Connect with us

Editörün Seçtikleri

Vartinik’ten Mercana, Bu Cüret, Bu Kavga, Bu Tarih Bizim!

Vartinik’ten doğan güneş, aydınlatmışsa Mercan vadisini ve on yedi kez kanamışsa sevdamızın kızıl yürekleri, demek ki çelik unutmuyor ve unutmayacak aldığı suyu, söylenen isyan türkülerini ve yazılan direniş destanlarını.

Kayanın gediğinden akar gibi bir tarih yazıldı kanla; kavganın ateş hattı alanlarına. Bu tarih, Vartinik’ten Mercan’a uzanan ve artık “bitti” denildikçe kendi küllerinden yeniden doğan Türkiye- Kuzey Kürdistan halklarının öncüsü Kaypakkaya güzergahının şanlı, onurlu tarihidir. Bu tarihte ödenen bedeller kadar, düşmana ödetilenler de var. Kaşı- gözü yarılmayanların kavgaya girdikleri söylenemez. Bu güzergahın tarihi, dil ucuyla söylenmiş kahramanlıklar tarihi değil, sınıf mücadelesinde ateşten gömlek giyinenlerin, işkence hanelerde ser verip, sır vermeyenlerin, dağ başlarında ve barikat çatışmalarında silah elde toprağa düşenlerin, toprak işgallerinde, işçi grevlerinde en ön saflarda direnenlerin kahramanlıklar tarihidir. Söz konusu olan, tek tek kahramanlar değil, top yekûn bir direniş destanıdır.

Bu destanımızda, başta Diyarbakır zindanlarında aylarca süren işkencelere rağmen, işkencecileri dize getiren ve ser verip sır vermeyen Komünist Önder Kaypakkaya yoldaş var. Zemherinin karlı- fırtınalı günlerini, Vartinik’te akıtılan kızıl kanıyla güllük – gülistanlık günlere müjde olan Ali Haydar var. İstanbul Şehremini de girdiği kavgada mermileri bitince, silahını paramparça edip düşmana vermeyen ve teslim olmayan Ahmet Muharrem Çiçek var. Kaypakkaya’dan devraldığı kavgayı işkencehanelerde tereddütsüz sürdüren Süleyman Cihan’lar var. Bizim destanımızda Meral Yakar’lar, Mahmet Zeki’ler, Cemil Okalar, Orhan Bakı’lar, İsmail Hanoğlu’lar, Selahattin Doğan’lar, Kazım Çelik’ler, İsmail Bulut’lar, Hüseyin Demir’ler, Manuel Demir’ler, Baba Erdoğan’lar Cüneyt Kahraman’lar, Barbara’lar, Yeter’ler, Cemile’ler ve tabi ki Dokuz’lar, Yedi’ler On yediler var. Yani Cafer’ler, yani Aydınlar, Ünal’lar, Zeki’ler, Hasan’lar var. Bu destanımızda Deşt Toprak İşgalleri, Mensucat Santral direnişleri, Zindan direnişleri ve ölüm oruçları, süreli- süresiz açlık grevleri var. Üniversite kampüslerinde, Lise sıralarında gençlerin bitmez, tükenmez kavgaları var. Kısacası destanımızda buraya sığdıramayacağımız onlarca, yüzlerce toprağa tohum düşenlerimiz, ilmik, ilmik örerek bugünlere taşıyıp getirdiğimiz ve kavganın kaçınılmazlarıdır dediğimiz yengilerimiz ve yenilgilerimiz var. Bizim olan bu sevda, bu kavga ve bu tarihe onurla sahiplenişimiz ve daha ileriye taşıma cüretimiz var.

Vartinik’ten doğan güneş, aydınlatmışsa Mercan vadisini ve on yedi kez kanamışsa sevdamızın kızıl yürekleri, demek ki çelik unutmuyor ve unutmayacak aldığı suyu, söylenen isyan türkülerini ve yazılan direniş destanlarını. Mercan vadisinde yankılanan direniş sloganları hala kulaklarımızda çınlıyorsa eğer, umutsuzluğa, karamsarlığa gün olmayacak; yenmek kadar, yenilmek de var bu kavganın doğasında. Ama her yenilgiden sonra, yeniden ayağa kalkmak ve mücadeleyi harlamak, bu kavganın kendi doğallığında var. Her yenilgi, yeni zaferlerin ebesidir bunu biliyoruz. Zor günlerden geçiyoruz, yeniden kendi güzergahımızda filizlenip başağa durmak kolay değil, ama imkânsız hiç değil. Sadece umudunu yitirenler, kavgaya sırt dönenler için, engeller aşılmaz dağlar olarak görülebilir. Kavganın ateşinde pişenler ve sabır taşı gibi inat edenler için geçilmeyen engel, aşılmayan dağ yoktur. Tarihimizin bize gösterdiği biricik doğrulardan biri de budur. O yüzdendir ki, eksiği ile fazlasıyla, yanlışıyla doğrusuyla bu tarih bizimdir deme cesaretini gösterebiliyoruz. Bu kızıl güzergahın dövüşenleri adlarını, mücadele dalgasının doruk yaptığı zamanların hız alan sörfçüleri olmakta değil, asıl adlarını, geri çekilme ve yenilgi dönemlerinde dipte attıkları kulaçlarla karaya ulaşma kararlılığında alırlar. Bu güzergâh sefanın değil, cefanın güzergahıdır çünkü.

Her şeyden öte, KAYPAKKAYA gibi bir komünist öndere sahibiz

Anadolu’nun bozkırını tutuşturmak, fabrikalardaki makinaların gürültüsünü sokaklara taşımak, karanlığı aydınlığa boğacak bir kıvılcım olmak için Cafer’leşmek gerek. Karanlığı tutuşturma yolunda Aydın’laşmayı beceremeyenler, ne Haziran’ın sarı sıcağında Mercan’da buram, buram kokan kengerlerin, gevenlerin kokusunu alabilir, ne de on yedi kez hançerlenmiş, kalleş namluların hedefi olmuş isyan türkülerini duyabilir. Karanlığın böğrüne, aydınlanmanın kızıl mührünü basanların kavgası anlaşılmadıkça, ne bu kan revan içinde akıp gelen tarihi anlamak mümkün, ne de bugünden yarına kavgayı günün koşullarına göre yeniden ve yeniden örgütlemek mümkün. Evet farkındayız ve bilincindeyiz; siyasi, ideolojik ve örgütsel… kamburlarımız da var. Bu kamburlardan kurtulmadan, dik durmak pek kolay olmayacaktır. Ama, her şeye rağmen bu yolu yürüyecek haklı ve kararlı ideallerimiz var. Her şeyden öte, KAYPAKKAYA gibi bir komünist öndere sahibiz. O’nun bilimsel dünya görüşlerini dogmalara hapsetmeden, bir eylem kılavuzu olarak algılamak, yorumlamak ve güncellemek gibi görev ve sorumluluklarımız var.

Tabulaştırmadan, Kaypakkaya’laşmak ve sınıf mücadelesinin nehir yataklarına sel olup akmak var. Elli yılın sessizliğini nasıl parçaladıysa Kaypakkaya ve onun siper yoldaşları, bugün de, tava gelmiş demiri kendi özgün şartları içinde Kaypakkaya’laşarak dövme ve demire şekil verme zamanı. Bunun için, her gün bambaşka boyutlar kazanan toplumsal gelişmeleri, kendi bulundukları koşullar içerisinde ele alıp değerlendirerek doğru sonuçlar çıkartıp ve bu sonuçlardan hareketle, gelişmelere denk düşen mücadele yöntem ve örgütlerine baş vurmak bir zorunluluk ve gerekliliktir. Buna ihtiyacımız var.

İşkence tezgahlarındaki umudumuz, ser verip sır vermeyenimiz, yaşamını hesapsız ve çekincesiz armağan ederken devrim davasına, ne düşünüyordu biliyor musunuz? Öyle bir kale kurdum ki ceddinizin ceddi de gelse fethedemeyeceksiniz tek bir burcunu! Örslenmiş yürek, bilenmiş bilinç ve harlanmış direnç karşısında fukaralaştı düşman. Biz ardılları için bundan daha büyük bir şans var mı? Bunu anlamayanlara, bölünüp parçalanmayı hüner sayanlara bir çift sözümüzü söylemeyi O dehanın huzurunda borç biliriz. Elli yıllık yürüyüşümüzde gün oldu tökezledik, gün geldi şaha kaldırdık atları. Onlarla, yüzlerle başlayan yürüyüş, binlerle on binlerle buluştu. Vura vurula, kıra kırıla geldik bu günlere. Ama yetmedi- yetmiyor yoldaşlar. Sağa- sola savruluşlar, çoğu zaman gereksiz ayrılışlar inanın ki kurtlanmış ağacın ömürsüzlüğüne ömür katıyor. Her ipini koparan koca koca sözler ederek ama kavganın en ön saflarında olmaya aday on binleri terk ederek devrim yapabilecekleri hayaline kapıldılar. Hani devrim kitlelerin eseriydi! Üç beş “kahraman”ın hüneri değildi. Hele de ayrıştırılan, birbirinden uzaklaştırılan kitle, devrimin en ileri kitlesi iken…

Devrimin ve halkın çıkarlarını esas almalıyız

Daha da önemlisi Kaypakkaya güzergahının yeminli ardılları olduğu gerçeği ortada iken. Bazan bir kaşık suda fırtınalar koparmak, bazan kişisel egoları devrimin ve halkın çıkarlarının önüne geçirmek sınıf kavgamıza nasıl bir katkı sağladı, sağlıklı bir kafayla düşünülüyor mu acaba. Oysa bunu yapmak hiç de zor değil. Sadece grup ruhu ve bireysel kaygıların yerine, devrimin ve halkın genel çıkarları konulsun yeter. Madem Kaypakkaya’cıyız, herkes yüzünü o kıvılcıma, Marksist bilgeliğe dönsün. Ne içini boşaltarak ne de geçmişe takılıp kalarak. Yani ne ondan kaçarak ne de dogmatik bakarak. Bin dereden su getirmeye gerek yok. Her bir Kaypakkaya’cı şu soruyu sorsun kendisine. Troçki, Buharin, Martov vb. leri çok mu Bolşeviktiler de, Lenin ve yoldaşları bunlarla birlikte Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdi. Ya da Kaypakkaya’cılar arasındaki farklılıklar, Troçkistlerle Leninistler arasındaki farklılıklardan çok daha derin ayrılıklar mı ki birleşemiyorlar. Aynı durum ÇKP için de geçerlidir. Hatta hemen hemen her KP içinde benzer durumlar söz konusudur. Onlar birlikte yürümeyi becermişler de, biz neden beceremiyoruz sorusunu her türlü küçük- burjuva kaygılardan uzak kendimize sormalıyız. Gruplarımızın değil, devrimin ve halkın çıkarlarını esas almalıyız. Devrime ve halka olan sorumluluğumuz bunu gerekli kılar.

Çocukluk evrelerini aşalı yıllar oldu, artık aklımız her bir şeye eriyor. Şimdi dönüp bakalım ardımıza, ayak izlerimizde neleri görüyoruz. İyi yanlarımızla övünmek hakkımızdır. Ama yanlışlarımızı yargılamaktan da sakınmayalım. Bizim destanımızda, karanlığı göbeğinden Ay’ın şafkı gibi tutuşturan, yıllanmış şarap gibi yoldaşlık sevgisi, kavgada inat ve sebat var. Ve yine bizim destanımızda, Vartinik’te, Beyaz Dağ’da, Düzgün Baba’da, Almus’da Mercan’da ve saymakla bitmeyecek kadar kavga ve direnişlerde ömrümüze doğrultulmuş namlular, kan, ter ve acı var. Bunları görmeyip veya görmezlikten gelip alıp başını gidenler, en kahraman benim deyip, boş çuvalı dövenler var. Bütün bu yaşananlar, daha da yaşanacakların ve gelecek güzel günlerin habercisi. Daha ne olsun. Kavgayı tek düze belleyip, sadece iyi günlerin dostu olanlar şu tarihe dönüp bir baksın. Sadece bizim destansı tarihimiz yetmez, sınıf mücadeleleri tarihi olan insanlık tarihine bütünlüklü baksın. Ne görecektir acaba. Yengiler- yenilgiler, gerilemeler- ilerlemeler hep iç içe, yan yana, bir arada. Ama esas olan geçici gerilemeler, geçici yenilgiler değil, hep ileri olandır. Biz istesek de istemesek de, olsak da olmasak da bu toplumsal yasa değişmeyecektir.

Boşluğun, tasfiyeciliğin ve “bilinmez”liğin hüküm sürdüğü yıllardayız. Acılar ve ızdıraplarla boğuşurken, ormanların uğultularını, makinaların gümbürtülerini ve bedenlerini toprağa, kavgalarını halka emanet eden ölümsüzlerimizin mirası üzerinde tepinmeden, dosdoğru bir şekilde sahiplenmeyi becerebilirsek, işte o zaman Kaypakkayacı olmaya layıkız. Çünkü o zoru başardı, değer üretti, ilke yazdı ve mirasına ulaşan her kese güvendi…

Kaypakkaya ile yoldaşlaştığımızın 53. ve o’nu ölümsüzlüğe yolculadığımızın 52. yılında, Türkiye- K. Kürdistan halklarını bekleyen yepyeni bir sürece doğru evriliyoruz. Türk hâkim sınıflarının ve Kürt burjuvazisinin “ellerine kına yakacakları”, yıllardır yok sayılan, katliam ve soykırımlarla karşı karşıya bırakılan ezilen ulus ve milliyetlerin kaderlerini, emperyalist haydutların ve kendi burjuva sınıf çıkarı doğrultusunda yürütülen bir süreç halklara dayatılmaktadır. Bunun karşılığında, bir takım demokratik kırıntılarla mutlaka ki gözler perdelenecektir. Ama bunlar faşizmin hüküm sürdüğü bir coğrafyada ne kalıcı ne de halklar lehine uzun vadeli bir nitelik taşımayacaktır. Daha da önemlisi, eğer süreç böyle ilerlerse sadece Kürt ulusal hareketinin tasfiyesi ve giderek teslimiyeti gerçekleşmiş olmayacak, aynı zamanda reformist akımların, sınıf hareketini kendi mecrasından uzaklaştırma yönlü bir sürecin yaşanma tehlikesi de uzak bir ihtimal değildir. Sürecin geçici de olsa bu şekilde ilerlemesinin en büyük nedeni, komünistlerin bölük- pörçük parçacı duruşları, doğal olarak halka güven verme yetmezlikleri önemli bir yerde durmaktadır. Reformizm ve burjuva hümanizmi karşısında, sosyal devrim diye bir amacı olanlar, sınıf mücadelesine odaklanmak durumundalar. Gözünün üstünde kaşın var ve kaşının rengi benimkinden farklı deme lüksüne sahip değiller.

Birleşip bütünleşme çabamızdan vazgeçmeyeceğiz

Kaypakkaya ve yoldaşlarının temellerini attıkları yapıya sahiplenmek ama taş üstüne taş koymamak hiçbir şey ifade etmiyor. Ekilmiş tohumu sulayıp gübrelemiyorsanız, kurumasını da engelleyemezsiniz. Vartinik’in özünü, Marcan’ın, Hürmek’in, Şehiremi’nin, Altıyol’un, Almus’un ve daha daha nicelerinin tutumunu kuşanmış, birey ve gurup çıkarlarına değil, devrim ve halkın genel çıkarlarına amasız, fakatsız inanmış yoldaşlığa ihtiyacımız var. Süreci doğru tahlil etmeye, komünist olanakları bir araya getirmeye ihtiyacımız var. Tahıl denizinin kıyısındaki oraklılara, fabrika önlerindeki mavi tulumlulara, ezilen ulus ve milliyetlere, ezilen inanç mensuplarına kısacası tüm emekçilere önderlik edecek çelikten bir öncüye ihtiyacımız var. Bu mümkündür. Yeter ki sessizliğe çanak tutup, reformist ve parlamenterist aptallığın peşine sıraya girilmesin.

Yaratılan bu karanlıkta el yordamıyla değil, Kaypakkaya çizgisinin MLM özüyle bütünleşip, ölümsüzlerimizin cüretiyle yürünebilsin. Koşullara göre yeniden yapılanmak ve örgütlenmek. Hepsi bu. Zor mu? Asla değil. Mücadele dogmalarla değil, eylemlerle ilerletilir. Eylemler ise, somut şartların somut tahlilleriyle bütünleştiği vakit bir anlam ifade eder ve geleceği kazanma imkanına sahip olabilirler. Süreci bilmek, anlamak ve kavramak, kavrananı sınıf mücadelesinin ateşine sürmektir aslolan. Meselenin özü de kendisi de bu. Bin dereden su getirmeye gerek yok. Ne hiçbir anlam ifade etmeyen işe yaramaz sözde kahramanlıklara soyunup halkı ve kendimizi aldatalım, ne de boşa kürek çekelim. Kürek çekilecekse gerçekten halk için, devrim için çekilsin. İşte o zaman akla, kara ayrıt edilmiş olur. Samimiyetle, samimiyetsizlik hak ettikleri yerde olurlar. Ölümsüzlerimize sahiplenmenin, devrime inanmanın ve halka güvenmenin ölçütü de bu olsa gerek. Biz komünistler buna inanır, buna güveniriz.

Reformizmin, parlamenterizmin ve tasfiyeciliğin şahlandırılmak istendiği bu koşullarda, ille de devrim şiarıyla yola devam etmektir bize düşen. Vartinik’ten- Mercan’a, oradan bu yana ve buradan öteye bu mücadele, bu sevda ve bu tarih bizim deme hakkına sahip olduğunu iddia eden, ama gerçekten bu iddiada inat eden herkesin Kaypakkaya yoldaşı bilimsel diyalektik özüyle kavramaya azmetmesi zorunludur. Bu kavrayış bütünlüğü içerisinde birleşip bütünleşme çabamızdan da vazgeçmeyeceğiz. Çünkü halkımız ve devrim bizden bunu talep ediyor. Halkın ve devrimin taleplerini yerine getirmek, yoldaşlarımızla yoldaşlaşmak ve sınıf mücadelesini devrimle taçlandırmak varoluş sebebimizdir. Bunu da başaracağız. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

Bu yazı Halkın Günlüğü Gazetesi‘nin Haziran-2025 tarihli 50. sayısında yayımlanmıştır.



Temmuz 2025
PSÇPCCP
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031 

More in Editörün Seçtikleri