
Jeopolitik değerlerde yaşanan hızlı değişimler ve belirsizlikler nedeniyle yerel ve evrensel çapta olağanüstü bir süreçten geçmekteyiz. Kapitalizmin küresel ölçekte yapısal bir kriz yaşadığı bu dönemde, normal zamanlardaki burjuva uluslararası hukuk ve ilişkilerin yerini savaş diplomasisi almaktadır. Yani devletler arası siyasi ve ekonomik istişarelerin savaş diliyle yürütüldüğü bir dönemdeyiz. Burjuva diplomasisinin barış zamanlarındaki sahte nezâket teamüllerinin yerini açıktan racon kesen haydutluk yöntemleri almaya başlamıştır. Devletler siyasası, küresel ölçekte belirsizliğini koruyan stratejik güç ilişkileri içerisindeki konumunu güçlendirmek için askeri alanda hazırlık yapmaktadır. Böylelikle dünyamız tarihte hiç olmadığı kadar tehlikeli bir yere doğru dönüşmüş durumda. Bu anlamda ikinci dünya savaşı sonrası Avrupa’da oluşan jeopolitik güç dengelerinin de değişmeye başladığını söyleyebiliriz.
Dünya jandarması ABD özgülünde devreye giren “Trump doktrini”, bu değişimin kaçınılmaz olduğu mesajını vermektedir. Postmodern bir hal almaya başlayan ABD’nin dış güvenlik stratejisi, Trump önderliğindeki öngörülemeyen hamlelerle geleneksel devlet teamüllerini sarsmaktadır. Bu durumun Avrupa devletleri açısından bir güvenlik endişesine yol açtığı anlaşılıyor. Dış ilişkilerden sorumlu Türkiye hükümet güçleri bu durumu fark ettikleri için son günlerde; “Avrupa’nın güvenliği Türkiye’den geçer.” tezini öne sürerek bir fırsat yakalama arayışına girmişlerdir. Erdoğan ve Fidan ikilisi Türkiye’nin ordusunu ve hala işe yarayan jeostratejik konumunu pazarlayarak yeni paylaşım süreçlerinden parsel koparmaya çalışırlarken en öncelikli hedeflerinin Ortadoğu’daki demokratik Kürt ulusal gelişimini tasfiye etmek için bir yol temizlemek olduğundan emin olmalıyız.
Çeşitli emperyalist güçlerin kendi aralarında didişmeyle başlayan ve yer yerde uzlaşma şeklinde gelişen bu yeni süreç, birinci dünya savaşından sonra Ortadoğu’da kurulmuş olan yapay statükoyu değiştirmeye başladı. Emperyalistlere bağlı yerli komprador taşeron güçlerin de yeniden yapılandırıldığı bu dönemde devrimci hareketlere toptan bir tasfiye dayatılmaktadır. Türkiye ve Ortadoğu’daki devrimci hareketlere dönük tasfiye kararında emperyalist güçlerin ortak bir kararlaşmasından söz etmek mümkündür. Bu anlamda yeni enerji yolları üzerindeki yol temizliği, madenlerin ve petrol yataklarının paylaşımı ve Asya- Pasifik konseptli bazı ekonomik hedeflere varmak için gerekli olan askeri ve siyasi güvenlik doktrinleri devrimci hareketlerin varlığı için de yakın bir tehdide dönüşmüştür. Sözde bir barış görüntüsü altında başlayan, Kürt ulusal devrimci hareketine yönelik diz çöktürmeye dönüşen politikalar, bu bahsini ettiğimiz jeopolitikteki tektonik hareketlerle ilişkisi bağlamında ele alınmalıdır.
Yine en son olarak Türkiye’deki hükümet güçlerinin burjuva muhalif rakiplerine karşı giriştiği sivil darbe bu gelişmelerden bağımsız değildir. Bu süreç; eksen kayması yaşayan stratejik güç ilişkilerinin ve jeopolitik bazı değerlerin geleceğinin belirsizliği karşısında avantaj kazanmak isteyen hâkim sınıfların, genişletilmiş diktatoryal yöntemlerle iç iktidarının garanti altına alınması çabası olarak görülmelidir. Tabii ki bunun devlet siyasasına denk gelen karşılığı; faşizmin güç ve yetki alanının muhalif sermaye çevreleri üzerinde de tahkim olma girişimidir. Burada parlamento sadece bir süsten ibarettir. Bu faşist siyasa örtülü ve zamana yayılmış olmaktan çıkarak açıktan uygulanan ve ani siyasi darbelerle mevziisini büyüten bir minvalde ilerlemektedir. Bu durum sermaye blokları arasındaki gerginliği ve çatışmayı dahada derinleştirme emareleri taşımakla birlikte siyasal bir belirsizlikler de oluşturmaktadır. Bu belirsizlik ve çekişme hali proleter güçler açısından devrimci fırsatlar yaratmaktadır.
Sokaklara çıkan kitlelerin parlamenter bir cumhuriyet ve devlette güçler ayrılığını gözeten anti faşist söylemli siyasal taleplerde bulunmaları bu isyan hareketinin esas burjuva demokratik yönünü oluşturur. Biz kitlelerin bu talebini somut koşulların somut tahlili ilkesi gereği demokratik meclislerimiz üzerinden desteklemekte bir sakınca görmeyiz. Kimse biz komünistlerin özgün tarihsel bir momentte burjuva demokratik hakları kazanmak için bir talepte bulunamayacağımızı iddia edemez. Biz durumu kitlelerden kopmamanın ve onları eğitmenin bir aracına dönüşen taktik politikaların icrası için bir fırsat olarak görürüz. Ama bizler açısından asıl örgütlenmesi ve hareketi oluşturulması gereken mesele; bu süreçte politik program ve aksiyon olarak işçi sınıfının bağımsız bayrağını yükseklere kaldırmaktır. Bu ise; halklar için demokrasi sorununu kökünden çözmekten, yani proletaryanın kendisi için sınıf olmaktan doğan egemenlik haklarını bugünden yarına inşa etmekten başka bir şey değildir. Kısacası kastettiğimiz; her türden burjuva diktatörlüğüne karşı toplumsal nüfusun çoğunluğu için demokrasi anlamına gelen proletarya diktatörlüğüdür.
Modern tarih boyunca gerçekleşen burjuva demokratik nitelikli isyanlarda, ezilen halkın sisteme yönelmiş talepleriyle harekete önderlik yapmaya çalışan elit sınıfların iktidar ve güç ilişkilerinden pay isteyen söylemleri birbirine karışık bir biçimde durur. Bu türden sosyal hareketlenmelerde başat güç olan emek sınıflarının açığa çıkmak isteyen özlemleri, burjuva fillerin iktidar ve pazar tepişmeleri altında görünmez kalır. Maoistlerin görevi; yarattıkları bağımsız bir yeni hareket dalgasıyla bu genel harekete katılmak ve ezilenlerin dile gelen özlemlerini fillerin çıkardığı toz ve gürültülerden ayıklamaktır. En iyi devrimci okulun sokak olduğuna dair sahip olduğumuz tarihsel tecrübeleri hatırlamalıyız. Bu gelişmelerin sınıf niteliği burjuva toplum özleminin farklı renklerini barındırsa da devrimci durumun objektif koşullarını tetikleme potansiyeli taşımaktadır. Bir Maoist kitle aktivistinin görevi; bu siyasal renk cümbüşü içinde beliren gençliğin sosyalizm özlemini keşfetmektir. Her şeyden önemlisi başta gençlik olmak üzere kitlelerin seçim sandıklarına güveni kalmamış ve objektif olarak burjuva yasal prosedürlerin denetiminin dışına taşmışlardır.
Bu Türkiye siyasal mücadele tarihine yıllardır hâkim olan reformist çizginin ezberini bozan yeni bir durumdur. Biz bu durumun burjuva muhalefeti tarafından tekrar kontrol edilmek isteyeceğini biliyoruz. Bu tür toplumsal konular, Kılıçdaroğlu, Özel ya da İmamoğlu özgülünde dillendirilen ve böylece de kişiselleştirilen iyimser tanımlamalarla açıklanamaz. Bu sınıfsal bir olgudur ve tarih boyunca burjuvazinin işçileri sattığı gerçeği bu sınıfın doğası gergidir. Engels yoldaşı Orta çağ araştırmalarında bile bu gerçekle karşılaşır. Burjuvazinin, sonraları ilk öncüllerine dönüşecek olan kent soylularının, prenslerin ve ticaret erbabının devrimci köylü ayaklanmalarında yoksul halkı derebeylere karşı nasıl satıldıklarının örneklerini hatırlıyayım. Bugün Almanya’da Martin Luther’in kapitalizmin ilk ruhani söylevcisi olarak göklere çıkarılmasının, ama buna karşılık ütopik sosyalizmin Avrupa’daki ilk temsilcilerinden devrimci Thomas Müntzer’in hala terörist olarak görülmesinin sebebi budur. 1520’lerde birlikte çıktıkları yolculukta burjuvazinin ilk teolojik alandaki önderlerinden Luther, dönemin zalimleriyle iş birliği yapmıştı. Özel mülke düşman Müntzer ve yoldaşlarının sapık olduğu gerekçesiyle bir köpek ya da cadı gibi öldürülmesi yönünde vaazları tarihsel kayıt altındadır. Nitekim, sonucun omuz üstünde baş kalmadığı bir yenilgiyle sonuçlandığını hatırlamamız gerekiyor. Proletaryanın prototipleri yani proletarya öncesi bağlaşıklar, aynı siyasi partide burjuvazinin prototiplerinden bir hayır görmedi, modern zamanlarda bir hayır görmesi beklenmemelidir.
Konumuza devam edersek; son yıllarda işçi sınıfı içerisinde yeterli örgütsel güç tahkimatı yapamayan, sürekliliği sağlamış kadro okulları oluşturamayan ve kendisini “Belediye Sosyalizmi” tarzı Fabiancı bir anlayışla burjuva yasal prosedür içinde sınırlayan önemli oranda devrimci örgütlenmenin bu türden kitle hareketlerinin gerisinde kalacağını söylemek mümkündür. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi; başta Kaypakkayacılar olmak üzere devrimci hareket kendisini her türden kestirilemeyen toplumsal gelişmelere karşı her zaman ideolojik olarak diri ve gerili tutmalıdır. Tabii ki bu durum birçok alandaki maddi alt yapı hazırlığını da gerekli kılmaktadır. Döneme uygun kadro biriktirmek, sanayi kentlerindeki emek sınıfları içerisinde sistem dışı teşkilatlanmak, ideolojik mücadele ve siyasi eğitim çalışması yoluyla bilinci berrak tutmak, günün her saati mobilize olabilecek tarzda profesyonelleşmek ve kitle örgütlenmesinin sosyolojik bağlam ile ilişkisinin tarihsel materyalist tarifini kavramak bir ihtiyaç haline gelmiştir. Üretim araçlarının kimin elinde olduğu konusunda temel bir değişikliği ön görmeyen politikaları devrimci olarak nitelendirmemiz mümkün değildir.

