Connect with us

Makale

Seyduna Şayda yazdı | Sarya

Hapishane giysisi ona büyük gelirdi; omuzlarından sarkar, sanki onun incelmiş bedenine ait olmaktan utanırdı. Ama o kumaş, o solgun mavi ton, Sarya’nın üstünde bir zırh gibiydi. Giysinin düğmeleri eksikti; biri sorguda, biri taş avluda düşmüştü. Eksilen her düğme, bir anının, bir sözcüğün, bir suskun direnişin izi olmuştu.

Taş duvarların içinden süzülen sessizlik, ne toprağın ne de zamanın suskunluğuydu. Bu, yaşamakla ölmek arasına gerilmiş telin üzerindeki bir kadının nefesiydi. Sarya, parmaklıkların ötesine değil, ömrün bıçak sırtına bakıyordu. Gözleri, geceyle gündüz arasındaki belirsizliğe benzerdi; ne tam karanlık, ne de bütünüyle aydınlık. Gözlerinde olan, ancak uzun suskunlukların bildiği o türden bir bilgiyle yoğrulmuştu.

Tıpkı elinde tuttuğu kitap sayfaları gibi; yer yer yıpranmış, kenarları yanık, satır aralarında kanın ve mürekkebin birlikte kuruduğu bir zaman dilimiydi onun gözleri. Saçları, karanlığı andıran koyu bir siyah; uzun ama örgüsüz, serbestçe omuzlarına dökülürdü. Her bir telinde, bir dağın yelesi, bir annenin ağıdı ya da susturulmuş bir dilin kıvrımı gizliydi. Başını öne eğdiğinde saçları alnına dökülür, ama hiçbir zaman bakışlarını örtemezdi. Çünkü o bakışlar, yalnız bir kadının değil, ardında bırakılmış köylerin, yakılmış kitapların, susturulmuş öykülerin sesi gibiydi.

Hapishane giysisi ona büyük gelirdi; omuzlarından sarkar, sanki onun incelmiş bedenine ait olmaktan utanırdı. Ama o kumaş, o solgun mavi ton, Sarya’nın üstünde bir zırh gibiydi. Giysinin düğmeleri eksikti; biri sorguda, biri taş avluda düşmüştü. Eksilen her düğme, bir anının, bir sözcüğün, bir suskun direnişin izi olmuştu. Ellerine gelince… Sarya’nın elleri büyüktü; iş görmeye, toprağı kazmaya, taş taşımaya, çocuk taşımaya, dost omzu tutmaya alışkın. Ama aynı eller şimdi bir kitabı okşar gibi bir hayali, bir yoldaşın adını, bir geçmişi tutuyordu.

Her sabah gardiyan kapısını açtığında, ilk işi duvara yaklaşıp küçük pencereden gökyüzüne bakmak olurdu. Mavi mi diye değil; hâlâ yerinde mi diye. Çünkü Sarya için gökyüzü, kaçmak değil, hatırlamaktı. Her bulut, dağın yamacındaki çocukluk düşlerinden, örgüt toplantılarında paylaşılan sıcak ekmekten, karakolda susarak koruduğu bir yoldaşın sesinden bir iz taşıyordu.

O bilirdi: Gökyüzü yalnız mavilik değil, aynı zamanda bellekti. Ve belleğin unutulmayan tarafı direnişti.

İnfaz günü açıklanmıştı ama Sarya’nın bakışlarında kıpırtı yoktu. Ne gözyaşı ne de öfke. Bedeninin, hayatın sonuna yaklaştığını biliyordu. Ama bir kadının, özellikle de sınırlara doğmuş, dillere yasak, öykülere sığmamış bir kadının, yalnızca etten ibaret olmadığını da biliyordu. Ona her bakışta geçmişin tüm yaraları, geleceğin tüm ihtimalleri canlanırdı.

Ahmet Arif’in dizeleri düşerdi aklına, o taş avluda.

“Seni anlatabilsem seni / Yokluğun cehennemin öbür adıdır…”

Bir kadını anlatamamanın, bir kavganın kaydı olamamanın, bir isyanı dillendirememiş olmanın acısı gibi. Ama o anlatılmayı değil, anlaşılmayı isterdi. Kendi dilinde, kendi sesinde, kendi kelimelerinde.

Bir keresinde, genç bir kadın yoldaş yeni düşmüştü hücreye. İlk gece konuşmamışlardı. Ama sabaha karşı, Sarya battaniyesini onun üzerine örterken fısıldamıştı: “Görüyorsun, hiçbir şey kolay değil. Ama hiçbir şey imkânsız da değil. Bizim suskunluğumuz da bir dil, sen unutma.” O genç kadın, yıllar sonra çıktığında, bir kitabın ilk cümlesine bu sözleri yazacaktı.

Sarya’nın yargılandığı duruşma salonu, unutuşun sıradanlaştığı yerdi. Onu yalnızca bir suçla anmak isteyenlere karşı, o susarak var olmuştu. İddianame kâğıttaydı ama savunması gözlerinde, duruşundaki dimdikliğindeydi. “Devletin birliği ve bütünlüğünü bozmak” dediler, ama o, halkın bölünmüşlüğüne karşı birliğin türküsünü söylemişti yıllarca. “Silahlı örgüt üyeliği” dediler, ama onun ellerinde yalnızca kitaplar, taşınmış ekmekler ve gizlice çoğaltılmış bildiriler vardı.

Ona göre suç olmayan her şey suç sayılıyordu bu düzende; kadın olmak, konuşmak, direnmek, hatırlamak. Hele bir de unutmamakta ısrar ediyorsan — bu, onların affedemeyeceği tek suçtu.

Ve bir gece, ay karanlık duvara düşerken, o küçük hücrede kalemiyle küçük bir kâğıda yazdı:

“Ben bir halkın kelimesiyim, dilimle yaşıyorum. Onlar bedenimi alabilir ama adımı silemezler.”

Sarya, sabaha doğru son kez saçlarını örmeye çalıştı. Ama elleri yorgundu. Saçları bir isyan gibi omzuna döküldü. Ayakkabılarını giyerken elleri titremedi. Çünkü her adımında bir dağ yürüyordu onunla. Her adımında bir kadın, bir kız çocuğu, bir yoldaş… Her biri, o avludan geçmişti bir zaman.

İdam sehpasına yürürken bir kelime dudaklarına dolandı. Gardiyan duymadı, belki korkudan, belki anlamazlıktan. Ama kelime oradaydı: Nesimî.

Çünkü onun hikâyesi bir bedenin sonuyla bitmeyecekti. Tıpkı Nesimî gibi, “Can bedenden geçse de hakikatten geçilmez.”

Sarya da geçmişti — ama hakikat, onun adıyla kalacaktı.



Temmuz 2025
PSÇPCCP
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031 

More in Makale