Connect with us

Anı-Anlatı

Haydar Çekdar yazdı | Münür Aktan’nın Anısına: Ustamın Oğlu, Duydun Mu…?

O, devrimin yani kurmak istediğimiz dünyanın insanıydı. Ve biz, o dünyanın sancılı mücadele sürecinde onu yitirdik. O, nun hikâyesi yalnızca bir bireyin serüveni değil; aynı zamanda bir geleneğin, bir inancın ve bir dönemin içsel çelişkilerinin de aynasıydı. Bu nedenle Münür’ün yaşamını anlamak, onu şekillendiren ideolojik mirasa ve o mirasın taşıdığı tarihsel sorumluluklara yeniden bakmayı gerektiriyor.

Yazar / Haydar Çekdar

Bir acının tam ortasında, duyguların ağırlığıyla geçmişle bugün arasında denge kurmak kolay değil. Kayıp, yalnızca bir yokluk değil; hatıralar, duygular ve kimi zaman suçlulukla örülü karmaşık bir alan. İnsan, kendisi için değerli olan birini yitirdiğinde, o kaybı zihninde yeniden kurmaya, ona yeniden anlam kazandırmaya çalışıyor.

Hatırlıyor, yorumluyor ve düşüncelerinde onu parça parça inşa ediyor. Ancak bu süreç, duyguların yoğunluğu ve kültürel kodların etkisi altında çoğu zaman nesnelliğini yitiriyor. İnsan, kaybettiği kişiyi hatırlarken onu eksikleriyle değil, çoğu zaman temsil ettiği değerlerle birlikte idealize ediyor.

Bana öyle geliyor ki insan, yaşarken kurduğu ilişkiler karmaşık, hatalı ve eksiktir. Ölüm geldiğinde bu karmaşa sona erer; geriye yalnızca anılar kalır. Ölümden sonra yapılan anmalar ve övgüler, sanki o kişinin kusurlu, yaşayan ve mücadele eden bir insan olduğu gerçeğini yumuşatma ve idealize etme çabasıdır.

Belki de bu yüzden insan, kaybettiğine yeniden bakarken aslında kendine bakar; neyi sevdiğini, neyi yitirdiğini ve o yitişin içinde kim olduğunu görür. Yaşarken kurulamayan güçlü bağlar, ölümden sonra sembolik biçimde kurulmaya çalışılır.

Hayattayken insanlar birbirlerini eleştirir, yargılar, hatta rekabet eder. Ama biri öldüğünde bu çekişmeler sona erer; o kişi artık bir rakip değil, ortak bir anının sembolü hâline gelir. Yaşarken kurduğumuz ilişkiler, gündelik hayatın sürtüşmeleri ve hatalarıyla doludur.

Bu durum, çoğu zaman karşımızdakinin iyi yanlarını görmemizi zorlaştırır. Ölüm ise tüm bu sürtüşmeleri ortadan kaldırır; geriye yalnızca seçilmiş, filtrelenmiş anılar kalır. Sanırım, ilişkinin derinleşmesi de bu “kusurlu” yanların silinmesiyle mümkün olur. Elbette, tüm bu yazdıklarımın arkasında aslında büyük bir toplumsal inşa var.

Bunlar, içinde bulunduğumuz zamanın kültürel biçimlenişiyle ve toplumun bize dayattığı “değerlerle” koşullandırılmış tepkilerdir. Kısacası, o anma ritüelleri toplumun bizden beklediği şeyi yapma eğiliminden doğar. Yaşarken birine değer vermek, sürekli bir çaba, doğru bir mücadele ve bir eylem gerektirir.

Fakat bu yalnızca duygusal bir bağlılık değil; aynı zamanda çelişkileri ve sorunları ele alma, bunlarla baş etme yeteneğimizin sınandığı, hem de karşımızdaki insanın bu derinlikte bir ilişkiye cevap verme kapasitesi tarafından belirlenen karmaşık bir süreçtir. Acının kaynağını sadece ölüm anına sıkıştıran kültürel refleks, çok daha erken başlayan, derin bir kaybın üzerini örttüğü düşüncesi bende çok baskın bir hâle geldi.

Biz, birini kaybettiğimizde yaşadığımız acıyı çoğu zaman “ölüm anına” sıkıştırıyoruz. Oysa kayıp, fiziksel ölümden çok önce, kökleri toplumsal, politik, psikolojik ya da yapısal dinamiklere uzanan düşünsel ve fiziki mesafenin açılmasıyla başlamış olabilir. Bu kaybı yalnızca bir “son” olarak görmek, o kopuşun uzun süredir sessizce büyüyen dinamiklerini görünmez kılan bir örtüye dönüşür.

Münür, dünyada yaşanan gereksiz acılar ve ıstırapları üreten sistemin ortadan kalkması için bir dönem örgütlü mücadelenin aktif öznesiydi. Bu mücadeleye yalnızca kendi emeğini değil, çevresindekilerin de katılmasını sağlayarak birçok insanın bu sürecin parçası olmasına vesile oldu. Münür’le ilk kez 2005 yılında Antalya’da Akdeniz Üniversitesi’nde yollarımız kesişti. O dönemde farklı bir siyasi yapıda faaliyet yürütüyordum. Tanışmamız kısa sürede derin bir arkadaşlığa dönüştü. Doğallığı, esprili yanı ve insanlarla kurduğu sıcak ilişki, politik tutarlılığıyla birleştiğinde çevresindekiler üzerinde güçlü bir etki yaratırdı.

Kaypakkaya geleneği içindeydi; sahip olduğu fikirleri berraklıkla ifade eder, tartışmalarda karşısındakinin kendisine yanlış gelen görüş ve davranışlarını küçümsemeden ama düşünsel olarak sarsan bir açıklıkla konuşurdu. Kavgası düşünsel düzeydeydi; meseleleri açıklıkla ve derinlikli biçimde ele alırdı. Bu gelenek içinde birçok insanın politik olarak şekillenmesine katkı sundu; beni de bu çizgide örgütleyen, bu mücadeleye dahil olmamı sağlayan kişi oydu.

O mücadeleden öğrendi; öğrendiklerini hem kendinde dönüştürdü hem de yaşama taşımaya çalıştı. Doğru bildiğini doğru biçimde hayata geçirme konusundaki hassasiyetine ve samimi çabasına hayranlıkla tanık oldum. Hakikati kovalayan, sorgulayan, kararlı bir insandı. Naif, mütevazı, sıcak ve espriliydi; insan ilişkilerinde doğallığıyla öne çıkardı. Savunduğu değerleri içselleştirmiş, onlara uygun yaşamaya özen gösteren biriydi. Politik sorunlarla cebelleşirken, yalnız kalma pahasına da olsa tutarlı ve doğru davranmaktan vazgeçmezdi.

Bir yoldaşımın Münür hakkında yaptığı bir yorum hâlâ çok canlı:

 “Münür çok akıllı, iyi bir insandı. Samimiydi, dürüsttü; doğruyu gördüğünde onu alıp götürürdü. Ama bir noktadan sonra hayatında bir şeyler değişti. Zamanla, yanlış gördüğü şeyi umursamamaya başladı. Sonra da kendisini…”

Bu sözler canımı yaktı.

Çünkü bir dönem tüm benliğiyle mücadeleye adanmış, yaşamını devrime adamaktan tereddüt etmemiş, bütün kabiliyet ve enerjisini devrimci mücadeleye sunmuş bir insanın, bir noktadan sonra “yanlışı umursamaması”, ardından da “kendini umursamaması” kolay açıklanabilecek bir durum değildi.

Münür’ün politik olarak geriye düşmesinin ardında ağır dertler, içsel çatışmalar ve üzerine binen gereksiz yükler vardı. Bu durum yalnızca kişisel bir kırılmanın değil; aynı zamanda onun düşünsel yönelimlerinin ve dünya görüşünün içsel sınırlarıyla da ilişkiliydi. Çünkü insanı yönlendiren şey, en nihayetinde kendi dünya görüşüdür. İnsanlar tam anlamıyla pozitif ya da negatif olamazlar; değişimleri de bir anda gerçekleşmez. Olumlu ya da olumsuz dönüşüm, zaman içinde kümülatif biçimde biriken deneyimlerin ve çelişkilerin sonucudur.

Yaşam, izlenimlerin, bilgilerin, düşüncelerin ve temsillerin ağır ağır toplandığı geniş bir alandır. İnsan, bu birikimin toplamı içinde yavaş yavaş şekillenir. Münür’ün dönüşümü de bu uzun sürecin hem kişisel hem de tarihsel dinamiklerinin bir yansımasıydı.

Bugün dünya, insanlık için ağır ve karanlık bir dönemin içinden geçiyor. Gericiliğin, savaşların, yoksulluğun, açlığın, çeteleşmenin, toplumsal çürümenin derinleştiği bir çağdayız. Kitlelerin çaresizliği büyürken, göç yollarında kaybettiklerimiz, şehirlerin sessizliğinde unutulanlar çoğalıyor. Bu dönemi belirleyen en temel olgu, faşist ve gerici programların yükselişidir.

Bu programlar artık yalnızca fikir düzeyinde değil; iktidarın ve toplumsal yaşamın tüm dokusuna işlemiş pratikler haline gelmiştir. Bu tarihsel ağırlık, yalnızca ezilenleri değil, onların kurtuluşu için mücadele edenleri de kuşatmaktadır. Devrimciler, bugün tüm nesnel koşulların kendi aleyhlerine işlediği bir tarihsel akıntının içinde yüzmektedir. Mao’nun söylediği gibi, devrimcilik yapmak güçlü bir nehrin akıntısına karşı yüzmek gibiyse, bugün o akıntının gücü hiç olmadığı kadar serttir. Bireysel düzeyde yaşanan çelişkiler yorgunluk, yalnızlık, umutsuzluk çoğu zaman siyasi ve ideolojik düzeydeki tıkanıklığın içinde biçimlenir.

İnsan, bu tıkanıklığın yarattığı atmosferde kendi iç çatışmalarıyla baş başa kalır. Kendi içsel çelişkilerimiz ile toplumdaki geri düşünceler arasında her zaman gri bir kesişim alanı vardır. Bu alan, bizlerdeki hatalı fikirlerle toplumdaki geri fikirlerin birbirine temas ettiği, iç içe geçtiği bir bölgedir. Zamanla bu temas yalnızca karşılıklı bir etkileşim olmaktan çıkar; insanın düşünsel dünyası, giderek toplumdaki hâkim fikirler tarafından belirlenir hâle gelir.

Toplumsal gerilik, insanın iç çelişkilerini yönlendiren bir güç hâline gelir; insan artık yalnızca toplumun bir parçası değil, onun ideolojik tortularının taşıyıcısı olur. Bu süreç ilerledikçe, inancın içeriği boşalmaya başlar. Devrim, sınırsız ve sınıfsız bir dünya gibi kavramlar uğruna mücadele edilecek programatik bir hedef olmaktan çıkar; biçimsel bir sadakat ifadesine dönüşür. İnanç, dönüştürücü bir güç olmaktan çıkıp, içeriğini yitirmiş ama hâlâ korunan bir biçim hâlini alır.

İnsanın fikirleri, duyguları ve davranışları, içinde yaşadığı toplumsal bağlamla sürekli etkileşim hâlindedir. Devrimci hareketin toplumsal alandaki etkisini yitirmesi, politik özneleşme süreçlerinin daralması ve ideolojinin kendini yeniden üretememesi bütün bunlar insanların iç dünyasında yankı bulur. Münür’ün yaşadığı içsel çözülme de bu yankının, bu tarihsel tıkanıklığın kişisel bir izdüşümüydü. Peki, bu tabloyu belirleyen şey yalnızca nesnel koşullar mıydı?

Toplumsal alana etki edememek, doğru siyasal kutuplaşmayı yaratamamak, toplumsal çelişkilere müdahale edememek… Sahayı devrim lehine hazırlayamamak… Bunlar gerçekten dış koşulların ağırlığından mı kaynaklanıyor? Yoksa dış koşulların ağırlığı objektif bir gerçeklik olsa da esas sorun, Komünizmin bilimiyle Komünist partilerin programatik görüşleri arasındaki çelişkide mi yatıyor?

Devrimci hareketler çoğu zaman olağanüstü koşullar altında var olur: faşizm, baskı, yenilgiler, ağır kayıplar… Bu zorluklar, mücadelenin biçimini belirleyen güçlü bir faktördür. Fakat zamanla bu dışsal baskılar, içsel çizgi hatalarını, düşünsel yetersizlikleri ve politik zaafları görünmez kılan bir kalkan işlevi mi görmeye başlar? Gerçek nedenlerle yüzleşmek yerine, yaşananlar “kaçınılmaz koşullar”la mı açıklanır? Rasyonalizasyon belki de tam bu noktada başlar bir hatayı örtme çabasından çok, varlığı sürdürme refleksi olarak.

Fakat bu refleks, aynı zamanda hakikatten uzaklaşmanın da başlangıcıdır. Ve zamanla, içsel çizgi hatalarının ürettiği “siyasi hakikatler” gerçeğin yerini almaya başlar. Belki de biz, tam da bu ağır çizgi problemlerinin içerisinden bakarak göremediğimiz bir durumun içindeyiz. Dürüst bir yüzleşme, kolay yargılardan uzaklaşmak ve hakikati kovalamak…

Devrimci olan, objektif realiteye denk düşen hakikatlerle devrim lehine, bilimin silahıyla cebelleşebilme cesaretinde yatar. Bu yazıyı, onun yaşam eğrisinin neyi temsil ettiğini anlatma isteğiyle kaleme aldım. Münür’ü, belirli bir tarihsel bağlam içinde; politik kimliği ve aidiyetiyle birlikte anlatmak istedim.

O, devrimin yani kurmak istediğimiz dünyanın insanıydı. Ve biz, o dünyanın sancılı mücadele sürecinde onu yitirdik. O, nun hikâyesi yalnızca bir bireyin serüveni değil; aynı zamanda bir geleneğin, bir inancın ve bir dönemin içsel çelişkilerinin de aynasıydı. Bu nedenle Münür’ün yaşamını anlamak, onu şekillendiren ideolojik mirasa ve o mirasın taşıdığı tarihsel sorumluluklara yeniden bakmayı gerektiriyor.

Münür’ün Kaypakkaya geleneğiyle kurduğu ilk organik bağ, 2004’lü yıllarda, devrimin tutkulu savaşçısı Ökkeş Karaoğlu üzerinden şekillendi. 2005’te Dersim Mercanlar’da yitirdiğimiz 17 komünist devrimciden biri olan Ökkeş’e derin bir saygı duyuyordu; onun mücadele tarzı, kararlılığı ve inancı, Münür için bir etik ölçü ve politik pusulaydı. Politik mücadele yürüttüğü dönemlerde de uzaklaştığı zamanlarda da Ökkeş’in adını hep özel bir vurgu ve saygıyla andı. Onu bir rol model olarak görür; Kaypakkaya geleneğine olan bağlılığını çoğu kez Ökkeş’in mirası üzerinden ifade ederdi. Bu aidiyetini kendi sözleriyle özetliyordu.

 “Ben bu geleneğin bahçesinde büyüdüm.”

Ve şimdi, Münür’ün ve nice yitirdiğimizin acısının bıraktığı o derin izlerle, Ökkeş Karaoğlu’nun kitabının adıyla, geleneğe, o bahçeye: USTAMIN OĞLU, DUYDUN MU?



Kasım 2025
P S Ç P C C P
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930

More in Anı-Anlatı