Connect with us

Editörün Seçtikleri

Bir Kez Daha Marksizm’de Ulusal Sorun ve Somut Gelişmeler

Günümüzde yükselen ulusal hareketlere ilişkin ortaya atılan oldukça renkli siyasal düşünceler ve ideolojik yaklaşımlar göz önüne getirildiğinde, kendilerine sosyalistim diyenlerin bile Marksizm’den nasıl koptukları, ezilen sömürge ulus burjuvazisinin değirmenine nasıl su taşıdıklarını veya ezen ulus hamiliğine soyunduklarına tanıklık etmekteyiz. Her iki anlayışın zemin bulduğu pek çok pratik örnekler var.

“Rusya’da karşı-devrim dönemi yalnızca “yıldırım ve gök gürültüsü”nü değil, ama hareket karşısında düş kırıklığını, ortak güçlere inançsızlığı da getirdi. Önceleri “parlak bir geleceğe” inanılmıştı, milliyetlerden bağımsız olarak, birlikte savaşılıyordu; her şeyden önce ortak sorunlar! Daha sonra içe bir kuşku girdi ve insanlar, herkes kendi ulusal yuvasına dönmek üzere, birbirlerinden ayrılmaya başladılar; kimse kendinden başka kimseye güvenmesin! Her şeyden önce “ulusal sorun”!” (Stalin)

Neden böyle bir giriş yapma gereği duyduğumuzu büyük bir ihtimalle herkes merak etmiştir. Merak iyidir, çünkü insanı araştırmaya, incelemeye iter. Kalıplarını kırmaya, “zincirlerinden” kurtulmaya götürür. Zincirler, sadece kapitalizmin boynumuza astığı sömürü zincirleri değildir. Bazan kendimiz de kendimizi pekâlâ zincirlemekteyiz. Dogmatizme saplanıp kalmak gibi.

Türkiye- Kuzey Kürdistan coğrafyasında milliyetçilik dalgası, Kemalizm adı altında emekçi halk yığınlarını hiç bu kadar kolayca peşine takma imkanlarına sahip olmamıştı. Hele de Kaypakkaya yoldaşın, devletin resmî ideolojisi olan Kemalizm’in gerçek yüzünü teşhir ettikten sonra. Bunda AKP iktidarının yoz İslamcı ideolojisinin payı olduğu kadar, komünist hareketin objektif ve subjektif nedenlerden kaynaklı gerilemesinin de payı var. Şu bir gerçek ki, komünist hareket ne kadar güçten düşerse, milliyetçilik çiçekleri de o denli güçlü açma fırsatını yakalar. Bu nedenle sosyalistlerin bu konudaki görevi milliyetçiliğin teşhirini yapmak yığınları bu genel “salgın”dan korumak ve enternasyonalin denenmiş bayrağı altında toplamak. Ezen ulus milliyetçiliğine karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirirken, ezilen, sömürge veya ilhak edilmiş ulusların şovenist ideoloji ve siyasetleriyle de uzlaşmamalıdır. Proletaryanın bir tek bayrağı vardır, o da enternasyonalist bayrağıdır.

Her şeyde olduğu gibi, ulusal meselede de zaman, mekân, olanaklar, imkanlar önemli ve sürecin akışına göre değişkendir. Ekim Devrimi sonrasında ulusal uyanışlar ve kurtuluş mücadeleleri, Stalin’in dediği gibi “parlak bir geleceğe inanç ve milliyetlerden bağımsız olarak, birlikte savaşma” anlayışı ve proletaryaya duyulan güven üzerinden şekilleniyordu. Ulusal kurtuluş mücadeleleri, proletarya devriminin bir bileşkeni olarak ele alınıp değerlendiriliyordu. Bu gerçek, kuşkusuz bugün de geçerliliğini koruyor. Ama dünün pratiği ile bugünün pratiği arasında dağlar kadar farklılıklar var. Teorik olarak yapılan doğru savunuların, pratikte neden karşılık bulmadıklarını tartışmak durumundayız.

Bu makalenin amacı, bazı kafa karışıklıklarını Marksist anlayış üzerinden gidermek, günümüzün ulusal hareketlerine ışık tutmaktır. Bunu söylerken kimseyi küçük görme gibi bir kibir saplantısı içinde değiliz Yanlış veya eksik gördüklerimizin yerine, Marksist bir pencereden bakarak, doğruları koymaya çalışmaktır amacımız. Komünistler bunu yapamazsa ulusal meselelerde ve yükselen milliyetçilik dalgası karşısında bocalayıp, asıl görevleri olan sınıf mücadelesi görevlerini yerine getirmekte zorlanacaklardır.

Şimdi, ulusal meseleleri Marksist bir çerçeve içinde özet olarak irdelemeye çalışalım.

Ulusal mücadele ve komünist tutum

Temel başlıklarıyla sorun ele alındığında, günümüz ulusal meselelerine de daha doğru ve sosyalist devrim ve ezilen halkların lehine doğru sonuçlar çıkartma imkanını yakalamış olacağız. Özellikle günümüzde yükselen ulusal hareketlere ilişkin ortaya atılan oldukça renkli siyasal düşünceler ve ideolojik yaklaşımlar göz önüne getirildiğinde, kendilerine sosyalistim diyenlerin bile Marksizm’den nasıl koptukları, ezilen sömürge ulus burjuvazisinin değirmenine nasıl su taşıdıklarını veya ezen ulus hamiliğine soyunduklarına tanıklık etmekteyiz. Her iki anlayışın zemin bulduğu pek çok pratik örnekler var. Örneğin; Filistin, Kürdistan, Afganistan, İspanya, Ermenistan-Azerbaycan sorunu, Ukrayna vb. meselelerde çok farklı anlayışların ileri sürüldüğüne hep birlikte tanıklık etmekteyiz. Bu farklılıkların temelinde ya Marksizm’e inançsızlık ya da kavrayışsızlık var.

Bilindiği gibi ulus, “yalnızca tarihsel bir kategori değil, ama belirli bir çağın, yükselen kapitalizm çağının tarihsel bir kategorisidir. Feodalizmin tasfiye ve kapitalizmin gelişme süreci, aynı zamanda insanların uluslar biçiminde kuruluşu sürecidir.”

Ulusal sorunun esas özünü hiç kuşku yok ki pazar sorunu oluşturur. Burjuvazinin esas amacı, elindeki malını pazara sürmek ve bir başka ulusun burjuvazisi ile girdiği rekabetten zaferle çıkmak. Tabi bu, daha çok serbest rekabetçi dönem için geçerli bir durumdur. Bugün artık pazara mal sürmekten çok (ki bunu da yapmaktadır), sermaye ihraç ederek, geri bıraktırılmış ulusları borçlandırarak kendisine bağımlı hale getirmektedir. “Pazar, burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği ilk okuludur.” Ama işlerin her zaman sadece pazarla sınırlı olmadığını da Marksizm bize anlatır. Egemen olan hâkim ulus burjuvazisi, pazarı sıkı sıkıya elinde tutabilmek için, ezilen ulus burjuvazisi ve halkına karşı bir dizi kısıtlayıcı baskı yöntemlerine de başvurur. Savaşım, iktisadi alanla birlikte siyasal alana da kaydırılmış olur.

Ezilen ve sömürgeleştirilmiş ulusun sıkıştırılan burjuvazisi, elbette harekete geçip, pazarına sahip olmak isteyecektir. Bunu yapmak ve kendi lehine bir sonuç elde etmek için, kendi sınıf sorununu sanki bütün halkın sorunuymuş gibi göstererek, “kendi halkı’nı ezen ulus burjuvazisine karşı örgütlenip mücadeleye çağırır. Kitlelerin bu çağrılara genellikle kayıtsız kalmadığını biliriz. Söz konusu olan, ulusal kimlik ve “vatan” olunca, “kendi “burjuvazisinin bayrağı altında toplanıp ordulaşmak daha kolay olabilmektedir. Ulusal hareket gücünü, esas olarak geniş katılımlı köylülük ve proletaryadan alır. Genelde köylülüğü demeyelim ama, proletaryanın burjuva milliyetçiliği bayrağı altında saf tutup tutmaması sınıf çelişkilerinin gelişme, bilinç ve örgütlenme derecesine bağlıdır. “Bilinçli proletaryanın kendi denenmiş bayrağı vardır ve onun için burjuvazinin bayrağı altında saflara girmenin hiçbir gereği yoktur.” der ustalar.

Genel olarak ulusal hareketlerin talep ve içeriği her yerde bir ve aynı olmayabiliyor. “Bu içerik, hareket tarafından formüllendirilen çeşitli istemlere bağlıdır. İrlanda’da, hareket, tarımsal bir niteliğe; Bohemya’da, bir ‘dil’ sorunu niteliğine bürünür; şurada yurttaş eşitliği ve din özgürlüğü, burada, “kendi” memurları ya da kendi diyeti istenir.” Bütün bunlarla birlikte ulusun kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkı içerisinde en önemlisi de kuşkusuz ayrılma, ayrı devlet kurma hakkıdır. Bu haklar, komünistler açısından tartışmasız demokratik haklardır. Ezilen ulus, istediği yönde hakkını tayin etme hakkına sahiptir. “Kendi kaderini tayin etmesi demek, ulusun istediği biçimde örgütlenebilmesi demektir. O, kendi yaşamını özerklik ilkelerine göre örgütleme hakkına sahiptir. O, öbür uluslarla federatif bağlar kurma hakkına sahiptir. O, büsbütün ayrılma hakkına sahiptir. Ulus egemendir ve tüm uluslar eşit haklara sahiptir.”

Bu genel demokratik hakkı ortaya koyarken, meselenin özünü de es geçmemek gerekir. Bu öz, “burjuva sınıfların kendi aralarındaki bir savaşım olduğu”dur. Bu savaşımda, ezilen ulus burjuvazisi genellikle proletaryayı peşine takmayı, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanmayı pekâlâ başarmaktadır. “O zaman ulusal savaşım, görünüşte, ama ancak görünüşte, bir “genel halk hareketi” niteliğini kazanır. Özünde, ulusal savaşım, her zaman burjuva nitelikte, yalnızca burjuvazi için yararlı ve istenir olarak kalır.” Ama bu böyledir diye, proletaryanın, hâkim ulus burjuvazisinin anti-demokratik uygulamalarına karşı savaşmaması, mücadele etmemesi sonucu da çıkartılamaz. Çünkü bütün baskıcı ve yasakçı uygulamalar, ezilen ulus burjuvazisinden daha çok, proletaryaya ve emekçi kitlelere zarar verir. Proletarya bu meşru mücadele hakkını kullanırken, kendi sınıf çıkarlarına ters bir başka tehlikeli zemine de düşmemelidir. O tehlike, sınıflar savaşımı gerçeğinden kopup, ulusal meselede sanki burjuvazi ile proletaryanın “ortak” sınıf sorunları varmış tehlikesidir. Demokratik temelde elbette ortak çıkarlar söz konusudur, ancak sınıfsal çıkarlarda asla. Tamda bu noktada proletaryanın sınıf uyanıklığı devreye girmek zorundadır. Aksi taktirde, proletaryanın sınıf çıkarlarına gölge düşer ve “kendi” burjuvazisinin kölesi konumuna gelir. Yağmurdan kurtulayım derken, doluya tutulması içten bile değildir.

Komünistler açısından bu şu anlama gelir: “Elbette bu, sosyal- demokrasinin, ulusun ne olursa olsun bütün istemlerini savunacağı anlamına gelmez. Ulus, eski düzene dönme hakkına da sahiptir ama bu sosyal – demokrasinin, söz konusu ulusun şu ya da bu kurumunun böyle bir kararını onaylayacağı anlamına gelmez. Proletaryanın çıkarlarını savunan sosyal -demokrasinin ödevleri ile, çeşitli sınıflar tarafından oluşturulmuş bulunan ulusun hakları, iki ayrı şeydir.” Yani, bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı olan demokratik hakkı ile, yine o ulusun gerçek anlamda özgürleşmesi mi, yoksa burjuvazinin sınıf çıkarları doğrultusunda mı hakkını kullanıldığı bir ve aynı şeyler değildir. Doğal olarak komünistlerin tutumu da buna göre şekillenecektir. Ama, ezilen ulus hakkını her ne şekilde kullanırsa kullansın, komünistlerin tutumunda şiddet kesinlikle söz konusu bile olamaz. Doğru olanı fiili olarak destekler, yanlış olana karşı siyasi ve ideolojik mücadele vermekten imtina etmez. “Ulus üzerinde uygulanan zorbalıklara karşı savaşım veren sosyal – demokrasi, söz konusu ulusun emekçi katmanlarının onun zararlı alışkı kurumlarından kurtulmasını sağlamak için bu alışkı ve kurumlara karşı ajitasyon yapmaktan hiçbir zaman geri kalmayarak, sadece ve sadece ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını savunacaktır.” der Stalin. Komünistlerin konuya dair tartışmasız tutumu, işçilerin sınıf savaşımını, ulusların ulusal savaşımına uyarlamak gibi bir tutum değildir. Çünkü ulusal hareketler (eğer işçi sınıfının önderliğinde değilse), özünde burjuva nitelik taşıyan hareketlerdir.

Demokratik bir muhtevaya sahip olması ayrı, sınıfsal muhtevası ayrı bir şeydir. Kafaların en çok karıştığı nokta da burası. Yani, hareketin esas olarak neye hizmet ettiği, hangi sınıfın çıkarlarının esas alındığı, komünist hareketle olan ilişkileri, öte yandan emperyalizme darbe vurup vurmadığı vb. vs. gibi konular genellikle es geçilmekte, ulusal şovenist bir anlayışa düşülebilmektedir. Çok bariz ve açık yanlışlara ya ses çıkartılmıyor ya da çeşitli kılıflar uydurularak üstü örtülmeye çalışılıyor. Bunun ne ulusal harekete ne de sosyalist harekete zerre kadar faydası yoktur, olamaz da. Ulusal hareketin muhtevası ne denli önemliyse, hareketin önderliği ve yönelimi de bir o kadar önemlidir. İkisi ayrı ayrı şeylerdir. Birincisi, tartışma götürmez demokratik haktır; ikincisi, siyasi, ideolojik ve sınıf çıkarlarına göre yapılacak olan tercihtir. Emperyalizmi geriletip, sosyalist devrime mi hizmet ediyor, yoksa, tersi bir durumda mıdır? Demokratik bir hak olan birinci şık tartışmasız desteklenirken; “proletarya, her ulusal hareketi, her zaman ve her yerde, her özel somut durumunda desteklemelidir anlamına gelmez. Desteklenmesi söz konusu olan ulusal hareketler, emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran hareketler değil, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran hareketlerdir.”

YD’nin tutumu ve Kürt ulusunun durumu

Marksizmin bu genel anlayışını ortaya koyduktan sonra, günümüz ulusal hareketlerine, esas olarak da bizi çok daha yakından ilgilendiren Kürt Ulusal Hareketine dönüp bakmakta fayda var. Sadece polemik olsun diye değil, birbirimizi daha iyi anlamak adına Yeni Demokrasi dergisinin 11 – 25 Aralık sayısında ki konuya ilişkin “Kolektif Doğrultu” bölümünde ortaya koyduğu anlayış üzerinden yol almaya çalışalım.

Yeni Demokrasi, sorunu çeşitli boyutlarıyla irdeledikten sonra, haklı olarak sorgulayıcı bir tutum ortaya koyuyor. Tutum, doğru ve haklı, ancak topu taca atmayı daha uygun görmek gibi bilimsel gerçeklikten uzak durmayı tercih etmiştir. Şöyle diyor;

Halihazırda özellikle Kuzey ve Doğu Suriye’deki PYD otoritesinin emperyalist odaklar ve İsrail tarafından korunmakta olduğu görülüyor. Özellikle ABD’nin bu konuda geri adım atması beklenemez.” Burada ilk akla gelen soru şu oluyor. Karşılıklı yaratılan bu tutum sonucunda emperyalizmi geriletmek mümkün mü; ya da bu tutum bölgede emperyalizmi güçlendiriyor mu? Emperyalistler bir durumu destekliyorlarsa, onda mutlaka bir çıkarları vardır ve onu kendi menfaatleri doğrultusunda kullanacaklardır. Bu, tartışmasız böyledir. Bunun ne anlama geldiğini Marksistler açık açık ifade ediyor, biz de yukarıda ustalardan yaptığımız alıntılarla ifade etmeye çalıştık. Hele de özerk, federatif veya devlet olarak oluşacak yeni oluşum ekonomik ve siyasal olarak yeterince “güçlü” bir oluşum değilse, emperyalistlerin denetimine girmesi kaçınılmazdır. Yani, emperyalistleri zayıflatma, geriletme şansı yok gibidir. Bu durumda komünistlerin eleştirel tutumu açık ve net olmak zorundadır.

Yazının bir başka bölümünde, Baas rejiminin Kürtler üzerindeki faşist baskılarını haklı olarak ortaya koyduktan sonra, “aynı tutumu Colani liderliğindeki yeni yönetim sergilemeyecektir. Özerk ve hatta federatif idarelere olanak vererek “yönetilebilir” bir Suriye yaratabilecektir.” Birincisi; eğer orada Kürt ulusuna dönük bir oluşum oluşacaksa, bunu Colani, ya da HTŞ yönetimi değil, ABD, İngiliz emperyalistleri ve İsrail’in destekleri doğrultusunda, esas olarak da Kürt ulusunun kendi ulusal mücadelesi doğrultusunda belirlenecektir. İkincisi; Emperyalistlerin oyuncağı durumunda olan İslami – faşist bir hareketten böylesine “demokratik” bir anlayış beklemek ona hiç de hak etmediği bir atıfta bulunmak; bu gerici, kelle kesicileri gerçekten tanımamak demektir. Bu gericilerde, ulus ve ulusal hak diye bir anlayışın olmadığını arkadaşlar bilmiyor olamazlar. Bunlarda önemli olan ulusal şekilleniş değil, İslami şekilleniştir. İslami inanışa sahipseniz, farklı ulusal özelliklerin veya farklı ulus olmanızın ne bir anlamı var ne de önemi. Doğal olarak HTŞ’den Kürt ulusunun haklarına saygı göstermesini beklemek, öküzden, buzağı doğurmasını beklemek gibi bir şeydir.

Yeni Demokrasi, devamla, “Tüm bu koşullar ve gelişmeler bize nasıl bir sorumluluk taşıdığımızı ve nasıl bir politik tutum almamız gerektiğini gösterir? Yanıtlanması gereken soruların belirleyici olanı bu olsa gerek.” Doğru ve yerinde bir soru. Peki sorunun cevabı var mı arkadaşlarda. Hayır. Top burada taca atılmış, Esad’ın vakti zamanında ne kadar zalim olduğuyla soru geçiştirilmiş.

Bugünkü somut durum, Baas rejiminin, ya da Esad’ın Kürt ulusuna karşı uyguladıkları faşist baskılardan ziyade bugün yaşanmakta olan gelişmeleri nasıl ele aldığımız veya almamız gerektiği durumdur. Başında da belirttik, sömürgeleştirilmiş veya toprakları ilhak edilmiş ezilen bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı onun en demokratik hakkıdır ve komünistler amasız, fakatsız bu hakkı savunur, bunun mücadelesini verirler. Ancak bu, ulusal hareketin yönelimini, mücadeledeki amacını her koşul altında fiili olarak destekleneceği, yanlış yönelimleri, hata ve zaaflarının eleştirilmeyeceği anlamına gelmez. Nihayetinde bugün PYD- YPG ye ABD, İngiliz emperyalistleri ve İsrail’in açıktan desteği, Batılı emperyalistlerin ise dolaylı destekleri orta yerde dururken, komünistlerin bunlara gözlerini kapatması düşünülebilinir mi. Bu destekler çok açık bir şekilde askeri mühimmat, ekonomik, askeri eğitim, siyasi ve politik destek, Kürt ulusuna dönük “Suriye Kürdistanı”nda (ki buralar özbe öz Kürt ulusunun topraklarıdır,) federatif veya özerk bir yapılanmanın oluşumuna verdikleri destek boşuna değildir. Emperyalistler çıkarları olmayan hiçbir topa girmezler. Bu tartışmasız böyledir. PYD- YPG temsilcilerinin, Trump’ın görevi devralma törenine çağrılacağı söylemleri boşuna değildir. Bu, uluslararası alanda siyasi olarak bir resmiyet kazandırma anlamını taşır.

PYD önderliğinin ise bunlara hiçbir itirazının olmaması, aksine memnuniyetle karşılaması ise meselenin bir başka ciddi boyutunu oluşturuyor. Evet Kürt burjuvazisi veya genel anlamda pazarda pay sahibi olmak isteyen burjuva kesimler, emperyalistlerle ortak iş yapmakta bir sakınca görmemekteler. Kimileri bunu ulusal çıkarlar için “taktik” bir politika olarak görür, kimileri de burjuvazinin kendi “öz” pazarına sahiplenme stratejisi olarak görür. Ancak her şeye rağmen Stalin’in şu tespitini hatırlatmakta yarar var. “…emperyalizm ile bağları koparmadan, ezilen ulusların burjuvazisi devrilmeden ve iktidar, bu ulusların emekçi yığınlarının eline geçmeden, ezilen ulusların kurtuluşu düşünülemez.” Demek ki biz komünistler için tayin edici olan şey esas olarak, “bütün iktidar ezilen ulusların emekçi yığınlarına” sloganı olmak durumundadır. Bu, ezilen ulus burjuvazisinin hakkı olan ulusal mücadele yürütmeyeceği veya o mücadeleye katılmayacağı anlamına gelmez.

Suriye Kürdistan’ında bu ve benzeri gelişmeler yaşanırken, Türkiye- Kuzey Kürdistan’da da buna paralel olarak bir dizi gelişmeler yaşanmaktadır. Faşist Türk devleti, oradaki gelişmelerin kendilerine yansımaması için, yine kendilerince bir dizi “önlemler” alma gayreti içine girdiler. Adı konulmamış bu sürecin nereye nasıl evrileceğini bugünden kesin olarak ifadesi epeyce zor. Çünkü kapalı kapılar arkasında, kamuoyundan sır gibi saklanarak yapılan görüşmelerde esas olarak nelerin görüşüldüğü, karşılıklı ne tavizlerin verildiği konusunda yeterli bilgi sahibi değiliz. Biz de herkes gibi sadece öngörülerde bulunabilir, devletin kendi cephesinden yaptığı açıklamalardan bazı sonuçlar çıkartmaya çalışabiliriz. Devlet, “amasız, fakatsız silahların bırakılmasını ve örgütün feshedilmesini” istiyor. Hatta bunu sadece PKK için değil, PYD-YPG için de söylüyor. Peki bu mümkün mü? Onca ödenmiş bedel ve yaşanmışlıklardan sonra, ihanet ve teslimiyet anlamına gelen faşist Türk devletinin bu isteminin hiçbir karşılığının olmadığı, olmayacağı açıktır. Doğal olarak karşı tarafın talepleri bilinmeden kesin bir yorumda bulunmak veya tavır geliştirmek ayakları havada bir söylem olur. O yüzden süreci ciddi bir şekilde takip etmek gerekmektedir.

Ezilen bağımlı ulus, kendi özerkliğini kurma veya ayrılma hakkına sahip olduğunun altını hep çiziyoruz. Ancak hakkın kullanılış biçimi emekçi katmanlar için her zaman ve her koşul altında elverişli olacağı anlamına gelmez. Kürtler, diyelim ki kendi burjuva sınıfının etkisi altında, ayrılmak da dahil farklı oluşumlara gidebilirler. Kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme haklarından kaynaklı, buna yerden göğe kadar hakları vardır. Ama bu Kürt ulusu emekçilerinin sınıfsal çıkarlarına uygun düşecek mi? Komünistler, burjuvazinin kitleleri kendi arkasında, kendi sınıf çıkarları için sürüklemesine kayıtsız kalabilirler mi? Komünistler bu soruna karışmamalı mı ve herhangi bir etkide bulunmamalı mı? Sorunun çözümü yönünde, esas olarak Kürt emekçi yığınlarının lehine bir plan, program formüle etmemeli mi? Tabi ki bütün bu soruların karşılığı komünistler cephesinde olmak zorundadır. Özel olarak Kürt ulusunu çevreleyen tarihsel ve bugünkü somut koşullar hesaba katılmaksızın sorunun çözümü mümkün değil. “Dahası var, her şey gibi koşullar da değişir ve belli bir zaman için doğru bir çözüm, başka bir zaman için, hiç de kabul edilemez görünebilir.”

Kısacası, “özünde burjuva bir nitelik taşıyan ulusal hareketin yazgısı, elbette burjuvazinin yazgısına bağlıdır.” Ancak, sömürgeleştirilmiş, toprakları ilhak edilmiş bir ulusun gerçek anlamda bağımsızlığı ve özgürlüğü, emperyalizme sırtını dayayan burjuvazinin de çöküşüyle mümkündür. Tam bir barış, halkların kardeşliği sosyalizmle sağlanabilir. Komünistler, hangi biçimde olursa olsun, ulusun kendi kaderini tayin etme hakkına saygılı davranmak durumundadırlar. Ancak bu, geniş emekçilerin aleyhine gelişebilecek durumlara sessiz kalacakları, eleştirmeyecekleri, önlerine doğru sınıfsal bir program koymayacakları anlamına gelmeyeceği gibi, her koşul altında hareketi fiili olarak destekleyecekleri anlamına da gelmez.

Bugün, Kürt ulusal hareketi önderliğinin emperyalistlerle ilişkilenişini, bunun Kürt proletaryası ve emekçi halkları açısından tehlikeli bir sürece evrilebileceğini, emperyalistleri, geriletmekten çok, bölgede güçlendireceğini elbette eleştireceğiz. Bu, komünistlerin Kürt halkının çıkar ve menfaatleri için, vazgeçilmez görev ve sorumlulukları arasındadır. Kendi kaderini tayın etme hakkına saygı duyarız, ancak, hata ve zaaflarını eleştirme görev ve sorumluluğumuzu da yerine getirmek durumundayız.

YARARLANILAN KAYNAK / Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu

Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.



Mart 2025
PSÇPCCP
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930
31 

More in Editörün Seçtikleri