Connect with us

Kadın

‘Kurtuluş, bireysel dayanışmalarda değil; örgütlü sınıf mücadelesinde’

25 Kasım’ın, emeğimiz, yaşamımız ve özgürlüğümüz için mücadelemizi ortaya koyacağımız günlerden biri olduğunu vurgulayan EMEP Milletvekili Sevda Karaca, “İktidar çok boyutlu saldırı planlarını hayata geçirirken kadınların çok boyutlu mücadele etmesi de düne göre daha aciliyetli. Çünkü kurtuluş, bireysel dayanışmalarda değil; örgütlü sınıf mücadelesinde” dedi.

Bahattin Seçilir/İstanbul

Kadın katliamları, yalnızca bireysel şiddetin ya da aile içi sorunların sonucu değildir; kapitalist ve ataerkil sistemin derinleştirdiği sosyal çürüme, ekonomik kriz ve yoksulluğun doğrudan ürünüdür. Türkiye’de iktidarın politikaları ve yargıdaki cezasızlık mekanizmalarıyla her gün en az üç kadın katlediliyor. Erkek şiddeti evde, işyerinde, fabrikalarda, sokaklarda ve kampüslerde sistematik bir biçimde varlığını sürdürüyor. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’ne sayılı günler kala, kadın örgütleri, LGBTİ+’lar, kadın işçiler, emekçi kadınlar ve öğrenciler alanlarda olacak.

Emek Partisi (EMEP) Antep Milletvekili Sevda Karaca ile iktidarın kadın politikalarını, kadın işçi-emekçilerin yaşadığı sorunları ve erkek-devlet şiddetine karşı örgütlü mücadele yollarını konuştuk.

Emek Partisi (EMEP) Milletvekili Sevda Karaca

AKP iktidara geldiği günden beri kadın politikalarını ‘aile’ kavramıyla paralel ilerletiyor. Bu politikaların bir sonucu olarak 2025 ‘Aile Yılı’ olarak ilan edildi. Ancak “Aile Yılı”nda yüzlerce kadın katledildi. İktidarın kadın politikalarını nasıl görüyorsunuz?

Sevda Karaca: AKP iktidarı döneminde her vesileyle muhafazakâr-neoliberal bir toplum ve aile tahayyülünün mutlaklaştırıldığını ve dışında kalanların öcüleştirildiğini, “toplum düşmanı” haline getirildiğini gördük. Boşanmış kadınlar, LGBTİ+’lar, tek ebeveynli haneler, hatta kimi zaman şiddet gördüğü için devlete başvuran kadınlar… Ancak mesele yalnızca bir ‘yaşam tarzı müdahalesi’ değil. Aile kurmaya ve her ne olursa olsun aile birliğini sürdürmeye dayalı bu söylemler ve politikalar, “gerici, muhafazakârlığın baskıcı uygulamaları” olarak ele alınıp tartışılsa da bunun aynı zamanda “modern” bir politik-ekonomik yönetme biçimi olduğu gözden kaçmamalı. Koparılan bu vaveyla birincil bir kaygıdan, nüfusu güvence altına alma, işgücünü yeniden üretme, eşitsiz toplumsal ilişkileri yeniden üretme ve sürdürme, kısacası ekonomik olarak yararlı siyasal olarak muhafazakâr bir cinsel rejim kurma amacından bağımsız düşünülemez. Evet, kapitalizm öncesi döneme, Orta Çağ’ın ilkel gerici değerlerine göndermeler yapılır, hatta geleneksel aile normları ve İslami söylem belirgindir; ama “kutsal aile”nin yeniden göreve çağrılması bugünün dizayn edilmesine dair bir olgu ve asla tek başına “gericilikle” ilgili değildir.

Güvencesizliğin hayatın idamesini garanti etmediği ve çoğu kez asgari standartlar düzeyinde bile geçimi sağlamaya yetmediği, öte yandan, devletin hane refahını kamu mal ve hizmetleriyle sübvanse etmekten vazgeçtiği neoliberal dönemde, sermayenin ve onun siyasal temsilcilerinin yaslanacağı temel kaynak ataerkil aile, din ve muhafazakârlık. İktidar uzun süredir “aileyi” politikalarının merkezine oturtmasındaki hikmet de burada saklı.

Bugün kadınlar, şiddetin bizatihi kendisi haline gelen yaşam ve çalışma koşullarına mahkûm edilmiş durumda. Yalnızca ev içinde değil, kamusal alanda da şiddet niceliksel olarak arttığı gibi vahşet düzeyi bakımından da nitelik ve içerik değiştirdi. Şiddet, artık “özel alanın” sınırlarını aşarak tüm kamusal yaşamı düzenleyen iktidar aygıtları eliyle meşrulaşan ve adeta bir “seyredene ve potansiyel yeni şiddet mağdurlarına da mesaj” kaygısıyla alenileştiriliyor. İsyan etmeye meyilli olana gözdağı vermek için sürekli bir “şiddet hoşgörüsü” ile de karşı karşıyayız.

Tüm şiddet ve yoksunluk dolu haline rağmen “özel alanın” kadınların “dışarıda” karşı karşıya kalacağı daha büyük ve korkunç saldırılardan sakınma alanı olarak sunulduğu bu düzen; “evi” ve “aileyi” de yeniden kuruyor. Bu “ev” giderek imkânsızlaşan bir ayakta kalma mücadelesinde, altında her ne yaşanırsa yaşansın kadınların sığıntı olacağı bir “çatı”ya dönüştürülürken, bir yandan da erkeğin “dışarıda örselenmiş özgüvenini” tazelemesi istenen tahakküm alanı haline geldi. Kadınlar ve kadınlık yeniden dizayn edilirken, erkekler ve erkeklik de kullanışlı araçlar ve silahlar haline getirilmek üzere elden geçiriliyor. Kadınların, bedenleri ve hayatlarıyla somut olarak hedefe konulurken, erkekler de kadınlara yönelik sistematik şiddetin “hoş görülen ve desteklenen tetikçileri” haline getiriliyorlar.

Sosyal refaha minimum pay ayırarak işçi ve emekçi sınıfların sırtından maksimum kâr elde etmenin hesabını yapan sermaye, ihtiyaçları doğrultusunda şiddetin olağanlaştığı bir toplumsallığa “kültürel ve politik iktidarının sağlamlığı” için de ihtiyaç duyuyor. Kadınlardan beklenen yalnızca sermayenin göz diktiği sosyal haklara bir tampon görevi görmeleri değil, aynı zamanda sermayenin ve iktidarın kendisini güvenle yaslayacağı toplumsal ilişkilerin inşacısı ve parçası olmaları… Rızayla olmuyorsa, zorla! Kadınların insani koşullarda yaşama talepleri tek adam inşası sürecinde giderek daha fazla oranda şiddetle ve tehditle bastırılmaya çalışılıyor.

Mesela, Türkiye’de bir yandan “kadın” kelimesini devletin her alanından silmeye çalışan iktidar, dizginsiz sömürü koşullarını sürdürebilmek için yükün tümünü emekçilere ama özellikle de aile içinde kadına yıkacağını ilan etmişti. Neoliberal politikaların muhafazakârlıkla harmanlanmasıyla pazarlanan kutsal ailenin sıvaları çatlayıp dökülürken, çatladığı yerden sıva yapma işi de bu “çatı bakanlığın” görevleri arasına dâhil edildi. Elbette Diyaneti, medyası, eğitimi ve her türden “toplumsal dizayn aracı” eşliğinde… Etkisi pandemi döneminde artan ekonomik daralmanın da öngörüsüyle işçi sınıfının henüz dokunulmamış haklarını da genel maliyet hesabında büyüyen bir fazlalık olarak imliyorlar. Emekçiler bir bütün olarak geleceksizleştirilerek bedel ödemeye zorlanıyor. Bu kitlenin önemli bir kısmını; yedek iş gücü ordusu saflarına itilerek sosyal desteğe, devlet yardımına ve aile çatısı altında kollanmaya muhtaç hale getirilen kadınlar oluşturuyor. Eğer bu gidişat değiştirilmezse, kadınları daha uzun çalışma saatleri, daha kötü çalışma koşulları, daha korunmasız ve güvencesiz çalışma biçimleri, daha fazla ayrımcılık ve cinsiyetçi uygulamalarla karşı karşıya kalacakları bir gelecek bekliyor. En temel haklarına dönük bu saldırılar, kadınların tepkisiyle karşılık buluyor elbette… Çünkü iktidarın “aile” söylemiyle, yaşamın gerçekleri arasındaki makas giderek açılıyor…

Son birkaç yılda kadınların kazanımlarına yönelik ciddi saldırılar yaşandı. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılırken, 6284 sayılı yasa ise sadece kâğıt üzerinde işliyor. Yargı ise kadın cinayetlerinin üzerini örtmekle meşgul. Bunu en yakın Rojin Kabaiş davasında gördük. Kadın cinayetlerinde cezasızlık politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz, kadınlar buna karşı ne yapmalı?

Sevda Karaca: Geçtiğimiz günlerde Erciyes Üniversitesi kampüsünde bir kadın boşandığı erkek tarafından katledildi. Ardından üniversitede kitlesel eylem gerçekleştirilmişti. Rojin Kabaiş’in bedeninde iki erkeğe ait DNA’nın bulunmasının ardından Van Yüzüncüyıl Üniversitesinde öğrenciler, günler süren direnişler örgütlemiş; tüm sorumluların yargılanmasını istemişti. Genç kadınların yaşadığı ve hayatının bütününü etkileyen hatta yaşam hakkını elinden alan örneklerin arşa çıktığı bir dönemden geçiyoruz.

Türkiye’de Erdoğan iktidarı ve saray rejimi, güç kaybının belirginleştiği bir dönemden geçiyor. Ekonomi politikaları sermayeyi korumaya odaklanırken, krizin faturası işçi ücretlerinin baskılanması, kamu harcamalarının kısılması ve vergi yükünün halka yıkılmasıyla toplumun geniş kesimlerine ödetiliyor. Tasarruf tedbirleriyle birlikte kadın sağlığı harcamaları, kadının güçlendirilmesine ayrılan bütçe ile kadınların eğitim hayatlarına erişebilmesi için sağlanması gereken barınma ve beslenme hizmetlerinden kesinti yapılıyor.

Nasıl ki evin idaresi, yoklukla baş etme, işsizliğe pansuman olma, bu koşullar altında imkânsız hale gelen yaşlı, çocuk, engelliye bakma yükleri “özel alana dair bir şefkat ve sevgi meselesi” haline getirilerek aileye, aile içinde de kadına bindiriliyorsa, yine şiddet gibi toplumsal ve kamusal bir sorunu “özel alana dair bir sorun” olarak paketleyerek kadınların eşitsiz ilişkilerin ezileni olma konumunu garanti altına almaya çalışıyor. Dini, gündelik hayatın en temel belirleyeni haline getirerek, örneğin Diyaneti ve tarikatları toplumla devletin kurduğu ilişkilerin en önemli aracı haline getirerek, kadınların emekleri ve bedenleri üzerinde etkin ataerkil denetimi meşrulaştırır ve çeşitlendirirken, bir yandan da en yoksul ve en korunmasız hanelerde refah ve hak talebinin önüne geçmek için yardımın, sabır ve itikadın, güzelliklerden alınacak payın öte dünyaya havalesini de garanti altına alıyor.

AKP’nin İstanbul Sözleşmesine bu kadar yekten saldırmasının, 6284 sayılı yasayı kafaya takmasının temelinde, sözleşmenin ve yasanın “aile içi eşitsizliğe, şiddete, boyunduruğa dayalı ilişkileri kamusal bir müdahalenin, dönüştürücü bir iradenin değiştirmekle yükümlü olduğu kamusal bir mesele” haline getirmesi, kadınların talepkâr hale gelmesinin önüne geçmek olduğunu düşünüyorum. Asıl saldırı, büyük oranda kâğıt üzerinde kalsa bile eşitlik hakkına, eşitliğin “özel” değil, kamusal, politik bir mesele olmasına…

Bu politikaların yarattığı hoşnutsuzluk her alanda büyüyor. İşçi grevleri, üniversite gençliğinin mart ayındaki kitlesel eylemleri ve kadınların yükselen tepkileri, memleketin dört bir yanında biriken öfkenin görünür hale gelen örnekleri. Türkiye burjuvazisinin çıkarları ve bağımlı oldukları emperyalistlerin dayatmalarını yerine getirme yollarından biri olarak, demokrasinin tasfiyesi ve gericiliğin örgütlenmesi süreci, saray düzeninin faşizmi örgütlemesiyle birlikte hızlanıyor. Erdoğan iktidarının kadınların örgütlenme mekanizmalarına yönelik saldırıları da tam olarak buna işaret ediyor. İktidarın kadınlara yönelik politikalarının odağında tam da bu var: kadınların direncini kırmak ve toplumsal alandaki güçlenme dinamiklerini kontrol altına almak. Faşizmin inşasında en büyük engel olacak olan kadınları sindirmek.

Bizim mücadelemizde iki temel yön öne çıkıyor. İlki; kadınların örgütlü mücadelesinin mevcut mekanizmalarını güçlendirmek. Erdoğan’ın kadınların örgütlenme mekanizmalarına yönelik saldırıları da aslında, yarattığı karanlığa karşı harekete geçmek, değiştirmek ve dönüştürmek isteyen kadınların örgütlenebildikleri alanları zayıflatmaya yönelik bir saldırı olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü bugünün Türkiye’sinde hayat koşullarımız bizim örgütlü gücümüze göre güçlenen bir halat gibi. Ne kadar örgütlü ve kalabalık şekilde bu halata asılırsak bizden çalıp sermaye sunduklarının önünü kesebiliyoruz. Ne kadar asılırsak bu halata, o kadar saldırıları, baskı ve korku politikalarını püskürtebiliyoruz. Erdoğan iktidarının bunu önleyebilmek için yapmak istedikleri ise, örgütlenme mekanizmalarımızı ortadan kaldırarak bize sunduğu hayatı yalnız ve örgütsüz bir şekilde kabullenmemizi, sömürü çarkının bir dişlisi haline gelmemizi sağlamak. Çünkü kadınların mücadelesi, yalnızca hayatta kalma değil; hayatı dönüştürme mücadelesi. Bu sebeple üniversitelerde kadın çalışmaları toplulukları, dernekler, öğrenci temsilcilikleri gibi mekanizmalarımızı daha kalabalık, daha dayanıklı ve sürekli yeni kadınlarla temas kurabilecek bir işlerlikle büyütmek zorundayız.

İkincisi ise; istediğimiz dünyaya, onun için mücadele ettiğimiz ölçüde yaklaştığımızı görmek. Taleplerimizi belirleyerek, her seferinde bir adım daha ileriye doğru inşa etmeyi sürdürmek. Bugün kadın mücadelesinin seyri çoğunlukla şöyle işliyor: Bir cinayet ya da taciz olduğunda yan yana gelip dayanışıyoruz ya da var olan bir hakkımıza yönelik saldırıları “korumak için” bir araya geliyoruz. Bu dönemsel patlamalar güçlü olsa da çabuk sönüyor. Üstelik tepki genellikle sadece kadınların hayatını kuşatan eşitsizliğin en çıplak ve en vahşi biçimi olan cinayetlere odaklanıyor. Oysa Erdoğan yönetimi ekonomi politikalarıyla, baskı ve yasaklarıyla, yargı paketleriyle, kayyım atamalarıyla, vergi zamları ve tasarruf politikalarıyla, aile yılı ve cezasızlık düzeniyle yoksulluğu ve şiddeti her gün yeniden üreterek sermayeyi ve iktidarını korumaya çalışıyor. Bir kadın öğrencinin eğitimine devam edebilmesi ile özgürce yaşayabilmesi, tüm bu iç içe geçmiş politikalarla doğrudan bağlanıyor. Bu yüzden kadınlara dayatılan hayatın yalnızca en vahşi yüzü olan cinayetlere karşı mücadele etmek ya da sadece şiddet ve tacize karşı dayanışmak yeterli değil. Mücadelemizin en önemli ihtiyaçlarından biri de gündelik yaşamımızı kuşatan tüm politik kararlara karşı kendi siyasetimizi yürütüp bizden yana bir yaşamı inşa edebilmek.

Ekonomik kriz koşullarında en fazla etkilenen kesim kadınlar. TÜİK verilerine göre kadın istihdam oranı hâlâ %30’un altında, kayıt dışı kadın emeği ise rekor düzeyde. Mecliste sınıfın sesini duyurmaya çalışan vekillerdensiniz. Kriz koşullarında kadın emeğinin durumuna ilişkin gözlemleriniz nelerdir?

Sevda Karaca: Türkiye’de kadın işçiler, sermayenin kâr hırsının yarattığı çok katmanlı bir şiddet sarmalının tam ortasında. Bu şiddet yalnızca işyerlerinde değil; ekonomik ve sosyal politikalarda, sendikal yapılarda ve devlet aygıtının her düzeyinde yeniden üretiliyor. Sermaye, emeğin disipline edilmesi ve sömürünün derinleşmesi için şiddeti doğrudan bir araç olarak kullanıyor. Bu ısrarlı bir politik hat AKP açısından. Adım adım bugüne geldik.

İktidara geldikleri 2002 yılında “çalışanların dostu” olacağını ileri süren AKP, çalışma yaşamını taşeronlaştırma ve esnek çalışma ile kuralsızlaştırdı. Kamu işyerlerinde kadrolaşma had safhaya ulaştı. AKP’nin 21 yılık iktidarında yaşamını yitiren işçi sayısı 30 bini aşmış durumdayken, iş cinayetlerinin üstü “kaza, kader, fıtrat” söylemleriyle örtülmeye çalışıldı. İş cinayetlerinde ölen kadın işçilerin, yüzde 90’ından fazlası sendikasız, yüzde 75’i ise kayıt dışı çalışıyor. Özellikle her türlü haktan yoksun bir biçimde çalışan tarım işçisi kadınlar her gün ölümle yüz yüze.

Kadınların sosyal hizmetlere erişimi günden güne zorlaştı. Özellikle özelleştirmelerin artmasıyla kadınların sağlık ve eğitime erişmesi zorlaştı. Özel hastanelerde ateş pahası fiyatları ödemeyen kadınlar devlet hastanelerinde muayene olabilmek için aylarca sıra beklemek zorunda kaldı. Hastanın poliklinik sırası bulamamasının ya da acil servislerde geç muayene olmasının sorumlusu olarak hekimler ve hemşireler gösterildi. Oysa sorumlu, kamu sağlık kurumlarına yeterli atama yapmayarak halkı nitelikli bir sağlık hizmetinden mahrum bırakan AKP iktidarlarıydı.

Eğitimde de benzer bir tablo söz konusu. Günden güne artan fırsat eşitsizliği, ekonomik zorluklar, eğitimde cinsiyet eşitsizliği birçok kız çocuğunu eğitim hayatını kopardı. 2023 yılında hâlâ çocukların yüzde 19’u okul yerine işe gidiyor. Kız çocuklarının yüzde 2’si erken yaşta evlendiriliyor. AKP’li yıllar içinde giderek artan sayıda çocuk, okul sıralarında olmak yerine bodrum katlarındaki atölyelerde çalışıyor. AKP hükümetinin 20 yıllık iktidarı boyunca kadınlar olarak yaşam alanımıza, emeğimize, bedenimize yapılan baskı ve saldırılarla yüz yüze geldik, gelmeye devam ediyoruz. Yıllardır güvencesiz, gelecek kaygısı ile dolu, ağır ve neredeyse tüm sosyal hakların kullanılamaz hale geldiği bir çalışma düzenine mahkum edildik. Hükümetin “Kadın istihdamını artırıyoruz” söylemiyle yürürlüğe koyduğu bütün uygulamalar kadınların güvenceli işlerde çalışmasının engellerini artırdı. İşsizliğin arttığı ve gelir kayıpları yaşayan hanelerde kadın-erkek arasında ev içi iş yükünün orantısız biçimde kadınların aleyhine ilerlediğini hepimiz kendi hayatlarımızdan biliyoruz. Hem evde artan iş yükü hem de daralan istihdam olanaklarının kadınların işgücüne katılımı, kadın-erkek ücret farkı, işyerlerinde mobbing, taciz, esnek ve güvencesiz çalışma ve daha sayabileceğimiz birçok sorun bir çığ gibi büyüdü.

Sermayenin kriz koşullarında ayakta kalabilmesi işgücünün ucuz ve sürekli biçimde yeniden üretilmesine bağlı. “Aile yılı” ve “Aile 10 yılı” gibi programlar da bu ekonomik ihtiyacın ideolojik kılıfı. Tek adam iktidarının aile vurgusu, dini referanslarla süslenmiş bir sosyal politika değil, bu sistemin tıkanan damarlarını açma çabası. Nüfus artış hızının düşmesi, işgücü maliyetlerinin yükselmesi, bakım hizmetlerinin kamusal olmaktan çıkması gibi gelişmeler, sermaye açısından yeni bir aile seferberliğini zorunlu kılıyor. Kadını eve kapatarak ucuz ve esnek işgücü yaratmak, doğurganlığı teşvik ederek ucuz işgücü havuzunu büyütmek, tüm bunları “milli değer” adıyla meşrulaştırmak aile yılı ilanının ardındaki asıl hedef.

TÜİK’in “Çalışma Yaşamında Kadına Yönelik Şiddet” araştırmasına göre kadın işçilerin yüzde 41’i işyerinde mobbing veya tacize maruz kalıyor; yüzde 32’si fiziksel şiddet ve iş güvenliği ihlalleriyle karşılaşıyor. Mobbing ile Mücadele Derneği verilerine göre 9,5 milyon kişi mobbing mağdurunun yüzde 60’ı kadın. Bu tablo, şiddetin bireysel bir sapma değil, üretim sürecinin sürekliliğini sağlayan yapısal bir baskı biçimi olduğunu gösteriyor. Kadın işçilere yönelik mobbing, ayrımcılık ve taciz, üretim sürecinde kârı artırmanın bir yöntemi. TEKSİF’in Digel Tekstil fabrikası üzerine hazırladığı raporda, kadın işçilere yönelik sistematik baskının “daha çok üretim için bir disiplin aracı” olarak kullanıldığı açıkça belirtiliyor. İşçiler, “Su içmek bile lükstü” diyerek bu koşulları tanımlıyor.

BİRTEK-SEN’in “Güneydoğu Tekstil Sektöründe Kadın Emeği” raporunda, kadın işçilerin yüzde 74’ü tuvalete gitme hakkının kısıtlandığını, bu durumun regl dönemlerinde bile sürdüğünü aktarıyorlar. Bu, en temel biyolojik ihtiyacın bile üretim disipliniyle kontrol altına alınması demek. Biliyoruz ki bu çok yaygın bir şiddet biçimi. Ayrıca işyerlerinin, yasal zorunluluk olan kreş hakkını ortadan kaldırmak için kadın sayısını bilerek 150’nin altında tuttuğu da raporlarla saptanmış durumda. Sermaye, kadınların ev içi yükünü artırarak onları ucuz ve esnek işgücü olarak tutmanın yolunu böyle buluyor. Benzer biçimde kadın işçilerin giyimlerine karışılması, regl günlerinin sorgulanması ya da Özak’ta Tapetan’da olduğu gibi mücadeleye giriştiklerinde aileleri üzerinden tehdit edilmesi, üretim baskısının cinsiyetçi biçimlerle iç içe geçtiğini ortaya seriyor. Burada şiddet, yalnızca patronun keyfi davranışı değil; işgücünü uysallaştırmanın, üretim hızını artırmanın, sendikal örgütlülüğü bastırmanın bir aracı.

Kadın işçiler sendikalaşmak istediklerinde bu kez karşılarında doğrudan devletin baskısını buluyor. Lezita, Farplas, Özak, Şık Makas, Polenez ve EFT direnişlerinde görüldüğü üzere; polis müdahalesi, gözaltılar, yargı baskısı ve tazminatsız “kodlu” işten atmalar, sermaye-devlet ortaklığının en açık ifadesi. Devlet, şiddeti cezalandırmak yerine sermayenin çıkarlarını koruyacak biçimde meşrulaştırıyor. Kadın işçilere yönelik şiddet sarmalı bir sapma değil. Direkt makroekonomik politikalarla doğrudan ilintili. Orta vadeli program (OVP), yüksek enflasyon ve düşük ücret politikalarıyla ekonomik şiddeti kurumsallaştırmış durumda. Ücretlerin baskılanması, işçinin patrona bağımlılığını artırırken, hak talebinde bulunmanın, tacize itiraz etmenin ve sendikalaşmanın cezalandırıldığı bir düzeni besliyor. Yüksek enflasyonun yarattığı geçim zorluğu kadınların ev içi bakım yükünü ve stresini artırarak iş yerinde direncini düşürüyor.

OVP’nin esnek çalışma adı altında yaygınlaştırdığı modeller, kadın işçileri güvencesiz ve sendikasız işlere mahkûm ediyor. Kamu harcamalarındaki “tasarruf” politikaları servis, kreş ve bakım hizmetleri gibi hakları budayarak, kadın emeğinin toplumsal yeniden üretim yükünü daha da artırıyor. “İş yaşamıyla uyumluluk” adı altında uygulanan “aile” odaklı politikalar, ailenin 10 yılı uygulamaları tüm bu politikalarla bütünlük içinde şiddetin yeniden ve yeniden üretilmesinde rol oynuyor. Şiddet sarmalı, toplu iş sözleşmelerine de doğrudan yansıyor. MESS Grup TİS’lerinde olduğu gibi, sözleşmelerde kadın işçilerin özgün talepleri —kreş, ebeveyn izni, regl izni, şiddet ve tacize karşı önlem maddeleri— çoğu zaman “akçeli hükümler”in gölgesinde kalıyor. Erkek egemen sendika yapıları, kadın işçilerin karar mekanizmalarına katılımını sınırlayarak bu taleplerin masaya taşınmasını engelliyor. Böylece sermaye yalnızca üretim alanında değil, işçi sınıfının örgütlerinde de kendi tahakkümünü yeniden üretiyor.

Sonuç olarak kadın işçilere yönelen her türlü baskı, sermaye açısından kâr mekanizmasının önemli bir dişlisidir. Mobbing, taciz ve tehdit, işçiyi sessizliğe ve itaatkârlığa iter. Bu sayede genel ücret seviyesi baskılanır, örgütlenme iradesi kırılır. Şiddet, kapitalist üretimin “görünmeyen polisi”dir; korku ve disiplin üzerinden patron otoritesini güçlendirir. Kadın işçi üzerindeki ailevi, ahlaki ve toplumsal baskılar, sermaye açısından üretim sürekliliğinin en ucuz kontrol mekanizmasıdır. Digel, Temel Conta, Şık Makas, HT Solar, Peri Tekstil’de direnen kadınlar, bu şiddet sarmalını fiilen teşhir etmiştir. Bu direnişler, “onurlu bir çalışma yaşamı” talebinin ücret mücadelesinin ötesinde, sınıfın insanca yaşama hakkı olduğunu gösteriyor.

Sendikalar, ILO 190 ve 6284 sayılı Yasa’ları TİS’lere somut koruma maddeleri olarak dâhil etmeli; fakat bunu “iyileştirme” değil, sınıfın fiili kazanımı olarak ele almalı. İş yerinde kadın işçilere yönelik şiddet genel ücretleri baskılamak için de kullanıldığı düşünülürse bugün şiddette karşı mücadele genel ücret haline gelmiş asgari ücretin insanca yaşanabilecek seviyeye çekilmesi talebiyle doğrudan ilintili. Sendikalar yalnızca ücret mücadelesi değil aynı zamanda güvenceli iş, kreş hakkı ve şiddetsiz bir çalışma ortamı taleplerini ekonomik programın yarattığı bu sömürü biçimlerine karşı da yükseltmek zorunda. Ancak erkek egemen sendikal bürokrasinin yerini, tabandan gelen birleşik, mücadeleci bir sınıf sendikacılığı almadıkça bu sarmal kırılmayacak.

Yapılan araştırmalara göre patronların ve hükümetin bütün bu baskı politikalarına rağmen işçi kadınların sendikalara yönelik tutumları çoğunlukla pozitif. Ve yıllar içinde kadınların sendikalaşma ve örgütlülük oranlarının daha da arttığını hem sayısal verilerde hem de işçi kadınların grevlerinde çok yakından şahit olduk. Ancak sendikalar hâlâ kadın işçilerin sözünü söyleyebildiği, karar mekanizmalarında bulunduğu yerler değil. Sendikal bürokrasi kararlı bir şekilde direnmiş ve hatta direnişleri kazanımla sonuçlanmış işçilerin işyerlerine döndüğünde karar mekanizmalarında bulunmalarının önüne geçmeye çalışıyor. Bunun önüne ise ancak işçiler sendikaları kendi sendikaları yapmak üzere yan yana geldiğinde geçebilir. Her baskının içinde direniş tohumları da var. Bugün fabrikalarda, depolarda, atölyelerde yükselen ses aynı şeyi söylüyor: “Artık yeter.” Bu ses, yalnızca kadınlara değil; tüm işçi sınıfına, sömürüye karşı birleşme çağrısı. Sermayenin şiddet sarmalını kırmanın yolu, kadın işçilerin öncülüğünde örgütlü, birleşik ve devrimci bir sınıf hareketinin yükselmesinden geçer. Çünkü kurtuluş, bireysel dayanışmalarda değil; örgütlü sınıf mücadelesinde. Yükümüz ağır fakat mücadelemiz de yükümüz ve bizim gibi fazla ve dirençli.

Kadına yönelik şiddet, patriyarkal kapitalist düzenin bir sonucu olarak toplumsal ve ekonomik boyutlar taşıyor. Bu sistematik baskıya karşı kadınların halihazırda dinamik olan mücadelesini nasıl görüyorsunuz. Bu mücadelenin başarıya ulaşması için neler yapılmalı?

Sevda Karaca: Tek adam rejimi aileyi hem ideolojik hem hukuki bir zırh haline getiriyor. Diyanet’in aile rehberliği adı altında yürüttüğü faaliyetleriyle kadınlara itaati ve sabrı öğütleyen vaazları; kadınların şiddete karşı korunma mekanizmaları olarak İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme, 6284 sayılı Kanun’a yönelik saldırılar; şiddet görmüş kadınları eşleriyle uzlaştırma girişimleri olarak boşanmaları önleme komisyonları ve aile arabuluculuğu mekanizmalarıyla devlet, faille mağdur arasında hakem kesiliyor. Bunun bir diğer ayağı da devletin sosyal sorumluluklarını aileye devretmesi. Kamusal kreşlerin, kadın sığınma evlerinin, yaşlı bakım merkezlerinin kapatıldığı bir dönemde bakım yükü bütünüyle kadınların sırtında. Devlet sosyal hizmetleri tasfiye ederken aileyi “milli güvenlik” ve “sosyal dayanışma” söylemleriyle kutsallaştırıyor. Yoksulluk, sömürü ve şiddet döngüsü, politik hamlelerle birlikte iktidarın faşizmi inşa etmesi için turnusol niteliğindedir. İktidar çok boyutlu saldırı planlarını hayata geçirirken kadınların çok boyutlu mücadele etmesi de düne göre daha aciliyetli.

Son olarak 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü için kadınlara bir çağrınız var mıdır?

Sevda Karaca: Bugün işçi ve emekçi kadınların kendi hakları için verdikleri her mücadele bu dünya sisteminin ve bunun Türkiye’deki işbirlikçilerinin ayakta kalmasını sağlayan kolonlara birer darbe. Kendi mahallesindeki okulun açılması için imza kampanyası düzenleyen, buna karşı mücadele eden kadınlar sermaye iktidarının elindeki bütçeyi kadınların ve çocukların ihtiyacı için kullanmaya zorluyor. İş yerinde insanca yaşanılabilir bir ücret ve onurlu çalışma koşulları için bir araya gelen, grev yapan, sendikalaşan kadınlar; hayatı onlar için çekilmez kılan sermayenin ve onun iktidarının gücünü kesiyor kendi emeğinin karşılığını talep ederek. Rojin gibi yüzlerce kadının ölümünün aydınlatılması, kadınların şiddete karşı korunması için yasaların uygulanmasını ve daha fazlasını isteyen kadınlar, sermaye iktidarının öyle istediği gibi at koşturamayacağını, kadınların ölüm korkusuyla bastırılamayacağını göstermeye çalışıyor yönetenlere. 11. Yargı Paketi’ne, aile yılının aldatıcı politikalarına karşı mücadele eden kadınlar, iktidarın işçi ve emekçiler arasında oluşturmaya çalıştığı kutuplaşmaya ve sermaye iktidarının kadınların yatak odalarında dahi “onlara çalışmasını” sağlamayı garanti altına alacak düzeyde vahşileşmesini önlemek için bir araya geliyor. Tüm bu mücadeleler, gittikçe saldırganlaşan sermaye düzeninin ayakta kalmasını sağlayan birçok kolona vuruyor. İşte yapılabilecek ve yapılması gerekenlerden biri bu; şiddeti hayatın her alanında, sokakta, iş yerinde, evde üretenlere karşı kendi talebi için mücadele etmek. Ancak balyozumuzun hedefi olması gereken çok daha büyük bir kolon var; eşitlik, ekmek, barış ve özgürlük mücadelesini bunları ellerimizden alanların suratında patlatmadıkça bu kolonlar sağlamlaşmaya devam edecek.

Bugün iktidar, faşizmi adım adım kurumsallaştırırken bu düzeni ayakta tutan kolonları sağlamlaştırmasının önündeki en temel engellerden biri kadınların mücadelesi. Bu yüzden iktidarın saldırıları doğrudan kadınlara yöneliyor; kadınların örgütlenme hakkından yaşam hakkına kadar her şeye müdahale ediyor. Üniversitelerde kadın topluluklarının kapatılması, Rojin Kabaiş gibi genç kadınların ölümünün karanlıkta bırakılması bu politikaların birer sonucu. Aynı saldırı OVP ile birlikte kamusal harcamalarda yapılan kısıtlamalar, açılmayan ilkokul ve ortaokullar, yetersiz kreşler, ücretsiz yemek hakkının gaspıyla da sürüyor. Bütün bunlar, kadınların yaşamını daha da zorlaştırıyor; çocukların, emekçilerin en temel haklarını ellerinden alıyor. Bütçenin halka değil savaş ve sermayeye ayrıldığı bu düzende en büyük yük yine kadınların omuzlarında taşınıyor.

Ama biliyoruz ki kadınların mücadelesi bu düzenin dayanaklarına her gün güçlü darbeler indiriyor. İş yerinde, okulda, mahallede bir araya gelen kadınlar hem kendi hayatlarına sahip çıkıyor hem de bu sömürü düzenine meydan okuyor. Bu yüzden bugün her zamankinden fazla birleşmeye, yan yana durmaya ihtiyacımız var. Tüm mücadelelerimizi; liselerden, üniversitelerden, mahallelerden, iş yerlerinden şiddete, yoksulluğa, eşitsizliğe karşı, ekmek ve barış için birleştirdiğimizde, bu düzenin duvarlarını sarsacak gücü büyütebiliriz. Bu 25 Kasım’da, emeğimiz, yaşamımız ve özgürlüğümüz için mücadelemizi ortaya koyacağımız günlerden biri olmalı. 

Tek adam rejiminden derhal kurtulmalıyız. Çünkü AKP iktidarının ve Erdoğan’ın kadın düşmanı politikaları yüzünden tek bir canımızı bile kaybetmeye tahammülümüz kalmadı. Ama tek adamın gitmesi yetmez. Kadınlar olarak kendi taleplerimiz etrafında örgütlenmemiz ve başta İstanbul Sözleşmesi olmak üzere kazanılmış tüm haklarımızı geri almak üzere mücadele etmemiz gerekiyor.

*Emekçi kadınların güvenceli, şiddetten uzak, eşitlikçi bir yaşam sürdürebilmesini,

*Şiddet gören kadınların en acil sorunlarından biri olan barınma sorununun ücretsiz olarak derhal çözülmesini,

*Kadınların istihdama ve sosyal yaşama özgür ve eşit katılabilmesini sağlayacak yaygınlıkta, başta işyerlerinde ve mahallelerde 7/24 işleyen kreşler, özel çocuk bakım merkezleri kurulmasını,

*Yargıya intikal eden boşanma taleplerinin hızla karara bağlanmasını, kadınların nafaka hakkı da dahil ekonomik haklarının hayata geçirilmesini,

*Sığınma talep eden kadınların önüne konan (ALO 183, KADES vb.) bürokrasinin ortadan kaldırılmasını, kadınlar için kolay ve erişilebilir destek mekanizmalarının işletilmesini,

*6284 Sayılı Kanun’a yönelik saldırılara son verilmesini, yasaların gereğinin yerine getirilmesini ve görevini ihmal eden yetkililere cezai yaptırım uygulanmasını istiyoruz.

Bunlar gökten zembille inmeyecek. Bunun örgütlü mücadelemizle mümkün olabileceğini biliyoruz.



Aralık 2025
PSÇPCCP
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
293031 

More in Kadın