
Toplumdaki uzlaşmaz temel sınıf karşıtlıklarını, insancıl söylemi temeline alan bir barış siyasetiyle dönüştürmek, modern siyaset tarihinin en başta gelen tasfiye biçimidir. İdeolojik ve siyasi alanın devrimci öğelerden arındırılmasını sağlayan bu tasfiye biçimi, günümüzde önemli başarılar sağlamıştır. Burjuvalaşan devrimci örgütlenmenin hala toplumsal varlığını sürdürüyor olması, onun ideolojik bir tasfiyeye uğrayarak dönüşmediği anlamına gelmiyor. Siyasi bilincin düşük seyrettiği günümüz devrimci toplumunda, örgütsel varlığın devamıyla gurur duymak, Şıpka geçidinde işlerin iyiye gittiğine dair bir işaret değildir. Biz komünistler, “toplumsal barış” denen idealist yanılsamaya kendisini kaptırmış kesimlerin aksine, devrimci olan ile karşı devrimci olanın bir arada uyum içerisinde yaşayamayacağını biliyoruz. Sınıf mücadeleleri tarihinde ortaya çıkan somut deneyimler, devlete rağmen paralel bir toplumsal uzlaşı alanının kurulamayacağını bizlere kesin ifadelerle bildiriyor.
Engels yoldaş; doğanın, diyalektiğin deneme alanı olduğunu söylemişti. Biz aynı şekilde toplumlar tarihinin de, tarihsel materyalizmin bir deneme alanı olduğunu ileri sürebiliriz. Nasıl ki Pauli dışarlama ilkesine göre bir atomda iki elektron, aynı anda ve aynı enerji seviyesinde yan yana bulunamazsa, aynı şekilde toplumsal tarih içerisinde de proletarya ile burjuvazi sorunsuz yan yana duramaz. Maddenin ve toplumsal alanın zorunluluklarını reddetmek bir burjuva özgürlük yanılsamasıdır. Yakın tarihteki tecrübeler bile, burjuva ütopik özgürlük anlayışının, aslında kölelerin ayağına dolanan bir pranga olduğunu bizlere bildiriyor.
Latin Amerika, Meksika ve Nepal’de, devrimci barutunu tükettikten sonra burjuva toplumsal sözleşme yoluyla gelip düzene katılan sınıfsal ve ulusal kurtuluş örgütleri, kapitalist sistemin çarkları içerisinde tutunamayarak zamanla kendiliğinden ezildiler. Böylece burjuva toplumunun normal kültürel, hukuki ve siyasi akışının, devrimci örgütler açısından bir değirmen görevi gördüğü anlaşılmış oldu. Yarım asırdan daha fazla bir zaman boyunca ateşli silahlara karşı dayanan bu politik hareketler, burjuva toplumsal yaşamın normal akışı içerisinde bir mum gibi erimekten kurtulamadılar. Bu devrimci örgütlerin bir kısım bürokratları, sonraları kendilerine düzen içerisinde ayrıcalıklı bir politik yaşam imkânı bulabildiler. Ama eskiden gerilla olan yoksul işçi ve köylü çocukları ise, çoğunlukla hayat pahalılığına, kötü yaşam koşullarına, uyuşturucu kartellerinin cinayetlerine ve varoluşsal hiçleşmeye uğrayarak sosyal realizasyon süreçlerinin dışına atıldılar. Son bir gayretle yeniden isyan etme yönündeki iradi beyanları, burjuva uygarlığının gönüllü ideolojik yürütücüsü olan sivil toplumun kuşatması altında, tek bir kurşun atılmadan çözüldü.
Kapitalist üst yapı kurumlarının düşünsel egemenliğinin gönüllü uygulayıcısı olan toplumsal çoğunluk, bu örgütlerin kollektif ilişkilerinin devrimci niteliğini hallaç pamuğu gibi dağıtıp rüzgarlara savurdu. Zaten devrimci niteliği dağılan örgütlenmelerin, burjuva hukuk sınırları içerisinde yeniden dönüştürülüp ve üretkenliğini yeşertmesi mümkün değildir. Çünkü burjuva toplum uygarlığına bir toplumsal sözleşmeyle katılan devrimci kökenli örgütler, kendi sınıfsal egemenlik haklarından daha başından vaz geçmiş sayılıyorlar. Bu durum en başta, merkezi ekonomiyi kurmaktan vaz geçmek şeklinde kendisini gerçek yaşam süreçlerinde ele vermektedir. Tabii ki bu durum, ezilen sınıf ve ulus hareketleri için çoğunlukla, politik zor yoluyla yürüyen devrimci politikaları ve çözümleri gündeme getirmektedir. Çünkü üretim araçlarını ele geçirme aksiyonu, devrimci savaş yoluyla gerçekleşebilecek bir şeydir. Bu anlamda politik zorun miladının dolduğunu iddia etmek, aslında ekonomik hayatın merkezini ele geçirmekten vaz geçmenin diplomatik bir ifadesi oluyor. Bu durumda bu örgütler, sınıfsal yapıdaki ontolojik karşıtlığı bir sihirbaz gibi barıştırmak isteyen toplumsal dönüşüm projelerine sarılmaya başlıyorlar. Ama bu, devletin tek tek yöneticilerinin iyi niyetinin, duygulanımının, ya da insancıl yönlerinin şimdilik açığa çıkarılması yoluyla sürdürülebilinir bir durum değildir. Bunun asıl nedeni; insanın sosyal alandaki düşüncesinin köklerinin, esas olarak onun ekonomik alandaki toplumsallığında yatıyor oluşundan ileri gelmektedir.
Toplumsal yaşamın maddi temeline hükmeden burjuva ekonomi politiğinin, tek tek insanların iradesi dışında bir makine yasası gibi çalıştığı durumda, bazı devlet görevlilerinin burjuva iyi niyeti bir işe yaramayacaktır. Çünkü tarihsel bir olgu olarak devlet ile devlet yöneticisi arasındaki ilişkide, devlet tümel olarak tekil olan memurun bireysel niyetinin üstünde tarihsel bir sınıf yasasıyla çalışır. İnsanlık tarihi boyunca devletin biçiminin değişmesine rağmen, niteliğinin hiç değişmemiş olmasının sebebi budur. Yani Platon’un “iyi ve bilge filozofu” bile devletin başına gelse, devlet yine aynı yasalarla çalışmaya devam eder. Devlet, özü itibariyle tarihte tekil olarak doğdu ve yine tekil olarak sosyalizm döneminden geçtikten sonra tarih sahnesinden kalkacaktır. Bu nedenle, burjuva devlet yöneticileri dahil hiç kimse, ezen ve ezilene aynı ölçüde yaklaşan bir devlet tasarlayamaz. Bunun sebebi; ezen ve ezilen kesimlerin sınıf karşıtlıklarının uzlaştırılmasının gerçekte mümkün olmamasından kaynaklanmaktadır. Böyle bir şey zaten devletin varoluşsal anlamını ortadan kaldırmak anlamına gelir. Tarihte hiçbir zaman bu temelde bir toplumsal barış dönemi yaşanmamıştır.
Barış denilen dönem ise esasta yeni bir savaşa hazırlık dönemi ve her şeyden önce tarih boyunca kölelerin, serflerin ve işçilerin bir süreliğine sorunsuzca hayvanlar gibi sağılıp soyulması anlamına geliyordu. Tarihte işçi ve köylülerin burjuva devrimlerine katılması, bu ezilen sınıfların dünyayı burjuvazinin suretinde görmesinden kaynaklanıyordu. Burjuvazi, herhangi bir devrimin ittifaklara ihtiyaç duyduğunu bilebilecek kadar tarihsel ve entelektüel bir donanıma sahipti. Bu nedenle özü ticaret serbestliği olan kendi özgürlük anlayışının, onların da sınıfsal özgürlüğü olduğuna işçi ve köylülerin bir kısmını ikna etti. Burjuvazinin tarih boyunca kurduğu toplumsal ittifakların hepsi, hafif bir rüzgârda savrulan bir saman yığını gibidir. Çünkü onun ezilen ulus ve sınıflar için önerdiği toplumsal barış anlayışı esas olarak yanlış bilince dayanır. Burjuvazi bu toplumsal birliği tarihsel ontolojik nedenlerle değil, yanlış bilinç ile başarmıştır. Bu nedenle bu birlik, uyanan devrimci proletaryanın karşısında parçalanmaya ve gerçek tarihsel nesnesi üzerine oturmaya mahkûmdur.
Tarihte Fransa, Almanya ve Çin örneklerinde olduğu gibi, ilk burjuva devrim girişimlerinin sürekli aristokrasinin karşı devrimiyle yer değiştirmesinin sebebi, burjuvazinin ittifak ilişkilerinin ontolojik uyumsuzluk nedeniyle yüzeysel olmasından ileri geliyordu. Yani yanlış bir ideolojik bilinç ile kurulan siyasal bir cephe, sürekli saf değiştirmeler yüzünden bozunuma uğruyordu. Çin burjuva demokratik hareketinin önderi Sun Yat Sen’in, cumhuriyet devrimine rağmen 1911’de ülkeden kaçmak zorunda kalmasının sebebi buydu. Bizi burada asıl ilgilendiren konu, ontolojik olarak iki zıt sınıfın siyasal toplumunun barış içerisinde bir arada yaşayamayacağı gerçeğidir. 1925’lerde Kuzey Çin’de ortaya çıkan savaş ağalığı konseyine karşı devrimci Çin milliyetçileri ile ÇKP’nin kurmuş olduğu ittifak, bu konuda öğretici tarihsel tecrübelerle doludur. Dönemin Komüntern’i ve başında Lenin’in bulunduğu Bolşevikler, Sun Yat Sen’e 8 bin tüfek ve 4 milyon mermi yardımı yapmış olmasına rağmen, bu silahların birkaç yıl sonra, Chen Kay Şek döneminde, Çin komünistlerine dönmesini engelleyememişlerdir.
Hanedan kalıntılarına karşı burjuva milliyetçileriyle komünistlerin yaptığı askeri ve siyasi ittifak, iki yıl sonra komünistlerin kitlesel olarak yok edildiği Şangay katliamına dönüşmüştü. Beş bin yıllık savaş tarihinde ilk defa halk ordusu tarafından geliştirilen 12 bin kilometrelik “Uzun Yürüyüş”, bu gelişmelerden yaklaşık 9 yıl sonra ortaya çıktı. İlk başlarda devrimci temelde ortaya çıkan ve gittikçe gericileşen ulusun burjuva milliyetçileri karşısında ezilmemek için, yine aynı ulusun devrimci işçi, köylü ve öğrencileri tarih sahnesine çıkıyordu. Yani aynı ulus devlette iki karşıt sınıfın, ya da iki karşıt toplumsal ontolojiye denk gelen kesimlerin hegemenlik siyaseti, insanlık tarihinin kaydettiği en kapsamlı bir sürek avına dönüşüyordu. Böyle bir tarihsel koşulda burjuvazinin suretinde gelişen sahte bir toplumsal barış tabiki mümkündü. Proleter devrimciler ve onların yığınsal müttefikleri olan yoksul köylüler, eğer bağımsızlık ve egemenlik haklarından vaz geçmiş olsalardı, hiç kuşkusuz ömrü saman alevi kadar süren sahte bir barış iklimi yaşanabilirdi. Ama burada gerçekte yaşanacak olan sömürücü bir sınıfın egemenliği altına girmektir. Burjuvazinin günümüzdeki toplumsal barış projesinin altında, bu gerici sınıf egemenliğinin amacı yatmaktadır.
Son yıllarda Latin Amerika gerilla hareketlerine karşı geliştirilen burjuva barış politikalarının sonuçları iyi analiz edilmelidir. Bu projelerin çoğu bir hayal kırıklığı, yeniden isyan isteği ve nihayet tasfiyeyle sonuçlanmıştır. Özellikle Kolombiya’da FARC ve M 19 gerilla hareketlerinin barış antlaşması sonrası başına getirilenler tam ibretlik olaylardır. Yasal alanda siyaset yapma güvencesinin bir balon olduğu çok geçmeden anlaşıldı. FARC’ın önder kadroları uçak seyahatlerinde, mitinglerde ve evlerine giderken paramiliter gruplar tarafından ortadan kaldırıldı. Elli yıllık devrimci hareketler, toplumsal ortamdaki diğer politik partiler gibi siyaset yapma hakkını kullanırken, hala uyuşturucu kartellerininim saldırısı altında tarihsel hafızalarını gittikçe kaybetmektedirler.
Burjuvazi için barış zamanı, aslında bir oyun zamanıdır. Barış olursa burjuvazide oyun biter diyenler yanılıyorlar. Çünkü buradaki oyunun sınıfsal amacı, devrimci hareketlerin tarihsel hafızasını silerek, geri kalanlarını kapitalizmin zararsız tamircilerine çevirmektir. Bu devrimci hareketler kırsal bölgelerde üstlendikleri dönem, ABD’nin teknoloji yardımıyla devreye girerek savaşın dengelerini alt üst etmesi nedeniyle zor durumdaydılar. Ama ovaya indiklerine de adeta bin pişman edildiler. Böylece adı “Barış” olan bir teslimiyet anlaşmasının her şeyi güllük gülistanlık yapamadığı anlaşılmış oldu. Çünkü dünyadaki bütün ulusların burjuvaları, savaşın ve anti demokratik toplumsal ortamın esas sorumlusunun devrimci mücadele olduğunu iddia ederek aslında yalan söylüyorlar. Halbuki devrimci mücadele, doğası sınıf savaşımı olan burjuva uygarlığın bir sonucu olarak gelişmektedir. Demokratik toplum ütopyasına göre; bireyin toplumsal varlık ortamı tamamen değişmeden, bireyin bireysel varlık ortamı değiştirilebilmektedir.
Sosyalist devleti ve onun demokrasisinin ezen sınıflar üzerindeki zorunu reddeden burjuva reformist yaklaşımlar, sınıflı toplumun maddi koşullarına dokunmadan, sınıfsızlığın olduğu bir özgürlük alanının yaşanabileceğini umuyorlar. Biz bunun tarihsel bağlamda olanaklı olmadığını Latin Amerika ve Yunanistan süreçlerinde deneyimledik. Günümüzdeki Kürt ulusal hareketinin baş ucu kitabı olan “Demokratik Uygarlık Manifestosu”nda, toplumun esas olarak düşünce/zihniyet yoluyla oluştuğu söyleniyor. “Kavramlar nötrdür ve zihnin yüklediği anlamlılıklar üzerinden değere kavuşur.” diyerek, toplumsal ilişkileri ve rolleri belirleyen sebebin, insanların yaşam etkinliğinden ortaya çıkan farklılık ve çelişkilerden kaynaklandığını reddediyor. Bu tutum bizleri, merkezi siyasal ve ekonomik iktidar araçlarından uzak durarak, sadece düşünce yoluyla toplumsal yapıda özgür bir yaşam alanı kurulabileceği fikrine kadar götürür. Ayrıyeten kavramların başlangıçta nötr olduğu doğru değildir. Ve bizler gerçekte özgürce seçtiğimiz düşüncelerimiz yoluyla kavramlara anlamsal son biçimlerini vermeyiz. Çünkü düşünce ve onları anlamlandıran çeşitli kavramların oluştuğu asıl yer, toplumsal alandaki sınıflar arası ekonomik ilişkidir. Tabii ki düşünceyi etkileyen din, kültür ve siyaset gibi başka üst yapı etmenleride vardır. Hatta bilinç altı, iç güdü ve duygular bile hesaba koyulabilinir.
Tarihsel Materyalizm bizlere, sınıflı toplum tarihi boyunca, ekonomik alt yapıdan yalıtılmış, nötr bir düşünce alanının olanaksızlığını bildirir. Buna ilkel animistik düşünce dönemi de dahildir. İlk ortaya çıkan totem kültünün kökeninde bile ekonomik etkinliklerin izlerine rastlanmaktadır. Türsel varlığın devamı için faydalı olan bitki ve hayvan çeşitlerinin kutsanıp tabulaştırılması gerçeği, hayvandan insana geçişte bilinci belirleyen temel öğenin, insanın öz yaşam etkinliği olduğunu bizlere bildiriyor. Bütün bu tarihsel materyalist bulgular, burjuva bir uzlaşma yoluyla toplumun demokratik dönüşümünün gerçekleşemeyeceğini bizlere bildirmektedir.
Burjuva barışçıl ve uzlaşmacı bir toplum yanılsamasından doğan politik stratejilerin, ezilen ulus ve sınıf hareketleri açısından bir zaman kaybı olduğunu burada belirtmek gerekiyor. Ütopik hedeflerin peşinden koşmak, asla ulaşamayacağınız hayaletlerin peşinden koşmaktır. Her şeyden önce insan toplumsal kavramlara, kendisinin özgürce seçtiği bir düşünce yoluyla içerik kazandırmaz. Aksine bunu kendisi için yabancı olan egemenlerin bilinciyle yapar. Bu böyle olmasaydı politik sınıf partilerine ve zorlu mücadelelere gerek kalmazdı. Yaşamımızı nasıl oluşturacağımızın kodları zihinlerimiz tarafından değil, hayatta kalmak için içine girdiğimiz ekonomik etkinlik sırasında, her bir insanla kurduğumuz ilişki biçimi sonucu ortaya çıkmaktadır.
Bu anlamda demokratik uygarlık manifestosundaki egemen düşünce modeli, yeni bir yaşamın oluşturulmasının kodlarını, ekonomi politiğin konusu olan alanların dönüştürülmesinde değil, aksine düşüncede aramaktadır. Oysa doğru bir düşünce gerçekliği pratik yoluyla değiştirerek onu edinmeyi esas alır. Nesnelliği sadece düşüncede yorumlayarak nesnelliğin bilgisini edinmek mümkün değildir. Bu durum nesnel gerçekliği, yerin altından çağrılan hayaletlerle yeniden biçimlendirmek anlamına geliyor. Oysa gerçekliğin bilgisi tamda Marksizmin ön gördüğü gibi; kendi nesnesinin içinden bir praksis yardımıyla değiştirilmesi yoluyla elde edilir.

