
Emperyalist-kapitalist düzenin sebep olduğu kriz, çatışma ve savaşların yoğunlaştığı bir süreçte tüm dünya kadınları yeni bir 25 Kasım’ı karşılıyor. 25 Kasım’ı hem tarihi anlamına uygun hem de bugünün açığa çıkardığı ihtiyaçlara cevap olacak bir mücadele pratiğiyle karşılamak sürecin önemli bir görevi olacaktır.
Emperyalist sistemin yaşadığı açmaz ve krizler gerçeği emperyalistleri yeni arayışlara iterken, bu arayışın her zaman olduğu gibi yine tüm yükü emekçi ve ezilen halklara fatura edilmektedir. Bunun sonucunda da emekçi ve ezilen dünya halkları üzerindeki yoksulluk, açlık ve savaş kıskacı gün geçtikçe daralmaktadır.
Emperyalist blokların dünya hegemonyası uğruna giriştikleri mücadelede, milyonlar kurban edilmekte, kitlesel kıyımlardan geçirilmekte, göç yollarında ölüme gönderilmekte ve açlığa mahkûm bir yaşama sürüklenmektedir. Doğanın fütursuzca tahribi sonucu adeta yapay felaketler oluşmakta, bu yapay felaketlere her gün bir yenisi eklenmektedir. Emperyalist sistemdeki çelişkiler o denli keskinleşmiştir ki sömürücülerin gerçek yüzlerini saklamak için takındıkları maskeler bir bir dökülmektedir. Burjuva demokrasisinin, özgürlüğünün, eşitliğinin, adaletinin, işçi sınıfı, emekçiler ezilen uluş, milliyet, cins ve inançlar için birer safsatadan ibaret olduğu gerçeği giderek daha iyi görülmektedir.
Emperyalist sistemde yaşanan gelişmelerden bağımsız olarak düşünülemeyecek olan Türkiye/Kuzey Kürdistan’da, emperyalist sistemde yaşanan gelişmelerden bağımsız olmayan bir süreç yaşamaktadır. Bir avuç zengin dışında etkisi toplumun geneline yayılmış olan ekonomik krizin giderek ağırlaşması ve yaşamanın her alanını güçlü bir biçimde etkilemesiyle ilerlemektedir. Bir tarafta hâkim sınıflar arasındaki çelişki ve mücadele devam ederken diğer taraftan hâkim sınıflar ile emekçi ve ezilen halklar arasındaki çelişkilerin derinleştiği ve mücadelenin geliştiği bir süreçten geçmekteyiz. Uzun bir zamandır birçok sektörde yaşanan işçi-emekçi grev ve direnişleri, yaşam alanlarını savunan köylülerin mücadeleleri, cumartesi annelerinin-insanlarının-kararlı duruşu, Faşist iktidarın işçi sınıfı, emekçi ve ezilen halklardan büyük bir aymazlıkla istediği ‘fedakarlığa’ verilen en dolaysız cevaplar olurken, tüm bu mücadele alanlarında kadınların direnişteki rolü de giderek daha belirgin hale gelmektedir
Kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik saldırılar bilinçli, sistematik ve örgütlüdür!
AKP’nin 21 yıllık iktidar sürecinde, sistematik ve özel saldırı politikalarıyla karşı karşıya kalan kadınlar ve mücadeleci kadın hareketi gelinen sürecin de hedefi durumundadır. En koyu faşizm şartları altında dahi mücadelesinden ve direnişinden taviz vermeyen kadın hareketi, toplumsal mücadelenin en dinamik kanadını oluşturmaya da devam etmektedir. Kadın hareketi bu özelliğiyle faşist iktidar için ezilmesi gereken bir güç olarak görülmekte, gelişmesinin önü alınmaya çalışılmaktadır. Bu nedenle gündeminden hiç düşürmediği kadın ve LGBTİ+ düşmanı politikalarını seçimler sonrası da gündeminin ilk sıralarına yerleştirmiştir.
HÜDA-PAR, Yeniden Refah Partisi ve Saadet Partisi’nin de Meclis’e girmesiyle oluşan kadın düşmanı gerici koalisyonla birlikte seçim öncesi savunduğu politikaların ve söylenen sözlerin uygulanmasına hız vermiştir. Yapılması planlanan Anayasa değişikliği ve 6284 sayılı yasanın gündeme getirilmesi, kadınların son hukuksal kazanımlarının da gasp edilme hedefi, kadınlar için yaşamın ve yaşam alanlarının daha da daraltılması, anlamına gelmektedir. Mesele yalnızca bir yasal düzenlemeyle de sınırlı değildir, bu yasal düzenlemeyle birlikte kadınların var olduğu özel ve kamusal tüm alanları yeniden şekillendirmek amaçlanmaktadır.
Dahası, kadınların eve hapsedilerek kadının “aile”ye indirgendiği veya kadının yalnızca “aile” ile anıldığı yeni bir yaşam tarzının hedeflendiği söylenebilir. Yasal düzenlemeler dışında aynı zamanda din, eğitim, cemaatler, bakanlıklar, yargı, medya gibi toplum üzerinde önemli etkide bulunan kurumlar aracılığıyla da kadınlara ve farklı cinsel yönelimlere dönük yeni saldırı sürecinin startı verilmiş durumdadır. Vakıflar eliyle çıkartılan din-eğitim kitaplarında çocuk evliliklerinin, kadına yönelik şiddetin meşru görülmesi, okulların vakıf ve cemaatlerin hizmetine sunulması, din adamlarının kamuoyuna dönük olarak kadına yönelik şiddeti meşru gören, çocuk evliliğini savunan ve farklı cinsel yönelimlere dönük nefret açıklamaları ve kadına yönelik şiddete cezasızlıkların daha sık gündem olması bunun örnekleridir.
İktidarın bu planlarının yaşam bulması; kadınların tüm yaşamının aile içerisine hapsedilmesi, tamamen erkeğe mahkûm duruma getirilmesi ve aile içi şiddetin daha fazla artması demektir. Kısacası kadınlar için yaşamın kölelik koşullarından farklı olmaması ve bağımlılığın derinleşmesi demektir.
Kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik saldırılar bir tesadüf olmayıp aksine bilinçli, sistematik, örgütlü uzun vadeli bir plan çerçevesinde yürütülmektedir. Kadınların aile ve erkeğe daha fazla mahkûm edilmesi, kadınların çalışma yaşamını da etkileyecek emekçi kadınların zaten mevcutta var olan eşitsiz çalışma koşullarını ve dolayısıyla sömürülmesini daha da güçlendirecektir. Güvencesiz, esnek, düşük ücretle çalışma şartları mevcutta olandan da fazla kötüleşecektir. İşçi ve emekçi kadınlar hak gasplarıyla daha fazla karşı karşıya geleceklerdir. Uygulanan cezasızlık ve katillere davetiye çıkaran teşvik politikaları evde ve sokakta kadın kırımına dönüşürken, erkek egemen sistemden beslendiği tartışmasız olan bu erkek şiddeti önümüzdeki süreçte hız kesmeden devam edecektir.
LGBTİ+’ların yok sayılması ve bizzat iktidar tarafından doğrudan hedef gösterilmesi LGBTİ+’lara ve örgütlülüklerine dönük yürütülen saldırıların daha da yoğunlaşmasını beraberinde getirecektir. Barınma hakkının elinden alınması, çalışma/üretim alanlarından dışlanması, bir bütün olarak toplumun sosyal-siyasal-ekonomik-kültürel yaşamının tümünden uzaklaştırılarak görünürlüğü ve varlığını silikleştirme hedefli saldırılar toplamı bunun örnekleridir. Tabii tüm bunlar erkek egemen sistemin ve faşist iktidarın hedefleridir fakat ne kadar yaşam hakkı bulup bulmayacağı ise kadın hareketinin ve LGBTİ+’ların örgütlü mücadelesiyle belirlenecektir. Ki kadın hareketinin gelmiş olduğu düzey bu gerici yeni saldırı dalgasının kadınların ve LGBTİ+’ların mücadelesiyle kırılacağının en temel göstergesidir. İşte böylesi bir gerçeklikte tıpkı Mirabel kardeşlerin faşizme ve erkek egemenliğine karşı mücadelesinde olduğu gibi 25 Kasım’ı da faşizme ve erkek egemenliğine karşı mücadeleyi militanca direnişin günü haline dönüştürmek önemlidir.
Günün sorumluluğu birleşik devrimci kadın mücadelesini büyütmektir
Bugüne kadar ki kadın hareketinin mücadele deneyimi göstermiştir ki, bunun için öncelikli yapılması gereken birleşmek, birleşerek Birleşik Devrimci Kadın Mücadelesini büyütmektir. Parçalı olan, yerel kalan, kendiliğinden gelişen ama sürekli alanlarda olan kadın mücadelesinin birleştirilmesi-buluşturulması görevi önceliklidir. Güçlü bir kadın hareketi inşa edebilmek ve bu hareketin mücadelesinde kazanımlar elde edebilmesi için geniş kadın kitlelerinin birleşik devrimci eyleminin geliştirilmesi zorunluluktur. Kısmi bir mücadele pratiğiyle değil kapsayıcı ve daha geniş bir mücadele hedefi pratiğiyle sürece cevap olmak önemli bir görevdir. Erkek egemenliğine/erk egemen sisteme karşı mücadele, faşizme karşı mücadeleyle birlikte geliştirilmeli, yani Mirabel kardeşlerin mücadele ruhuna uygun bir çizgide yürütülmelidir.
Aynı zamanda mücadeleci kadın hareketinin diğer toplumsal mücadelelerle buluşmasının önemsenmesi, diğer direniş odaklarıyla ortak noktaların ve ortak hedeflerin belirlenerek birlikte hareket etme kabiliyetinin arttırılması gibi gibi bu yönlü atılacak adımlar da faşizme karşı güçlü bir mücadele dinamiği açığa çıkaracaktır. Ne var ki bu görevlerin yerine getirilmesi güçlü ve sarsıcı bir mücadelenin sergilenmesi kendiliğinden gerçekleşecek bir şey olmayıp aksine bilinçli bir müdahaleyi şart koşmaktadır. Yalnızca genel çağrılar yapmakla bahsedilen görevlerin yerine getirilmesinin sağlanamayacağı açıktır. Ortaya konulan siyasetler somutta uygulanmadıkça doğruluğu ve yanlışlığı sınanamaz ve hiçbir siyaset kendiliğinden başarı elde edemez. Bu nedenle siyasetlerimizin güne uyarlanarak doğru yöntemler aracılığıyla geniş kadın kitleleriyle buluşturulması ve örgütlenmesinde önderlik edilmesi gerekmektedir. Buradaki temel sorumlulukta öncelikle devrimci-sosyalist ve komünist kadın hareketlerine düşmektedir. Sürecin seyircisi değil, öznesi, yönlendiricisi ve örgütleyicisi olarak bu güçler rolünü oynamalı, komünist özgürleşme perspektifiyle birleşilebilecek tüm güçlerle birleşilmelidir.
Faşizmin on yıllardır sürdürdüğü kadın düşmanı politikalar karşısında geri adım atmayan kadınlar bugün dünden daha güçlü, daha tecrübeli ve mücadelede daha ısrarcıdırlar çünkü kadınlar bugüne kadar elde ettikleri tüm kazanımları mücadele ederek ve bedel ödeyerek elde ettiler. Kendilerine dayatılan kölece yaşamı ve önlerine konan sınırları aşa aşa ilerlediler ve mücadele bayraklarını yücelttiler. Bundan sonrada aynı azim ve iradeyle mücadele ederek, örgütlenerek ilerleyecek, birleşerek ve değiştirerek özgürleşecektir. Erkek egemenliği ve faşizmin saldırılarına karşı mücadeledeki süreklilik kadar, ezilen ve sömürülen kadının birliğini, kadın mücadelesinin merkezine oturtmak da özgürleşmede belirleyici tarihsel bir görevdir. İşçi ve emekçi kadının özgürleşme kavgası bu perspektifle büyütülmeli, tüm hayat alanlarında kadınların ve LGBTİ+’ların sesi erkek egemenliğine, sömürüye, şiddete, işgale, emperyalist savaşa karşı bir güce bir yaptırıma dönüşebilmelidir.
25 Kasım’ın anlamını tekrarlarsak: Kadınlar bugüne kadar erkek egemen tahakkümü üreten kapitalist emperyalist sisteme, faşizme ve sömürgeciliğe, karşı mücadelede elde ettikleri tüm kazanımları bedel ödeyerek elde ettiler. Nihai özgürleşme hedefine de aynı bilinç ve kararlılıkla ulaşacağını biliyor artık: Örgütlenmek, dövüşmek ve özgürleşmek! Zincirsiz bir yaşamın özeti budur…
Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.








