Connect with us

Editörün Seçtikleri

Katledilişinin 52. Yıl Dönümünde, Kaypakkaya Yoldaşı Anmak ve Anlamak…

Devrimi mezara taşımayı, sınıf mücadelesi yerine, yasalcı, parlamenterist bir yol tutanlar, Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak değil, bir dogma olarak anlayanlar elbette ki Kaypakkaya’yı anlayamazlar. O’nu anlamak istiyorsak, her şeyden önce, tıpkı O’nun gibi devrime ve devrimin zor yoluyla gerçekleşeceğine inanmalıyız.

Amed zindanlarında üç ay boyunca süren işkenceler sonucu, katledilişinin 52. yıl dönümünde, Komünist Önder Kaypakkaya yoldaşı ve onun nezdinde sınıf mücadelesi içerisinde ölümsüzleşen tüm yoldaşlarımızı ve 6 Mayıs şafağında idam sehpalarında katledilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan nezdinde tüm devrimci siper yoldaşlarımızı saygıyla, minnetle anıyor, mücadeleleri önünde saygıyla eğiliyoruz. 18 Mayıs, bir komünist direniş manifestosudur, unutmayacağız- unutturmayacağız.

18 Mayıs bir direniş manifestosudur derken, Kaypakkaya yoldaşı, pek çok küçük burjuva aydınlarının yaptığı gibi, sadece işkenceler altında ser verip sır vermeme direnişiyle anmak ve bu çerçeve içine hapsetmek gibi bir anlayış içinde olmadığımızın altını çizmiş olalım. O direniş manifestosunun altını dolduran, O’nun, yani İbrahim Kaypakkaya’nın siyasi, ideolojik ve politik olarak dünyayı yorumlayışı ve MLM bir anlayışla dünyayı değiştirme pratiğidir. Yani, Kaypakkaya yoldaşın direnişi, sıradan bir işçinin, bir devrimcinin direnişi gibi sıradan bir direniş olarak ele alınacak bir direniş değil, komünist bir direniştir. Bunu söylerken, işkencehanelerde direnen, devrime gönül vermiş devrim taraftarlarının, sempatizanlarının direnişlerini hafife alma, küçümseme gibi bir anlayışa sahip olduğumuz anlaşılmamalıdır. Kuşkusuz ki, işkencecilere diz çökmeyen bütün direnişler saygı duyulacak saygın direnişlerdir. Bu konuda en ufak bir kuşkuya yer yoktur, olamaz da. Arada ki fark, gıdasını, cüretini MLM ideolojiden ve siyasetten alan ve bizzat bunun pratikteki uygulayıcısı olan Kaypakkaya’nın işkence hanelerdeki direnişinin tam bir komünist direniş olmasıdır.

İnanıyoruz ki, Kaypakkaya’yı anmak ve anlamak, sadece O’nun komünist direnişine övgüler dizmekle mümkün olmamaktadır. Daha da önemlisi Marks’ın, Engels’in, Lenin’in ve Mao’nun sadık bir öğrencisi oluşu, Marksizm’i Türkiye- Kuzey Kürdistan coğrafyası halklarının kurtuluşu için uygulama cüretini gösterebilmesidir. Bunu yaparken, Marksizm’in lafızlarına değil, bilimsel özüne sıkı sıkıya sarılışıdır. Tıpkı, Stalin’in, Lenin’i ve Leninizm’i tarif ettiği gibi. “Marx ve Engels’in eserinin sürdürücüsü olarak Lenin’in büyüklüğü, Marksizm’in lafzına asla köle olmayışıdır. Lenin araştırmalarında, Marx’ın tekrar tekrar açıkladığı, Marksizmin bir dogma değil, bir eylem kılavuzu direktifine bağlı kaldı. Lenin bunu biliyordu ve Marksizmin lafzı ile özünü kesinlikle ayırdı.” İşte, Kaypakkaya yoldaşın en belirgin özelliklerinden birisi budur. Yani araştırmacı, incelemeci, somut duruma göre somut tahliller yapma özelliğidir. Bunu ortaya koyduğu bütün temel konularda rahatlıkla görebilmekteyiz. Ulusal meselede, Kemalizm konusunda ve ülkenin sosyo-ekonomik meselelerinin araştırılmasında hatta parti içi iki çizgi mücadelesi gibi temel meselelerde, kimin olursa olsun söylenmiş lafızlarına değil, Marksizmin bilimsel özüne sarıldığını görüyoruz. Yani, her şeyin hareket halinde olduğu, düşünce de dahil her şeyin değişip dönüşebileceği Marksist felsefe anlayışı ilkesinden hareketle mücadele içerisinde yol aldığını görüyoruz. Kaypakkaya savunulacaksa veya anlaşılacaksa dogmatik bir tarzda değil, tam da bu Marksist bilimsel özünün kavranması üzerinden savunulup anlaşılabilir. Bu gerçeklerin altını çizerken, elbette ki niyetimiz, Kaypakkaya yoldaşı, Lenin’le veya bilimsel sosyalizmin ustalarıyla kıyaslama değildir. Kaypakkaya’nın, sıkı bir Marksist olduğunu vurgulamaktır niyetimiz.

Kaypakkaya’nın içinde var olduğu tarihsel kesitte kısa bir değini

Türkiye- Kuzey Kürdistan halkları, faşist “TC” tarihi boyunca inanılmaz baskılara, yasaklara ve katliamlara maruz bırakıldı. Özellikle “TC”’nin kuruluşundan 1960-70’lere kadar değil komünistlerin örgütlenmesine, işçi sınıfının en doğal ve demokratik hakkı sendikal örgütlenmelere bile tahammül edilmedi, göz açtırtılmadı. Bu dönemde var olan TKP ve TİP gibi parlamenterist ve revizyonist partiler ise zaten sınıf mücadelesinin uzağında duran, devrim kaygısı taşımayan sistem içileşmiş basit aparatlar durumundaydılar. Bu süreçte, Türkiye- Kuzey Kürdistan coğrafyasında mücadele seyri üzerine tam bir ölü toprağı serilmişken, dünya genelinde sınıf mücadeleleri, ulusal mücadeleler, hâkim sınıflar arasındaki çıkar çatışmaları bütün hızıyla sürüyor ve tam bir cadı kazanı görünümünü veriyordu dünya. Bu süre içerisinde iki emperyalist paylaşım savaşına tanıklık etmiş dünya, öte yandan Rusya’da yaşanan Bolşevik devriminden sonra ve buradan ilham alınarak Çin’de, Arnavutluk’ta, Vietnam’da, Kore’de, Balkan’lar da Küba’da kısacası dünyanın üçte birinde devrimler gerçekleşmiş, devrimlerin olduğu ülkelerde sosyalist ve halk iktidarları kurulmuştu. Dünya genelinde devrimci mücadelenin ivmesi hızla ilerliyordu. Daha çocukluk aşamasında olan kapitalist- emperyalist sistem, dünya halkları tarafından kötü sıkıştırılmış durumdaydı. Can çekişiyordu demek o dönem için abartılı bir deyim olmayacaktır.

Türkiye- Kuzey Kürdistan açısından bakıldığında, dışarıda yaşanan oldukça mükemmel gelişmelerin etkisinin ülkeye yansımayacağı elbette düşünülemezdi. Aynı şekilde içeride artan faşist, ırkçı baskıların sonucu olarak biriken öfkenin patlaması da kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Köylülerin toprak işgalleri, fabrikalardaki grev ve direnişler, 15-16 Haziran büyük ve görkemli işçi direnişi; başta üniversite gençliği olmak üzere gençlik hareketleri 50 yıllık ölü toprağının kaldırılışının ön adımları olarak sınıf mücadelesi sahasına inişin ciddi habercisi konumundaydılar. Militan ve ihtilalci mücadelenin hızla yükselişi, mevcut durumda öncü bir KP’nin de olmayışından kaynaklı yeni örgütsel yapıların, gurupların yapılanmasını da beraberinde getiriyordu. Ayrışmalar esas olarak iki ana akım (Sosyalist Devrim ve Milli Demokratik Devrim) zemini üzerinde şekilleniyordu. Kaypakkaya yoldaş, MDD tezini savunanların TİİKPP saflarında saf tutmuştu. Ancak, TİİKP’in giderek revizyonist bir çizgiye kayışına karşı, bir grup Marksist yoldaşıyla birlikte parti içi iki çizgi mücadelesi temelinde muhalif mücadeleyi de elden bırakmıyor, muhalif kanadın önderliğini yapıyordu.

Kaypakkaya, partinin değiştirilip dönüştürülmesi, MLM bir ideolojik ve siyasi çizgiye çekilmesinin mücadelesini yürütürken, partinin başına çöreklenmiş Doğu Perinçek kliği, Kaypakkaya’nın yazılı hale getirip partiye sunulmasını istediği düşüncelerinin diğer kadro ve parti üyelerine ulaştırılması resmen engelleniyordu. Buna rağmen Kaypakkaya ayrılığı değil, parti içi mücadeleyi sürdürmeyi savunuyordu. Ta ki, başta Kaypakkaya olmak üzere, komünist muhalif kadrolara yönelik pusular kurularak fiziki imha ihaneti bir fiil olarak gündeme gelene kadar. Artık Ayrılık kaçınılmazdı. Madem ki revizyonist, Kemalizm hayranı TİİKP’nin değiştirilip dönüştürülmesi mümkün değildi, Türkiye proletaryasının acil ihtiyacı olan bir KP’nin inşasına başlanmalıydı. Kaypakkaya yoldaşın yaptığı veya yapmaya çalıştığı tamı tamına budur. Hiç zaman kaybetmeden, TİİKP’den ayrılan komünist kadrolar Kaypakkaya önderliğinde 24 Nisan 1972’de TKP/ML’nin kuruluşunu ilan edildi. Partinin programatik görüşleri, esas olarak Kaypakkaya tarafından kaleme alınan ve derli toplu hale getirilen beş temel belge ve 11 ilke üzerinde şekilleniyor. Ülkenin siyasi ve sosyo- ekonomik koşullarının somut bir sentezi olan söz konusu beş temel belge ve 11 ilke tezlerini ayrı ayrı ele alıp aktarmamıza gerek yok kanısındayız. Çünkü bunlar gerek parti camiası ve gerekse devrimci kamuoyu tarafından en ince ayrıntılarına kadar bilinen tezlerdir.

Bizim Kaypakkaya’yı anlama çabamız, ne O’nun “lafızlarına köle” olma, ne de O’nu putlaştırma çabaları değildir. Çünkü bu O’na yapılacak en büyük kötülük olurdu. Bizim Kaypakkaya’yı anlama çabamız, dün olduğu gibi, bugün de çelişki ve çatışmalarla dolu kaynamakta olan cadı kazanı içinde Kaypakkaya’nın yol göstericiliğini esas alarak yolumuzu yeniden ve yeniden bulabilme çabasıdır. Kaypakkaya’yı anlamak, sadece geçmişi anlamsızca tekrarlamak değil, geleceği biçimlendirme yeteneğini gösterebilmektir. Marksizmin sıkı takipçisi Kaypakkaya’nın öğrendiği ve öğretisi budur, biz de O’nun takipçisi olma çabaları içindeyiz.

Kaypakkaya, TİİKP revizyonizmini sadece belgeler üzerinde teşhir ve tecrit etmekle kalmadı, esas olarak, lafta devrimciliklerini sözlü açıklamalarına göre değil, eylemlerine göre değerlendirip, yüzlerindeki sahte maskelerini düşürdü. Çünkü onların, “halk savaşı”, “kızıl siyasi iktidarlar” şiarlarının altında savaşsızlık, mücadele kaçkınlığı yatıyordu. Bunun en büyük kanıtı ise eylemleri, daha doğrusu eylemsizlikleri oluyordu. “Tarih, rahatsız edici eleştiricilerden yakasını kurtarmak için herhangi devrimci bir kararı bonkörce imzalamış olan az sosyalist tanımaz. Ama bu, onların bu kararları pratiğe geçirdiği anlamına gelmez.” der Stalin. İşte bu, kağıtlar üzerine madde madde yazılıp sıralanan kararlar veya bol keseden sarf edilen sözlerden ziyade, her şeyin ve herkesin eylemleri temelinde sınanması gerektiğini öğretir bize. Yani, belirleyici olan düşünce değil, madde; belirleyici olan söylem değil, eylem ilkeleri Kaypakkaya’nın sözünü değil, özünü oluşturur. Biz de gıdamızı MLM olan bu özden alırız. Yani, Kaypakkaya demek, bilimsel sosyalizmin teorik ve pratik bütünlüğü içerisinde güne uyarlanması demektir. Gerisi boş gevezelikten başka bir şey değildir.

Madem ki somut durum dedik, somut durumun gerçekliğini ifade etmek gerekir. Her şeyin hareket halinde olduğuna vurgu yapmıştık, “Yaşam boyunca bizde sürekli olarak bir şeyler yavaş yavaş ölüp gidecektir. Ama ölen şey öyle kolayca ölmek istemeyecek, var olmak için mücadele edecek, köhnemiş davasını savunacaktır. Yaşam boyunca bizde sürekli olarak yeni bir şeyler doğacak. Ama doğan şey kolayca doğmayacak, gürültü koparacak, bağıracak, var olma hakkını savunacak”

Kaypakkaya’yı anlamak ve O’nun mirasını sahiplenmek ancak bu gerçekler derinlemesine anlaşıldığı ölçüde mümkün olabilir. Yani, eski ile yeni, yok olup gidecek olanla gelecek olanın arasındaki çelişmeyi anlayamazsak, sadece geçmişteki söylemleri alıntılamakla yetinirsek ne Marksizm’i ne de Kaypakkaya’ı anlamamız mümkün değildir. Hatta, eksiklikleri unutmak, kendi halinden hoşnut olmak ve böbürlenmek için birkaç başarıyı yeterli bulmak, peşi sıra iki üç başarının altına daha imza atınca kendimizi koyacak yer bulamama havalarına girmek ve ardından sırt üstü yatmak… Ama parti içindeki eksikliklere, hastalıklara ses çıkartmamak, devamına göz kapatmak, gereksiz ve anlamsız ayrılıklar, bölünmüşlükler, parçalanmışlıklar gibi durumları Kaypakkaya’cılıkla nasıl açıklayacağız. Her fırsatta O’nun haklı olarak TİİKP revizyonizminden kopuşunu referans almak, ama esas olan iki çizgi mücadelesi anlayışı ve pratiğini es geçmek gibi anlayış ve tutumların tekrar tekrar masaya yatırılması gerekmez mi. Kaypakkaya’nın, Marksizm’i kavrayışındaki bilimsel özüne değil, sadece o günkü somut durumu ifade eden teorik ve politik tespitleriyle Kaypakkaya anlatılmaya ve kavratılmaya çalışılırsa, Bundan ne doğru anlayış ne de doğru kavrayış çıkar ortaya. Çıksa çıksa dogmatizm veya putlaştırma çıkar ki, bu da ne Marksizm’dir ne de Kaypakkayacılıktır.

Güncelde Kaypakkaya’yı anlamak bozulmuş olan teori ile pratiğin birliğinin kurulması demektir

Bulunduğumuz tarihi süreçte Kaypakkaya yoldaşı anmak ve anlamak demek, proletarya partisini yeni koşulların ihtiyacına göre yeniden örgütlemek, kitleleri devrimci bir tarzda eğiterek sınıf mücadelesine hazırlamak demektir. Proletarya partisinin bu mücadele ateşi içinde pişmesi ve tekrar tekrar sınanması demektir. Mevcut şartlar altında bozulmuş olan teori ile pratiğin birliğinin kurulması demektir. Devrimi mezara taşımayı, sınıf mücadelesi yerine, yasalcı, parlamenterist bir yol tutanlar, Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak değil, bir dogma olarak anlayanlar elbette ki Kaypakkaya’yı anlayamazlar. O’nu anlamak istiyorsak, her şeyden önce, tıpkı O’nun gibi devrime ve devrimin zor yoluyla gerçekleşeceğine inanmalıyız. O’ndan, işçi sınıfı ve ezilen halkımızın doğrudan devrimci görevlerinin neler olduğu ve mücadeleye nasıl çağrıldıklarını öğrenmeliyiz. Mücadelenin zor anlarında veya geçici başarısızlıklarında çaresizliği değil, çareyi ve ideolojik sağlamlığı öğrenmeliyiz. Bunlar olmadan, sadece ve sadece Kaypakkaya’nın yazdıklarını noktası virgülüne kadar ezberlesek ne yazar. Geleceği biçimlendirme yeteneğini edinmek ve öğrenmek için değil, sadece geçmişin değerlendirmesini yapmak, oraya takılıp kalmak anlaşılır değildir. Hatta ilke olarak Marksizm’e yabancıdır.

“Komünizmi inceleme denince, akla ilk gelen düşüncenin, komünist el kitaplarında, broşürlerde ve eserlerde ortaya konan bilgi toplamını özümlemek demek olması gayet doğaldır. Ama komünizmi incelemenin böyle bir tanımı, çok kaba ve yetersiz olur.

Eğer komünizmin incelenmesi, yalnızca komünist eserlerde, kitaplarda ve broşürlerde ortaya konan şeyleri özümlemekten ibaret olsa, o zaman kolayca komünist metin hokkabazları ve palavracılar elde ederiz.”

Mücadele ve devrimci çalışma olmaksızın, sadece kitabi bilgiler beş para etmez. Yani, sorunumuz sadece dünyayı yorumlamak değil, asıl olan dünyayı değiştirmektir. Değiştirmekse, değişimi görmek ve anlamakla mümkündür. İşte tam da bu bağlamda biz Kaypakkaya yoldaşı sadece söylemleriyle değil, esas olarak eylemleri ve bilimsel özüyle anlamak durumundayız. Bu, somut durumu tahlil etmemiz ve çalışmalarımızı mevcut koşullara uydurmamız demektir. Kaypakkaya yoldaş ne kadar doğru kavranırsa, sınıf mücadelesi içerisinde yeni devrimci mevziler o kadar hız kazanacaktır. Bu da iktidar yürüyüşümüzü daha bir anlamlandıracaktır. Kaypakkaya, bizler için bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur. Böyle anlıyor, böyle anıyoruz.

Bu yazı Halkın Günlüğü Gazetesi‘nin Mayıs-2025 tarihli 49. sayısında yayımlanmıştır.



Haziran 2025
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30 

More in Editörün Seçtikleri