Connect with us

Makale

KARANLIK LEKELER

Kısacası milyonlarca insan bir bardak temiz suya hasret kılınmışken, açlığın ve yoksulluğun pençesinde kıvranırken, doğa bütün zenginlikleriyle tahrip edilirken, geleceğimiz elimizden kayıp giderken ve bütün bunların sebebi olan bu vahşi kapitalist sistemi çok daha ciddi bir şekilde yargılanmaya başladık. Bütün bunlar, virüsün öldürücülüğünün hemen yanı başında yeşeren yaşam filizleridir. Hem de daha iyi, daha güzel bir yaşam filizi. İnsanlığın geleceği açısından iyi bir bilinç sıçramasıdır. Ama bu yetmez!

Ak bir zeminin üzerine düşen lekeleri görmemek, fark etmemek mümkün mü? Ya da ne bileyim, gecenin koynunda parlayan yıldızlara kapatabilir misiniz gözlerinizi. Onları yok sayabilir misiniz? Gerçekler de böyledir. Onları ne kadar, ne zamana kadar gizleyebilirsiniz. Bunun üzerine dilimize, kültürümüze yerleşmiş pek çok deyimler vardır. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” Ya da “güneş balçıkla sıvanmaz” diye. Bunlar öyle laf olsun, torba dolsun diye söylenmiş deyimler değildir. Binlerce yıllık yaşanmışlıkların sonucunda çıkartılmış derslerin özetidir.

Niye böyle bir başlık kullandım, ne yazmak istediğim konusunda doğrusu ben de çok emin değilim. Hep birlikte okuyup göreceğiz. Bakalım Karanlık Lekeler bizi nereye, hangi nehrin ya da denizin kıyısına sürükleyecek.

Doğadaki bütün börtü böceğin canlandığı, kış boyunca gözlerden kaybolan kumruların bile balkonumuza gelip konduğu, yuvalanmak için harıl harıl yerler aradıkları, serçelerin çiftleşmek için birbirlerine kurlar yaptıkları, insana yaşam sevinci aşısının aşılandığı hengameli bir bahar şenliği içinde küçücük mutlulukların eşiğindeyiz. Öyle ya, kimimiz koca bir yılın yorgunluğundan sonra yaklaşan birkaç haftalık tatil hayallerini kuruyor, kimimiz baharın canlılığı ve yaşam doğurganlığıyla umuda yeniden yeniden sarılıyoruz. Bahar geldi ya, yerler çimenin yeşil halısıyla, ağaçlar allı-morlu çiçeklerle bezendi ya, çocuklar durur mu hiç. Ellerinde silah yerine kullandıkları sopalarla “savaş”çılık oynuyorlar. Birileri vuruyor, birileri vuruluyor. Balkonda onları seyrediyor ve düşünüyorum. Henüz beşinde, dördünde bu çocuklar. Neden daha barışçıl, kardeşleşme ya da ne bileyim şenlenip neşelenebilecekleri oyunları değil de ölmek, öldürmek üzerine kuruyorlar oyunlarını. Karşı binadan yaşlıca bir kadın çıkıyor. Başını yukarı kaldırıyor, güneşi içercesine nefesleniyor. Yüzünden yaşam sevinci akıyor. Ve birden yaşlıların ölüm “fermanı”nın çıkartıldığı, geri kalmış birkaç yıllık hayatlarının çok görüldüğü şu içinden geçmekte olduğumuz günlerle yüzleşiyorum. Bir yaşlı kadına, bir güneşe bakıyor, her bir saatin insan yaşamındaki önemini düşünüyorum. Öte yandan çıkartılan korona virüs “fermanı”nı, fermanı çıkartanları düşündükçe onlara lanetler okuyorum. Kurdun, kuşun bütün börtü böceğin yaşam sevinciyle kanatlanıp uçtuğu bu bahar günlerinde, yaşlılarımıza ölüm fermenı çıkartmak, geri kalmış kısacık kendi halindeki yaşamlarına kastetmek ne acı bir şey. Hava pırıl pırıl. Bu yıl Nisan daha bir bambaşka. Güneşi emziriyor çocuklarımıza. Ama güneşi örtmeye çalışan kara bulutlar gibi, ölümcül karanlık lekeler düşüyor yaşamın üzerine.

Canlılar alemi içinde en canavar, en kıyımcı varlık insan denen yaratık olsa gerek. Yırtıcı hayvanların yaşayış tarzlarına bakıp, insanınkiyle kıyaslayınca hayretler içinde kalıyor insan. Canavar denilen bir kurda, bir aslana, çakala, ayıya bakıldığında, hayretler içinde kalışın ne denli haklı olduğu anlaşılıyor. Bu “canavar”lar karınları toksa hiç bir canlıya “düşman”lık beslemez koyun koyuna yatar uyurlar. Sadece karınlarını doyurmak için avlanırlar. Ya insanlar; Karınları tıka basa dolu da olsa gözleri hep açtır. Olanak sahibi olanlara dünyayı da versen doymazlar. Bu doymak bilmeyen hırs, onları bütün canlılara, hem cinslerine, kendi yaşam alanları olan doğaya, doğadaki bütün canlı cansız varlıklara sonuçta kendi kendilerine bile düşman eylemektedir. Çünkü amaç karın doyurmak, rahat bir yaşam, kültürel zenginlik, zenginlikleri paylaşmak değil. Daha çok, ihtiyacın çok çok üstünde variyete sahip olmak, variyetsizleri egemenliği altına almak, doğanın ve insanlığın bütün zenginliklerine hükmetmektir. Oysa aslanlar, avını avlar karnını doyurur ve çekilir kenara hayatın tadını çıkarmaya başlar. Aslanın avladığı avdan geriye kalandan önce sırtlanlar, sonra çakallar ve ardından leş kargaları yararlanır. Buda yetmez, bu kurulu sofradan börtü böcekte payına düşeni alır. Şimdi kim daha canavar varın siz karar verin. Ceddinin ceddine yetecek kadar variyete sahip olmasına rağmen, hala gözü doymayan, dünyamızdaki kurda kuşa, ağaca ormana, denize nehre, dağa taşa, hayvana insana düşman olan mı, yoksa sadece karnını doyurmak için avlanan hayvanlar mı? Hangisi canavar?

Gözle görülmeyen, minnacık bir virüs bir yandan “bu dünyanın kralı benim” diyen “kral”lara diz çöktürürken, öte yanda, belki de çoğumuzun hiç fark etmediği büyük de iyilikler yaptı. Çelişki böyle bir şey. Hiçbir şey ne sadece iyi tarafıyla ne de sadece kötü tarafıyla ifade edilemez. Tıpkı geceyle gündüz gibi. Ölümle yaşam gibi. Varlıkla yokluk gibi. O minnacık gözle görülmeyen virüsün nasıl ortaya çıkıp bunca işi becerdiğini, yani bir yandan ölümlere, diğer yandan yaşama, belki de en değerli yaşama vesile olduğunu, olabileceğini anlamak gerek. Nasıl çıktı, hangi el uzandı ona, nasıl çağın silahına dönüştürüldüğünü tartışmak değil niyetim. Fakat bir gerçek var ki, oda göğsümüze doğrultulmuş namluların yerine, ölüm kusan bir virüsle karşı karşıya oluşumuzdur. Ama sadece ölüm kusmuyor, yaşama da göz kırpıyor. Nasıl mı? İsterseniz biraz empati yapalım ne dersiniz.

Şu vahşi kapitalizmin bilinç altımıza neleri koyduğunu ve bizi nasıl yarattığı sistemin modern köleleri haline getirdiğini bir düşünelim. Onun amacı, saltanat üstüne saltanat kurmak. O yüzden bizler gibi yarı aç, yarı toklara ihtiyaç var. Onun her türlü hizmetini görecek bizler olmalıyız ki, o da efendiliğini sürdürebilsin. Köleler olmazsa, köle sahipleri olabilir mi hiç. Ama onun gözü doymak bilmiyor. Dünyanın bütün nimetleri, bütün olanakları elinin altında olmasına rağmen, daha çok, daha çok olsun istiyor. Kendisinin de üzerinde yaşadığı gezegeni yok etme pahasına bu hırsından vaz geçmiyor. Gereksiz bir şekilde daha çok ürettiriyor ve bizden de gereksiz bir şekilde daha çok tüketmemizi istiyor. İşte şu “katil” virüs tam da bu noktada devreye giriyor. Veya devreye sokuluyor. Devreye sokanlar elbette ki kendi çıkarları için devreye sokuyorlar. Ama dedim ya, hiçbir şey tek yanlı değildir. Vahşi kapitalizmin canavarları bundan elbette ki medet umacaklardır. Bunda şaşılacak bir durum yok. Ama silahın tetiğine basıldığında, geri tepme durumunu da hesaba katacaksınız. Tıpkı daha çok kazanma amacıyla kurulan fabrikalara işçi yığınlarını doldururken, kendi mezar kazıcılarını yarattıkları gibi.

İster kendi doğal ortamında çıkmış olsun, ister bir projenin ürünü olsun. KOVİT- 19 virüsü öldürmenin yanı sıra insanlığa kazandırdıkları da var. Şu kısacık süreli evlerimize kapanış durumumuz, paniğimiz, korkularımız yeniden düşünme, yaşamı yorumlama, geleceğimize dair kuşkularımızı, doğaya, suya, havaya olan ihtiyacımızı belki de sistemi yargılamamızın da vesilesi oldu. Sadece bu kadar değil, kendi kendimizi de yargılamaya koyulduk. Bu gerçekten iyi bir durum. Sanırım vahşi kapitalizmin canavarları bu durumu pek hesaba katmadılar. Yani silahın geri tepme durumunu önemsemediler. Bugüne kadar insanlar daha çok sistemi kıyısından köşesinden cimciklerken, şimdi tamamını yumruklamayı düşünür hale geldi. Bu kısacık eve kapanma süreci içerisinde, bir gülü koklarken dikeninin ele batışını özledi ve yaşamlarında bunun nedenli önemli olduğunu anladı. Sürü yerine konan biz emekçiler, tokalaşmanın, samimi ve içten sarılmanın bir insan için ne anlam ifade ettiğini anladık. Sokakta yürürken birbirinden kaçışın nasıl bir yabancılaşmaya doğru evrildiğini gördük. İnsanın, insana olan ihtiyacını anladık. Denizlerin kirletilmesinin, nehirlerin kurutulmasının insanlığın geleceği açısından nasıl bir vahşet yaratacağını daha iyi anlamaya başladık. Dünyada bilmem kaç milyar insan açlık ve yoksullukla boğuşurken, evimizin bir köşesini ayakkabı, gardolabımızı elbise yığınağı haline getirmenin, yani aşırı ve lüks tüketimin gereksizliğini görme eğilimine girdik. Bakımlılık ve güzel görünmek adı altında aşırı bir şekilde boya, ruj, oje vb. maddeler kullanarak ozon tabakasına verilebilecek zararı hesaplamaya başladık. Kısacası milyonlarca insan bir bardak temiz suya hasret kılınmışken, açlığın ve yoksulluğun pençesinde kıvranırken, doğa bütün zenginlikleriyle tahrip edilirken, geleceğimiz elimizden kayıp giderken ve bütün bunların sebebi olan bu vahşi kapitalist sistemi çok daha ciddi bir şekilde yargılanmaya başladık. Bütün bunlar, virüsün öldürücülüğünün hemen yanı başında yeşeren yaşam filizleridir. Hem de daha iyi, daha güzel bir yaşam filizi. İnsanlığın geleceği açısından iyi bir bilinç sıçramasıdır. Ama bu yetmez!

Şair Bertolt Birecht, içinde yaşadığımız şu kurulu düzeni, bir tahterevalli oyununa benzetiyor. Tahterevallinin bir ucuna elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan, neyin nesi bilmem kimin fesi üç beş tane kalın enseli oturmuş; diğer ucuna da dünyayı sırtında taşıyan, açlıktan nefesi kokan milyonları oturtmuşlar. Bu yüzden o üç beş ne idüğü belirsizler hep yukardan tepeden bakıyorlar biz aşağıdaki milyonlara. Hele bir oturtulduğumuz o tahterevallinin ucundan kalkıp ayağa dikilelim, bakın onlar yukarıda durabiliyorlar mı? Biz nefesi açlıktan kokanlar kalkınca ayağa, tepeden bakan kalın enseliler tepe taklak yuvarlanacaklar aşağıya. O yenilmez sanılan kâğıttan kaplanların ödlerinin boklarına karıştığını göreceğiz. Meğer onları “kahraman” yapanlar bizmişiz diyeceğiz. Biz ayağa kalkmadığımız sürece, onlar hep yukarda, biz de aşağıda kalmaya devam ederiz. Yoksa bu vahşi sistemin yaratıcıları, mevcut durumdan yararlanıp, dünyamızı daha da yaşanmaz hale getirmek için şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da gözümüzün yaşına bakmazlar. Buna izin verip vermemek kendi ellerimizdedir.

Sosyal bir varlık olan insanın, sosyal yaşamından korkan sermayedarlar, bütün insani ilişkileri yok edip, bireyselliği musallat etmek istiyor insanlığın başına. İstiyor ki sorunlarımızı ortaklaştırmayalım ve üstesinden gelmek için ortaklaşmayalım. Çünkü bu durum, onun saltanatı için büyük bir tehlike. Bu tehlikeden kurtulmak için, insanın sosyal yanını tarumar etmesi, ortaklaşmanın yerine, tekilleştirmeyi, bireyselleştirmeyi örgütleyip planlaması şart. Onun planı dursun bir köşede, dünyanın hapishaneye çevrildiği şu kısacık süre içerisinde dostlarımızı, arkadaşlarımızı, yakınlarımızı görmeden, onlarla iki çift lafın belini kırmadan yaşamın anlamsızlığını gördük. Yani insan olmanın erdemliğinin parada- pulda, malda- mülkte değil, dostlukta kardeşlikte, sevgide barışta olduğunu anladık. Az şey mi.

Mümkündür dediğimiz başka bir dünya bu değil mi. Yer yüzünü cehenneme çevirenlerin aksine, cennete çevirmek mümkün. Yeter ki vücudumuza sirayet eden kara virüslerden kurtulmak için nasıl çabalıyorsak, yaşamımıza, yaşadığımız dünyamıza kast eden kalın enseli, şiş göbekli “virüs”lerden kurtulmak için de tereddütsüz çabalayalım. Ucuna oturtulduğumuz o tahterevalliden kalkalım yeter ki. Yaşamımıza, dünyamıza kasteden kara lekelerin silinip tuzla buz olduğunu göreceğiz. Hepsi bu. KALK AYAĞA!

HIDIR ULUDAĞ



Mart 2025
PSÇPCCP
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930
31 

More in Makale