ölçütlerle hareket edildiğinde yanılgıya düşmek kaçınılmazdır. Saldırgan (haksız) ve öz-savunucu (haklı) savaş arasındaki ayrım başlığında, Sosyalizm ve Savaş eserinde Lenin durumu şöyle izah eder: “1789-1871 dönemi, derin izler ve devrimci anılar bırakmıştır. Feodalizm, mutlakıyet ve yabancı zulmünün devrilmesinden önce proletaryanın sosyalizm için vereceği savaşımın gelişmesi olanaksızdı. Böyle bir dönemin savaşları ile ilgili olarak “savunma” savaşının meşruluğu üzerine söz ederken, sosyalistler, daima sonu ortaçağ kurumlarına ve köleliğe karşı devrime çıkacak olan bu amaçları göz önünde bulundurmuşlardır. ‘Savunma’ savaşı sözü ile sosyalistler, her zaman bu anlamda ‘haklı’ bir savaşı kastetmişlerdir. Sosyalistler yalnızca bu anlamda ‘anayurdun savunulması için’ verilen savaşlara ya da savunma savaşlarına meşru-ilerici ve haklı savaşlar gözü ile bakmışlar ve bakmaktadırlar. Örneğin, yarın Fas Fransa’ya, Hindistan İngiltere’ye, İran ya da Çin Rusya’ya, savaş açsalar, ilk saldıran kim olursa olsun, bu savaşlar haklı savaşlar, savunma savaşı sayılırlar; ve her sosyalist ezilen bağımlı, eşit olmayan devletin ezen köleci, soyguncu, ‘büyük’ devlete karşı kazanacağı zaferi sevgi ile karşılar” Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi, komünistler sadece proletaryanın burjuvaziye karşı verdiği sınıf mücadelesini haklı görmez, aynı zamanda tarihsel koşullarda, gerici üretim ilişkilerini, ulusal bağımsızlık mücadelelerini, işgal karşıtı savaşları haklı ve meşru görmektedirler. Yine Lenin yoldaşla devam edelim. “Peki, bir savaşın ‘özü’nü nasıl tanımlayabilir, nasıl ortaya koyabiliriz? Savaş siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali-sermayenin çıkarlarını güven altına almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş emperyalisttir. Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse, o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır. (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay, 2.baskı, s.29)

Bu açıdan bakıldığında, bugün dünya, emperyalist hegemonyanın esareti altındadır. Emperyalist dünya hegemonyasını emperyalist çatışmalar ve savaşlar üzerinden sağlamaya çalışmaktadır. Emperyalist güçlerin yerel ilişkisi ve işbirlikçileri de bölgesel devletlerdir. Bunlar, sürmekte olan emperyalist savaşlarda, şu ya da bu kutbun pozisyonuna göre konumlanmakta, aldığı rol oranında kendi gerici sınıf çıkarlarını korumaya-genişletmeye çalışmaktadırlar. Bunun somut karşılığı, işçi sınıfı ve tüm emekçilere karşı en barbar sömürü, ezilen uluslara işgal ve ilhaktır. “T.C.” nin, Kürt ulusuna, İsrail’in Filistin’e, gerçekleştirdiği işgal buna örnektir. Kürt ulusunun veya Filistin’in işgale karşı verdiği savaş, saldıran ya da ilk savaşı başlatan taraf olmasına bakılmaksızın meşrudur-haklıdır. Tüm bunların toplamı olarak, proletaryanın ezilen-sömürülen halklarla, burjuva egemenliğe karşı verdiği politik iktidar mücadelesi, haklıdır ve meşrudur. Komünistler bu noktada ikirciksizdir. Sınıf mücadelesinde proletaryanın öncü kurmayı olan Komünist Partisi, her türlü işgale, ulusal eşitsizliklere karşı mücadele ve kurtuluş bayrağıdır. Komünistlerin önderliğinde gelişmeyen ulusal kurtuluş mücadelesine bakış açısı da nettir. Her şeyden önce işgal ve ilhaka, ulusal eşitsizliklere karşı verilen savaşı haklı görür. Ama işgale karşı savaşın haklılığı ile işgale karşı verilen savaşın komünistler tarafından desteklenip desteklenmemesi, farklı şeylerdir. 

Emperyalist savaşlara karşı enternasyonal proletaryanın tutumu, proletaryanın politik iktidarı uğruna sosyalizm savaşıdır!

“Savaş karşıtlığı”, her sınıfın kendi toplumsal konumuna göre bir pozisyon almasıdır. Sınıfsal pozisyon ise genel bir savaş karşıtlığından öte, her sınıfın kendi çıkarlarına uygun bulduğu savaşı desteklemesi biçiminde içerik kazanır. Burjuvazinin haksız savaşlardaki tarafı, onun tarihsel olarak gericileşen sınıfsal niteliğinden ileri gelir. Buna karşı proletaryanın, toplumlar tarihinin gelişimi içinde üstlendiği ilerici misyonu, onu haklı savaşların tarafı yapmaktadır. Bu anlamıyla, genel bir “savaş karşıtlığı” pozisyonundan öte, komünistler, emperyalist savaşlara karşı proletarya ve ezilen halkların devrimci savaşını geliştirerek tutum alır.

Uluslararası tekelleşme süreciyle emperyalist sistem, yağmalayıcı, yıkıcı niteliğiyle, doğayı ve insanlığı yok etme eşiğine getirmiş durumdadır. Somut olarak insanlık, emperyalist paylaşım savaşları kıskacında azap çekmektedir. Kapitalist sistemin organik bileşeni ve iç yapısal niteliğinin dışa vurumu olan iktisadi krizler, belirli tarihsel aralıklarda patlak verdikçe, ulusal ve uluslararası sermayenin yıkıcı rekabet derinleştikçe, dünyanın emperyalist tekeller arasındaki paylaşımı gündeme geldikçe, emperyalist güçler arasındaki hegemonya çatışmaları derinleşmekte ve emperyalist savaşlar keskin stratejiler üzerinden aktüel hale gelmektedir. İnsanlığı, emperyalist gerici savaşların bu yok edici “kasırgasından” kurtarmak, savaşları ortadan kaldırmak, insanlığın özgür ve barış içinde bir arada yaşamasını sağlamak, ekolojik yıkıma dur demek, sömürü-baskı-her türlü eşitsizliğe son vermek için, proleter devrimlerden başka bir seçenek yoktur. Bu da enternasyonal proletaryanın her bir coğrafyadaki siyasal-ideolojik-örgütsel taburu olan Komünist Partisi, yani komünistlerin görevidir. Bu görevi layıkıyla yerine getirilebilmesi için, geçmişten doğru dersler çıkarılmalı, bugünün görevlerini bu sentezler üzerinden devrimci perspektifle icra etmelidir.

Emperyalist savaşın gerici-haksız mahiyeti ve Basel Manifestosu!

Kapitalist emperyalist aşama, kendi bağrında tarihsel nitelikte olayların yaşandığı bir dönemi ifade ediyor. 20. yüzyılın başında çalınan emperyalist savaş boruları, emekçiler, ezilen bağımlı uluslar için korkunç yıkımlar anlamı taşıyordu. Buna karşı süreçte azımsanmayacak örgütlü güce sahip olan II. Enternasyonale bağlı sosyalist partiler, savaş karşısındaki tutumlarıyla, gidişatı kökünden etkileyecek nitelikteydi. Ve Basel Manifestosu, sosyalist harekette sosyal şovenizm ile proletaryanın enternasyonalizmi arasındaki keskin ayrışmayı deklere ediyordu. Lenin “Sosyalizm ve Savaş” eserinde belgenin önemini ve sonraki sürece uyarlanmasını şöyle değerlendiriyor. “Basel’de 1912’de oybirliği ile kabul edilen savaş konusundaki bildiri, 1914’te İngiltere ile Almanya ve bunların müttefikleri arasında çıkan savaşı göz önüne almıştı. Bildiride, büyük devletlerin emperyalist politikasının bir sonucu olarak ‘kapitalist çıkarları’ ve ‘hanedanların tutkuları’ için çıkartılan böyle bir savaşın, halkın çıkarları yönünde haklı gösterilmesine olanak bulunmadığı açıkça belirtilmişti. Gene bildiride, savaşın ‘hükümetler için’ tehlikeli olduğu, bunların ‘bir proletarya devriminden’ korktuklarına işaret edilmiş, 1871 Komünü ve 1905 Ekim-Aralık örneklerine, yani devrim ve iç savaş örneklerine büyük bir açıklıkla değinmiştir. Böylece Basel bildirisi şimdiki savaş için, işçilerin kendi hükümetlerine karşı girişecekleri uluslararası ölçüdeki devrimci savaşım için, proletarya devrimi için taktikleri göstermiş oluyor. Basel bildirisi Stuttgart kararındaki sözleri yenilemekte ve savaşın patlaması durumunda, sosyalistlerin ‘kapitalizmin devrilmesini hızlandırmak’ için savaşın neden olacağı ‘ekonomik ve politik’ bunalımlardan yararlanmaları, yani sosyalist devrim adına hükümetlerin savaştan ileri gelen sıkıntılı durumlarından ve yığınların öfkelerinden yararlanılmasını öngörmektedir. Sosyal şovenlerin politikası, savaşı burjuva ulusal kurtuluş açısından haklı görmeleri, ‘anayurdun savunulması’ fikrini benimsemeleri, savaş harcamaları için oy kullanmaları, hükümetlere girmeleri vb. doğrudan doğruya sosyalizme ihanettir. Bu durum aşağıda göreceğimiz gibi Avrupa partilerinin (dönemin Avrupa’daki sosyalist partileri kast ediliyor. ST) çoğunda rastlanan oportünizmin ve ulusal liberal emekçi politikasının zaferinden başka bir şey değildir. (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s. 19)

Basel Kongresi’nin ana gündemi, yaklaşan emperyalist savaş ve buna karşı proletaryanın alacağı tutum meselesiydi. 20. yüzyılın başı, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm çağıydı ve nitel değişim, kapitalizmin serbest rekabet döneminde paylaşılmış toprakların, dünya ölçeğinde yeniden paylaşılmasını zorunlu hale getirmiştir. Yoğunlaşan sermaye tekelleşmiş, sınai sermayesiyle banka sermayesinin birleşiminden doğan mali sermaye, dünyayı sermaye ihracı yolu ile sarmalayarak hâkim olmuştur. Emperyalizm çağı ile ortaya çıkan bu yapısal özellik, eskisinden kıyaslanmayacak ölçüde emperyalist savaşların yıkıcılığının önün açmıştır. Karşıt olarak proleter devrimler, bu çağın bir başka politik sonucudur. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı hazırlayan emperyalist güçler arasında derinleşen rekabet ve dünyanın yeniden paylaşımına dair ivme kazanan emperyalist dalaş, artan silahlanmayı da beraberinde geliştirdi. Kapitalist dünyadaki bu gelişme karşısında, proletaryanın sınıf mücadelesi de bir yükseliş içindeydi ve II. Enternasyonali oluşturan partilerin önemli bir örgütlü gücü vardı.

Patlak veren Balkan Savaşı’nın tehlike çanlarını çaldığı, I. Dünya Savaşı’nın yaratacağı felaket karşısında sosyalistlerin tutumunu açık etmeleri konusunda Basel Kongresi toplanmıştır ve bu enternasyonal proletaryanın tavrı açısından son derece değerliydi. “Bir savaşın patlak verme tehlikesine karşı, ilgili ülkelerin işçi sınıflarının ve onların parlamentodaki temsilcilerinin Uluslararası Sosyalist Büronun koordineli etkinliğiyle desteklenen görevi, doğal olarak sınıf mücadelesinin ve genel politik durumun keskinliğine göre çeşitlendirecekleri en etkin araçlarla her halükârda savaşın patlak vermesini önlemek için ellerinden gelen tüm çabayı sarf etmektir. Savaşın patlak vermesi durumunda ise görevleri, onu hızla sona erdirmek üzere müdahale etmek, savaşın yarattığı ekonomik ve politik krizden halkı ayaklandırmak için var güçleriyle yararlanmak ve böylece kapitalist sınıf egemenliğinin yıkılışını çabuklaştırmaktır.” (Basel Kongresi 1912)

Ayrıca, tüm ülkeler sosyalist hareketi içinde Basel Kongresi önemli bir çağrı yapmıştır. “Kongre, savaş içindeki bütün ülkelerin sosyalist partileri ve sendikalarının, tam bir mutabakatla savaşa karşı oluşlarını memnuniyetle kaydeder. Bütün ülkelerin proleterleri emperyalizme karşı mücadelede eşzamanlı olarak ayağa kalkmışlardır; enternasyonalin her seksiyonu kendi ülkesinin hükümetine proletaryanın direnciyle karşı koymuş ve kendi ulusunun kamuoyunu tüm savaşçı heveslere karşı harekete geçirmiştir. Böylelikle bütün ülkelerin işçilerinin görkemli bir işbirliği ortaya çıkmıştır ki, bu işbirliği tehdit altındaki dünya barışının korunmasına daha şimdiden büyük oranda katkıda bulunmuştur. Egemen sınıfın bir dünya savaşının sonucu olarak doğabilecek bir proleter devrimden duyduğu korku, barışın esaslı bir güvencesi olmuştur. Kongre bu yüzden, sosyal-demokrat partileri, eylemlerini kendilerine uygun görünen her araçla sürdürmeye çağırır. Bu ortak eylem içinde her sosyalist partiye kendi özel görevini gösterir.”

Basel Kongresi’nde alınan bu tarihsel kararları çiğneyen II. Enternasyonal partileri, patlak veren emperyalist paylaşım savaşında sosyal şovenizm batağına saplanmış ve emperyalist savaşın atmosferinde Lenin tarafından göndere çekilen Sovyet Devrimi bayrağı ile politik-pratik olarak mahkûm edilmiştir. Lâkin Basel Kongresi, yaklaşan savaşın Emperyalist bir savaş olduğunu öngörüyor ve buna karşı tutumun gerici burjuva iktidarlara yedeklenme olan “anayurdun savunulması” değil, emperyalist savaş durumunun yarattığı ekonomik-siyasal toplumsal çelişkilerden yararlanıp, kapitalist egemenliğe son verecek olan proleter devrimi gerçekleştirmek olduğunu enternasyonal proletaryanın önüne tarihsel görev olarak koyuyordu. Bu temel ayrımdan dolayıdır ki, Lenin, temsil ettiği çizgi ile Ekim Proleter Devrimi ile emperyalist dünyayı sarsarken, II. Enternasyonal önderliği, emperyalist savaşta “anayurdu savunma” sosyal-şoven siyaseti ile proletarya ve ezilenlere ihanetini belgeliyordu.

Somut olarak Ortadoğu, Ukrayna, Kafkaslar, Pasifik sahasında emperyalist hegemonyaya dayalı emperyalist blokların, bölgesel denklemlerde sürdürdüğü emperyalist savaşlar döneminin içindeyiz. Bu savaşın emperyalist mahiyeti ve dünyanın yeni bölgelerine sıçrama tehdidi, emperyalizm-kapitalizm koşullarında dünyada barışın egemen olamayacağı ve haksız-gerici savaşların kapitalizmin kaçınılmaz ürünleri olduğunu tarif eder. Enternasyonal proletaryanın bu husustaki tarihsel deneyimleri komünistlerin güncellenecek referanslarıdır. Basel Manifestosu’nun işaret ettiği gibi, enternasyonal proletaryanın ilk görevi, emperyalist savaşın ortaya çıkardığı koşulları, proleter devrimlere dönüştürmektir. Lenin yoldaş, “savaşlar devrimlerin dölyatağıdır” sözüyle gerçekliğe tam isabet etmiştir. Dün olduğu gibi bugün de emperyalist savaşlara karşı proletarya ve ezilenlerin izleyeceği mücadele hattı budur: Savaşın yatağından devrim doğurmak! 

Pasifistlerden farklı olarak komünistler, savaşların kapitalizmin kaçınılmaz ürünleri olduğu ve savaşlara son vermenin yegâne yolunun proleter devrimlerden geçtiğini bilirler ve savaşların yarattığı derin toplumsal hoşnutsuzlukları, devrimci bir karşı koyuşa dönüştürmek için devrimci taktikler belirlerler. “Savaş kuşku yok ki, şiddetli bir bunalım yaratmış, yığınların kaygısını beklenmedik ölçüde arttırmıştır. Bugünkü savaşın gerici niteliği ile bütün ülkelerin burjuvazisinin kendi yağmacılık amaçlarına “ulusal” ideoloji sözü ardına gizleyerek söyledikleri hayasızca yalanlar, nesnel devrimci bir temele dayanarak, kuşkusuz, yığınlar arasında kıpırdanışlar yaratmaktadır. Bu duyguların bilinçli bir duruma gelmesi, derinleşmesi ve biçimlenmesinde yığınlara yardım etmek bizim görevimizdir. Bu görev ancak şu slogan ile doğru olarak ifade edilir. Emperyalist savaşı iç savaş durumuna çeviriniz. Ve savaş sırasındaki bütün tutarlı sınıf savaşlarını, ciddi bir biçimde yürütülen bütün ‘yığın hareketleri’ eninde sonunda bu amaca yönelmelidir. Güçlü devrimci bir hareketin, büyük devletler arasındaki birinci mi yoksa ikinci mi emperyalist savaş sırasında olacağını; savaştan önce mi, savaştan sonra mı patlak vereceğini şimdiden söyleyemeyiz, ama ne olursa olsun bizim görevimiz bu yönde sistemli olarak yılmadan çalışmaktır.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s. 24)

Gerek tek tek ülkeler komünist hareketi ve gerekse de uluslararası komünist hareketin mevcut durumu, emperyalist savaşları bu sınıf perspektifi ile fiili olarak karşılayacak örgütlülüğe sahip değildir. Bu komünist hareketin aşması gereken fiili zayıflıktır. Emperyalist savaşların uluslararası alanda yarattığı yıkım ve yoksulluk, burjuva iktidarların sosyal-demokratik kıyım politikaları, yığınlarda önemli bir tepki oluşturmuş, emperyalist savaş ve savaş koşullarına karşı, dünyanın birçok bölgesinde kitlesel ayaklanmalar yaşanmaktadır. Avrupa’da yayılan işçi grevleri, İran, Arap Yarımadası, Ortadoğu’da baş gösteren yığın hareketleri bunu ifade etmektedir. Yani savaş karşıtı kitlesel karşı koyuş, emperyalist sistemi hedef alıyor ve devrimci, komünist önderliğin zayıflığı bu kitlesel öfkeyi sisteme karşı köklü bir değişimin öznesi haline getiremiyor. İfade ettiğimiz gibi, bu tamamıyla komünist hareketin zayıflığıdır. Ama bu zayıflık, hiçbir tarihsel kesitte doğru devrimci siyaseti terk etme aracına dönüştürülemez. Lenin yoldaşın da ortaya koyduğu gibi, enternasyonal proletaryanın temel ilkeleri ile “bizim görevimiz bu yönde sistemli olarak yılmadan çalışmaktır”, mücadele etmektir.

Enternasyonal proletaryanın emperyalist savaşlara karşı aktif devrimci tutumunu, açıklamaya çalıştığımız bu siyasal çizgi üzerinden ortaya koyarken, komünistler açısından tek haklı savaş kriterinin bununla sınırlı olmadığını belirtmemiz gerekmektedir. Kapitalizm emperyalizm çağında, sömürge, bağımlı, ezilen ulusların durumu, komünistler açısından es geçilecek bir mesele değildir. Komünistler ulusalcı değildir ama tarihsel gelişmelerin ortaya çıkardığı ulusal soruna da kayıtsız değillerdir. “Ulusların, ne türden olursa olsun, ezilmelerine karşı savaşım vermeksizin, sosyalistler asıl büyük hedeflerine ulaşamazlar. Bu yüzden sosyalistler, ezen ülkelerin sosyal demokrat partilerinden, ezilen ulusların sözcüğün politik anlamıyla, kendi kaderlerini tayin hakkını, yani politik bağımsızlık hakkını tanımalarını ve bu hakkı savunmalarını istemelidirler. Büyük bir ulusun ya da sömürgeleri olan bir ulusun sosyalistleri, eğer bu hakkı savunmuyorlarsa şovenisttir.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s. 27)

Emperyalizm, sadece işçi sınıfı ve emekçi halklar üzerinde vahşi bir sömürü sistemi değil, bununla beraber emperyalist devletlerce mazlum ulusların askeri işgal ve ilhaklarla daha fazla ezilmesi ve bağımlı hale getirilmesidir. Emperyalizmin uluslar üzerindeki baskısına, işgal ve tahakkümüne karşı sosyalistler, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ve “her türlü ulusal eşitsizliklerle son” şiarı ile bir savaşım vermek durumundadırlar. Marks ve Engels’in, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” tespiti, ezen ya da ezilen ulus proletaryasının sınıf perspektifi açısından bugün daha da önemlidir. Sınıf bilinçli işçiler, kendi ulusunun başka bir ulusu ezmesine müsaade etmez, buna karşı proletarya enternasyonalizmi bayrağı ile mücadele eder.

Emperyalizmin bugünkü hegemonya dalaşı, bölgesel denklemlerde süren emperyalist savaşlarla sürecin ana yönünü tayin etmektedir. Emperyalist savaşın aktörleri (ABD-AB bloğu ile Rusya Çin bloğu başta olmak üzere), temsil ettikleri uluslararası tekelci sermayenin çıkarları gereği, tarihler boyu sürmekte olan ulusal sorunları denetimine almak amacıyla, ulusların “bağımsızlık” taleplerini bölgesel stratejilerine yedeklemek için, bir yandan ezilen ulusların “yanında dururken”, diğer yandan yağma ve yıkım üzerinden süren emperyalist savaşlarla yeni ulusal sorunlara neden olmaktadırlar. Bunun anlamı açıktır. Emperyalizm, ulusal sorunları çözme projesi ve dirayetine sahip değildir. Uluslararası mali sermayenin denetimi ve disiplini, işgal ve ilhaklarla sürecini sürdürmektedir. Kendi sürecine yedeklediği uluslara, sermayesinin çıkarları kadar nefes alma olanağı verirken, sermayesinin önünde engel olarak gördüğü ulus ve ulusal mücadeleleri, bölgesel ve uluslararası kuşatmalarla boğmak istemektedir. Rusya ve ABD denkleminde, asırlardır “TC” başta olmak üzere, bölgesel diktatörlüklerin milli zulmü altında olan Kürt ulusuyla ve Kürt Ulusal Hareketi’yle kurulmaya çalışılan ilişki buna çarpıcı örnektir. Emperyalizm çağında ulusal mücadele, emperyalizme karşı alması gereken pozisyon ve emperyalist güçlerin yarattıkları ulusal sorunlara yaklaşım tarzları bu yazımızın konusu değil. Kısa vurgu ile işgal ve ilhaklara karşı gelişen ulusal savaşların haklı mahiyeti ve komünistlerin yaklaşımını, bir anlayış temeline kavuşturmak istedik.

İşgal başta olmak üzere, her türlü ulusal baskıya ve milli zulme karşı bir ulusun savaşması haklıdır, meşrudur. Bu meşruluk başka ulusların, başka siyasal-ideolojik çizgilerin tanıdığı bir hak olmasından öte, bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının doğal sonucudur. Başka bir anlatımla, işgal ve ilhaka, milli baskıya karşı gelişen ezen ulusun savaşı haklı bir savaştır. Özellikle işgale karşı verilen ulusal bir mücadelenin haklı olması, komünistlerin bu haklı savaşı her tarihsel koşulda, koşulsuz destekleyecekleri anlamına gelmez. Komünistlerin haklı ulusal savaşı destekleyip desteklememesi, o ulusal savaşın mahiyeti ile alakalı bir durumdur. 

“Marksizm milliyetçilikle uzlaştırılamaz, isterse söz konusu olan milliyetçiliğin ‘en haklı’, ‘en saf’, en rafine ve medeni türü olsun” der Lenin, Ulusal Soruna Dair Eleştirel Görüş adlı broşüründe. Lenin, I. Enternasyonalde Marks ve Engels’in attığı temeller üzerinden ulusal hareketlere verdiği desteği biçimlendirmiştir. Ve Ulusal mücadeleye destek sorununu, öz olarak “soyut bir “ilke” olarak değil, kesin tarihsel sınırları içinde ve proletaryanın birliği-sosyalizm için sınıf mücadelesini güçlendirme ihtiyaçları açısından değerlendirmeye tabi tutmuştur. Yani Lenin, bir yandan “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını”, yani tercih bağlamında, ilgili ulusun burjuvazisinin ayrılma ve bağımsız bir devlet kurmasını proletaryanın tanıması gerektiğini savunurken, diğer yandan bunun yalnızca sınıf mücadelesinin ve proletaryanın çıkarlarına olduğu zaman desteklenmesi gerektiğini tarif etmektedir. “Proletarya, eşitliği ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir ve her ulusal istemi, her ulusun ayrılma hakkını işçilerin sınıf savaşımı açısından değerlendirir.” (Lenin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, 1914)

Lenin yoldaştan aldığımız bu tarihsel referansı bir başlıkta güncellemek ihtiyaçtır. Bir ulusal hareketin emperyalist gericiliği darbeleyip darbelememesi, emperyalist yayılmacılığın bir aracı olup olmaması, işgalci gerici güce karşı mücadele ederken, başka yayılmacı bir güçle birleşip birleşmemesi, komünistlerin bu savaşı destekleyip-desteklememe konusundaki tutumunu tayin eder.

Somut iki örnek olarak, bugün tarihler boyu inkâr ve imhaya dayalı Kürtlere milli zulüm uygulayan ve bölgesel emperyalist savaş konjonktürünü, Kürdistan’ın Batı ve Güney sahasını askeri olarak işgal eden tekçi-faşist “TC” egemenler sistemine karşı Kürt ulusunun haklı savaşını, komünistler desteklerken, (ki bu destekten öte Maoist Komünistler açısından sosyalist devrim programı ekseninde çözüme kavuşturulması perspektifi ile ele alınmaktadır), Rusya’nın fiili olarak Ukrayna işgali ile Zelenskiy önderliğinde işgale karşı geliştirilen haklı savaşı desteklememektedir. Kaba metafizik anlayışla bakılacak olursa, her iki savaşta işgale karşıdır, haklıdır, o zaman desteklenmelidir… Böyle bir soyutlamadan öte, kesin tarihsel sınırlar ve verilerle bakmak icap etmektedir. 

Ulusal bağımsızlığını kazanan Ukrayna, Zelenksiy hükümeti ile emperyalist hegemonya dalaşında ABD-AB bloğunun emperyalist yayılmacılığının bir aktörü olmuştur. NATO şemsiyesi altında bir başka emperyalist güç olan Rusya-Çin bloğunu kuşatmak için ABD-AB emperyalist güçlerinin hamlesinin bir parçası olmuş ve Rusya bu emperyalist çatışmada, karşı hamle olarak Ukrayna’yı işgal etmiştir. Rusya’nın Ukrayna işgali haksızdır ve Ukrayna’nın, önderliği ne olursa olsun, işgale karşı savaşı haklıdır. Ama emperyalist dalaşın bir tarafı, emperyalist yayılmacılığın bölgesel bir aktörü olan Zelenskiy önderliğindeki bu işgale karşı savaş, komünistler tarafından desteklenmez, emperyalist savaş olarak teşhir edilir ve Ukrayna proletaryasına, işgale ve Zelenskiy gericiliğine karşı, proleter devrimci iktidar perspektifi ile savaşma çağrısı yapar. Çünkü Ukrayna sahasında yaşanan savaş emperyalist bir savaştır, bu savaşta enternasyonal proletaryanın tarafı, emperyalist savaşa karşı sosyalizm mücadelesidir.

Kürt Ulusal Mücadelesi açısından ise durum farklıdır. Tarihsel ve sürmekte olan bir haksızlık olarak, “Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı”, gasp edilmiş, inkâr ve imhaya dayalı bir barbarlıkla Kürt Ulusu tekçi faşist zihniyetler tarafından milli zulme uğramaktadır. İnkâr ve soykırım o denli derinleşmiş ki, bugün emperyalist bölgesel savaşların oluşturduğu siyasal denklemleri fırsata dönüştürüp, kısmi ulusal demokratik haklar kazanması dahi, “TC” başta olmak üzere, bölgesel diktatörlükler tarafından tasfiye edilmek istenmektedir. Askeri işgallerle imhaya dayalı bir savaş konsepti dayatılmaktadır. Tam da bu kesitte, Kürt Ulusal hareketi, herhangi bir emperyalist gücün yayılmacı aracı olarak değil (aç. ST), haklı, meşru, ulusal hakları için devrimci bir savaş sürdürmektedir. Bazı tarihsel koşullarda, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin arasındaki çatışmalardan faydalanması, siyasal konjektürel gelişmelerden kaynaklı bazı güçlerle “ilişkiler” geliştirmesi, daha da ötesi, çizgisel problemlerin evrimi olarak ileride kapitalist dünyanın bir parçası olacak bir devletleşmeye gitmesi, Kürtlerin bugün sürdürdüğü haklı ulusal savaşın mahiyetini değiştirmez ve komünistler bu savaşın yanında dururlar.

Komünistler, bir ulusal savaşı desteklerken, çözüm perspektiflerini, gelecek ufkunu bu ulusal taleplerle sınırlamazlar. Tayin edici olan sınıf mücadelesidir ve insanlık, karşı devrimci sınıfı alt ettikçe özgürlüğe ve barışa ulaşabilir. Kapitalist dünyanın yarattığı tüm toplumsal sorunları, sosyalist devrim programında çözüme kavuşturmak komünistlerin stratejik planıdır. Ve bu plan, somut tüm toplumsal sorunlarla devrimci savaş zemininde alakadar olmakla başarılır. Lenin yoldaşla bu konuyu noktalayalım. “Tarihin diyalektiği öyledir ki, emperyalizme karşı savaşımda bağımsız bir etken olarak güçsüz olan küçük uluslar, asıl anti-emperyalist kuvvetin, sosyalist proletaryanın sahneye çıkmasına yardım eden mayalardan biri, basillerden biri rolünü oynar… Eğer, proletaryanın sosyalizm uğruna büyük kurtuluş savaşında, bunalımı derinleştirmek için emperyalizmin şu ya da bu yıkımına karşı her halk hareketinden yararlanmayı bilmezsek, pek zayıf devrimciler oluruz.”

Sonuç olarak; ABD-AB emperyalist bloğu ile Rusya Çin emperyalist bloğu arasında (ve bu güçlerin şemsiyesi altında konumlanan bölgesel gerici güçler arasında) cereyan eden tekelci emperyalist sermayenin dünyayı paylaşım kavgasının, daha önce yaşanmış iki büyük emperyalist savaşlar tarzına evrilip evrilmeyeceği sorusu, mevcut bölgesel tarzda süren emperyalist savaşların, yıkıcılığı ve vahşetini öteleme riski taşır. Esas olan şudur: Emperyalizm koşullarında, ulusal ve uluslararası tekellerin derin kapışması, dünyayı yeniden paylaşım ve derinleşen hegemonya krizi, emperyalist savaşlarla yol almaktadır. Ve savaş bu emperyalist nitelikle, yayılma trendindedir. Yani günümüz, emperyalist açık kriz ve bu krizlerin doğurduğu savaş sürecidir. 

Ama toplumsal gelişimi belirleyen sadece bu emperyalist yön değildir. Dünya aynı zamanda yığın hareketleriyle, savaş karşıtı gösterilerle, işçi ve emekçilerin grevleriyle, kadınların direnişleriyle, ulusal ve sosyal başkaldırılarla, isyanlar ve bu isyanların mayaladığı proleter devrimler dünyasıdır da. Lenin yoldaşın tarihsel tespitini yeniden vurgulamak istiyoruz. “Savaşlar, devrimin dölyatağıdır”. Sınıf mücadelesi tarihinin tanıklık ettiği üzere, gerici dünyanın böylesi derin krizleri ve yayılmacı barbar savaşları, isyan ve devrimler ocağıdır. Son iki yılda pandeminin saldığı korku bulutları, emperyalist savaşların can yakıcı sonuçlarıyla dünya genelinde dağılmakta, dünyanın birçok kritik coğrafyasında, yığınların yeni bir dünya arayışı da ivme kazanmaktadır. 

Kapitalist sistemin çıkış tünelleri kapanmıştır. Çözümsüzlüğünü tekrarlamaktan öte bir şey yapamıyor. Emperyalist savaşlarla yığınların önüne tehlikeler taşıyan bu sistem, devrimci mücadelenin dinamiklerini de harlıyor, kitleler savaş bölgelerinden emperyalizmin metropollerine öfke duyuyor. Bu öfkeyi büyütmek, barbar düzene karşı örgütlü hale getirmek, her ülke komünist hareketinin, ülke ve enternasyonal düzlemde devrimci görevlerini omuzlaması ile olanaklıdır. Emperyalist savaşlara karşı sosyalizm mücadelesi, halkların emperyalist kamplaşmada kıyımdan ve kırımdan geçirilmesine karşı enternasyonal proletaryanın ve dünya halklarının mücadele birliği her zamankinden daha yakıcı bir görev haline gelmiştir.



Temmuz 2025
PSÇPCCP
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031 

More in Editörün Seçtikleri