
Bahattin Seçilir/İstanbul
Kadın katliamları, yalnızca bireysel şiddetin ya da aile içi sorunların sonucu değildir; kapitalist ve ataerkil sistemin derinleştirdiği sosyal çürümenin, ekonomik krizlerin ve yoksulluğun doğrudan ürünüdür. Türkiye’de iktidarın politikaları ve yargıdaki cezasızlık mekanizmaları nedeniyle her gün en az üç kadın katlediliyor. Erkek şiddeti evde, işyerinde, fabrikalarda, sokaklarda ve kampüslerde sistematik bir biçimde varlığını sürdürüyor. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’ne sayılı günler kala hem Türkiye’de hem de dünyada kadın örgütleri, LGBTİ+’lar, işçi-emekçi kadınlar ve öğrenciler bir kez daha alanlara çıkmaya hazırlanıyor. Kadınların bu ortak direnişi, yalnızca ulusal sınırlarla sınırlı olmayan, patriarkaya ve kapitalizme karşı enternasyonalist bir mücadelenin parçası olarak yükseliyor.
Bu kapsamda, Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH) üyeleri Eylem Bahar, Betül Kaya, Kinem Güzel, Dilan Çiçek, İdil Demir, Diren Kaya ve Berfin Çelik ile hem iktidarın kadın politikalarını, hem Türkiye ve Avrupa’da artan erkek şiddetinin nedenlerini, hem de erkek-devlet şiddetine karşı örgütlü ve enternasyonalist mücadelenin yollarını konuştuk.

Türkiye’de kadın cinayetleri ve erkek şiddeti vakaları artarak devam ediyor. AKP-MHP iktidarının kadın politikalarını bu tablo bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz? 2025 yılı Türkiye’de “Aile Yılı” olarak ilan edildi. Bu politik yönelimi, devletin kadın kimliğini yeniden tanımlama girişimi olarak görebilir miyiz? Aile merkezli politikaların kadınların kamusal alandaki varlığını ve özgürlük alanlarını nasıl daralttığını düşünüyorsunuz?
Eylem Bahar: AKP-MHP iktidarının cezasızlık politikaları failleri ödüllendirerek kadın cinayetlerinin artmasına sebep oluyor. ‘Makul kadın’ olması beklenen kadınlar yalnızca erkek egemen sistemin onlara çizdiği sınırlarda yaşamını sürdürebiliyor. Özellikle ev içerisine hapsedilmek istenen kadın, bu sarmal içerisinde yaşamını sürdürmeye çalışıyor. AKP, “Aile Yılı” ilan ederek bu durumu kamçılıyor. Kadınlara en güvenli alan olarak sunulan ev içinde şiddete uğruyor, katlediliyor.
Her geçen gün kadın cinayetleri artıyor diğer yandan kadın mücadelesi yürüten kadınlar tutuklanıyor. Kadınlar bireysel olarak varlıklarını sürdüremiyor mutlaka birinin eşi, kardeşi veya annesi konumunda olduğu bir kimlik yaratılıyor. AKP-MHP iktidarı kadın bedenine müdahale ediyor, nasıl doğuracağından kaç tane doğuracağına kadar söz sahibi oluyor. Uzun zamandır en az üç çocuk tavsiye eden Erdoğan şimdi bunu beşe yükseltiyor. Her gün ortalama üç kadının katledildiği bir ülkede kadınlardan beş çocuk doğurmasını bekliyorlar. Sadece kadınlar değil LGBTİ+`lar da iktidarın hedefi haline geliyor. Nefret politikaları LGBTİ+`ların yaşam haklarını tehdit ediyor. Heteroseksüel olmayan ve doğumda atanmış cinsiyetiyle özdeşleşmeyen (trans bireyler) kişiler iktidarın kutsadığı aile kurumu için tehlike oluşturuyor. Uyum ameliyatları ve hormon tedavisini zorlaştıran politikalar LGBTİ+`ları yaşamdan soyutluyor.
Diğer yandan ev içine sıkışan kadın, kamusal alana çıkamıyor ve oraya dair söz sahibi olamıyor. Evde, işte, kampüste bulunduğu her alanda hakları gasp ediliyor, susturulmak isteniyor. Bu durumda erkek egemen sistemin çizdiği sınırları tanımayan kadının payına mücadele etmek düşüyor.
Avrupa ve Türkiye’yi karşılaştırdığınızda, kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet konusunda yasal çerçeveler ve uygulama biçimleri arasında hangi temel farklar öne çıkıyor? Avrupa ülkelerinde failin cezalandırma oranı, Türkiye’deki cezasızlık pratiğine kıyasla nasıl bir tablo çiziyor?
Betül Kaya: Kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet hem Türkiye’de hem Avrupa’da ciddi bir toplumsal sorun olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak, yasal çerçeveler ve bu yasaların uygulanma biçimleri açısından iki bölge arasında belirgin farklar bulunmaktadır.
Avrupa ülkelerinde kadına yönelik şiddetle mücadele politikaları, genellikle önleyici, koruyucu ve cezalandırıcı mekanizmaları birlikte içeren bütüncül bir yaklaşıma dayanır. Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerde İstanbul Sözleşmesi’nin hükümleri doğrultusunda, mağdurlara psikolojik destek, sığınma evleri, hukuki danışmanlık gibi kapsamlı destek hizmetleri sunulmaktadır. Ayrıca birçok ülkede özel “aile içi şiddet birimleri” ve “kadın koruma hatları” aktif biçimde çalışmaktadır.
Türkiye’de ise yasal olarak benzer düzenlemeler bulunmasına rağmen, uygulama aşamasında ciddi sorunlar yaşanmaktadır. 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi” kanunu, kâğıt üzerinde güçlü bir yasal çerçeve sunsa da uygulamada cezasızlık kültürü ve “haksız tahrik indirimi” gibi yargısal yaklaşımlar, faillerin yeterince caydırıcı cezalar almamasına yol açmaktadır. Bu durum hem toplumda adalet duygusunu zedeliyor hem de şiddetin yeniden üretilmesine zemin hazırlanıyor.
Avrupa ülkelerinde failin cezalandırılma oranı Türkiye’ye göre belirgin biçimde daha yüksektir. Örneğin, Almanya, Fransa ve İspanya gibi ülkelerde kadın cinayetlerinde faillerin ortalama %80-90’ı kesin hükümle cezalandırılırken, Türkiye’de bu oran %50’nin altına düşmektedir. Türkiye’de davaların uzun sürmesi, delil yetersizliği gerekçesiyle beraatlar ve iyi hâl indirimleri, cezasızlık algısını güçlendirmektedir.
Sonuç olarak, Avrupa ile Türkiye arasındaki temel fark, yalnızca yasa metinlerinde değil, yasaların etkin uygulanmasında ortaya çıkmaktadır. Avrupa’da sistematik bir devlet politikası olarak ele alınan kadın koruma mekanizmaları, Türkiye’de çoğu zaman sembolik düzeyde kalmakta; bu da kadın cinayetlerinin önlenmesi konusunda aradaki farkı derinleştirmektedir.
Kadın cinayetleri, cinsel şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği verilerine baktığımızda Avrupa ile Türkiye arasında hangi yapısal farkları gözlemliyorsunuz? Türkiye’deki artış eğilimini yalnızca hukukla mı, yoksa ekonomik, kültürel ve ideolojik dinamiklerle birlikte mi açıklamak gerekir?
Kinem Güzel: Bu kıyaslamayı sadece yasal normal üzerinden yapmamak gerekir. Avrupa’nın büyük bölümünde sosyal devletin kurumsallaşmış olması, refah düzeyinin yüksek olması, bakım hizmetinin kurumsallaşması, kadınların ücretli emek piyasasına daha erken ve yüksek katılmış olması, sosyalist blokun yarattığı demokrasi ve sosyal devleti tanımış olması gibi birçok avantaja sahip.
Türkiye’de ise her dönem aileyi merkeze alan muhafazakâr bir yapı, gelişmemiş bir ekonomi, askeri darbelerle korkutulan, sindirilen açlıkla, hapishaneyle terbiye edilen bir sistemi tanıyor. Bugün de hala muhafazakâr ve politik İslam kadının tüm hayatına müdahale edebiliyor. Neoliberal politikaların yarattığı güvencesiz, merdiven altı işlerle ekonomik bağımlılığı elinde tutarken ataerkil rejimi yeniden yapılandıran bir tahakkümünde oluşturmuş oluyor. Güçlü ve kendini her krize göre üreten ve şekillendiren ataerkiye sahip. Dolaysıyla kadının boşanma hakkı dahi can güvenliği sorunu olarak orta yerde duruyor.
Türkiye’de kadın cinayetleri, cinsel şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği derin yapısal sistemin ürettiği sistematik bir şiddete dönüşüyor. Avrupa’da her üç kadından biri yaşamı boyunca şiddete maruz kalıyor. Türkiye’de ise neredeyse her gün bir kadın öldürülüyor.
2024 yılı bu açıdan son on yılın en karanlık dönemi oldu. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na göre, 2024’te 394 kadın erkekler tarafından öldürüldü, 259 kadın ise “şüpheli ölüm” olarak kayıtlara geçti.
Siyasi iktidar, kadınların yaşam hakkını güvence altına alacak politikalar geliştirmek yerine ‘’aile çalıştayları” adı altında kadınların özne olarak varlığını göz ardı ederek ataerkilliği güçlendirmeye devam ediyor. 2025 yılının 9 ayında tablo aynı. 224 kadın evli oldukları erkek veya bir akrabaları tarafından en çok güvendikleri, sevdikleri tarafından öldürüldü. Veriler bu kadar açık olmasına rağmen aile içi şiddeti engelleyecek düzenlemeler yapmak yerine kadınların canı pahasına aile kutsallaştırılıyor. Patriarkal aile yapısı sadece kadınlar için değil kız çocukları içinde “korunaklı” olmaktan çıkarılıyor. 2024 verilerine göre, 19 kız çocuğu babaları tarafından, bunlardan 9’u ise anneleriyle birlikte öldürüldü.
Bu tabloyu yalnızca Türkiye’de yasaların eksikliği ya da uygulanmayışıyla açıklamak mümkün olmadığı gibi, yasaların uygulanamamasının nedeni memurun bireysel tavrıyla sınırlı değil. Bu patriarkal güç ilişkisinin devlet aygıtıyla iç içe oluşuyla ilgilidir. En iyi yasa çıkarılsa dahi bu güç ilişkisi tarafından uygulanamaz. Türkiye’de hukuk ve yasa devletin ideolojik olarak yeniden üretimi için rol oynuyor. Aile devletin en küçük yapı birimidir dediğimiz bir yerde ataerkil kapitalizm ailenin korunmasını kadının bireysel güvenliğinden daha fazla önemser. Ev içi emek sayesinde kadının sömürüsünü normalleştiren Neoliberalizm elbette ailenin birliğini koruyacaktır. Türkiye’de ki sorun katmanlı bir sistem sorunu. Sadece ekonomik krizle sınırlı değil. Toplumsal cinsiyet kalıplarından, politik baskılara, hukuksuzluk ve cezasızlık pratiğinden, ifade özgürlüğüne, kültürden, sanata her şey bir krize, baskı aracına dönüştürülüyor.
AB üye ülkeler de görece daha kurumsallaşmış bağımsız denetim mekanizmalar var. Örneğin; GREVIO gibi İstanbul sözleşmesinin uygulanmasını denetleyen bağımsız komitedir. Eurostat (Avrupa istatistik ofisi) AB üyesi ülkeler arasında karşılaştırmalı istatistikler oluşturuyor. Buna göre ülkelere tavsiye karaları sunabiliyorlar.
Eurostat 2023 verilerine göre kadına yönelik şiddet AB ülkelerinde artış gösteriyor. Avrupa’da da birçok ülkede kadına yönelik her türlü şiddet ve artan cinayetler sosyalist feminist, demokratik kadın kurumları tarafından görünür hale getirilmeye çalışılıyor. Fransa, İspanya, İtalya, Malta, Latin Amerika ülkeleri gibi ülkeler Femicide (Kadın cinayetleri) resmi tanım olarak kullanıyor. Hem yasal hem de sosyal kavram olarak kullanılıyor. Femicide yasları olarak söyleyenler de var. Buradan baktığımızda Avrupa’da kadın cinayetlerinde yükseliş olduğunu görmüş oluyoruz. Buna rağmen kadınlara ayrılan fon, yasal düzenlemeler elbette ki dünya genelinde birçok ülkeye göre daha görünür durumda. Yukarıda bahsettiğimiz bağımsız kurumlar toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin raporlanmasına olanak tanıyor. Sorunun görünürlüğü ile tartışılmaya açık bir olanak sağlıyor. Kadın kurumları, yerel meclisler, belediyelere bağlı fon alan kurumlarla yasal denetimi sağlayabiliyor. Bu durum sosyal devlet anlayışına uygun eşitlikçi imajını korumasını sağlıyor. Bununla birlikte kadın mücadelesinin katkıları, politikaya etkisi yasaların değişimini elbette zorluyor. Böylece şiddetle mücadele de kurumsal mekanizmalar daha işler duruma geliyor. Patriarkal yapı Türkiye’deki kadar sert olmadığı için daha fazla denetlenebilir olanak sunuyor. Kadının erkeğe ekonomik bağımlılığı yine Türkiye’deki gibi değil.
Türkiye’de ekonomik kriz kadının hareket alanını direk etkiliyor. Boşanma oranı kadının çalışma oranıyla paralel artış gösteriyor. Ekonomik olarak erkeğe, aileye “muhtaç’’ olmaktan çıktıkça yaşadığını hissedebilme çabası daha anlam kazanıyor. Çocuk bakımı ve ekonomik bağımlılık kadında aşılması zor bir prangaya dönüşüyor. Devletin çocuk bakımına yeterli ücret ayırmaması, sosyal kurumların kadını ve çocuğu doğru ve yeterli ölçüde desteklememesi kadını şiddet ortamında kalmaya zorlamış oluyor. Bunun adı da “aile birliği” oluyor. Kısacası Türkiye ile Avrupa arasındaki farkı anlatmaya çalıştığımız da birin de patriyarkal var diğerin de yok gibi bir sonuç anlaşılmasın. Patriarkal her yerde, her sistemde kendini var ediyor. Birin de (Avrupa’da) daha kurumsal ve yumuşatılmış kurumsal denetim mekanizmaları belli ölçüde şiddeti engelleyebiliyor. Türkiye’de devlet, hukuk yasa, yargı, polis, aile, “koca”, hatta yaşadığın mahalle bile patriyarkal ile iç içe hatta bir bütün. Dolaysıyla sistemi yeniden oldukça sert ve doğrudan üretiyor. En iyi yasayı çıkarsa dahi uygulanamaz duruma getiriyor.
Kapitalist sistemin işine hangisi gelirse onu uygular. Coğrafyaya göre sistemin ihtiyacını tesis ediyor. Kadınlar her iki coğrafya da yaşam hakkı için mücadele ediyor.
Avrupa’da ve Türkiye’deki kadın örgütleri arasında ortak çalışma mümkün mü?
Dilan Çiçek: Türkiye’deki ve Avrupa’daki kadın örgütlerinin ortak çalışmaları, uluslararası kadın dayanışmasının güçlenmesi açısından büyük önem taşıyor. Avrupa’da kadın örgütlenmeleri hem yerel hem de göçmen kadın yapılarıyla yürütülüyor. Bu çeşitlilik mücadeleyi de zenginleştirir. Kadın örgütleri deneyimlerini, birikimlerini paylaştıkça güçleniyor. Kadınlar birbirinden öğrenmeye daha açık. Dünyanın her yerinde kadınlar, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, emeğin görünmezliği ve erkek egemen sistemin baskılarıyla karşı karşıya. Avrupa’da yasal kazanımlar kadın mücadelesini kolaylaştırsa da sistemin tanıdığı görece rahatlık, zaman zaman örgütlülüğü yavaşlatabiliyor. Türkiye’de ise yoğun toplumsal ve siyasal baskılar, kadın hareketinin daha yaratıcı, dinamik ve çözüm odaklı yöntemler geliştirmesine yol açmakta.
Türkiye ve Latin Amerikalı kadın örgütlerinin yaratıcılığı kadınlar için motivasyon yaratıyor. Kadın şarkıları ve sloganları, dil ve kültür farklarına rağmen ortaklaşabiliyor. “Ni Una Menos” ve “Jin Jiyan Azadî” her dilde ve coğrafyada karşılığını bulup ortak sloganlara dönüştü. Yani mücadelemiz hem yol açıyor hem de birbirine kavuşup ortaklaşıyor. Elbette Türkiye’deki ve farklı coğrafyalardaki kadın mücadeleleriyle ortak çalışmalar mümkün; zaten dönem dönem ortak platformlarda bir araya geliyoruz. Dünya kadın konferansı Almanya’da olan Politik Kadın Konseyi (Frauen politischer Ratschlag)-her örgütten kadınların katılabildiği bir platform-Courage daha aktif rol oynadığı Avrupa ve dünya kadın konferansları örgütleniyor. Her coğrafyadan kadınlar burada buluşarak politik mücadele deneyimlerini birbirine aktarıyor. Türkiye’den kadın kurumları da buralara katlıyorlar. Yani küresel kapitalizme karşı küresel kadın mücadelesi örgütlenmek zorunda. Bu anlam da anti kapitalist kadınların mücadelesi ortaklaşmak zorunda.
Avrupa’da yaşanan kadın cinayetlerine karşı mücadele, tutum alma konusunda Türkiye ve Latin Amerikan mücadelesi örnek alınıyor. Kadın cinayetlerine karşı mücadele bazı ülkelerde nüfusa oranla yüksek vakalar görülse de yasaların daha etkin uygulanması suçluların ağır cezalar almasını sağlayarak caydırıcı rol oynuyor. Bu farklı tecrübe ve hukuki uygulamaların Türkiye’deki kadın hareketiyle paylaşılması, yasal reformlar için örnek teşkil edebilir. Zira dünyanın neresinde olursa olsun kadınlara yönelik şiddet ortaktır; onu durdurmanın yolu ise deneyim paylaşımı, ortak mücadele ve uluslararası dayanışmadan geçmektedir.
Sonuç olarak, “Ayrı Coğrafyalarda Aynı Olmak; Kadın’’ Avrupa Demokratik Kadın Hareketi olarak kuruluş dönemimizin kampanya sloganıydı. Ayrı coğrafyalarda patriyarkal kapitalizme karşı mücadelede ortaklaşıyoruz. Koşullar, coğrafyalar farklı olsa da kadınların mücadelesi ortaktır. Teorik tartışmalar, bilgi ve pratik deneyimleri paylaşmak, dayanışma ve ortak eylemler sayesinde kadınlar özgürlüklerini, yaşam haklarını ve eşitlik taleplerini çok daha güçlü ifade edebilirler/ edebiliyorlar.
Erkek şiddetini önleme konusunda yalnızca cezai yaptırımlar değil, eğitim, medya dili, istihdam ve sosyal politikalar gibi alanlarda da dönüşüm gerekiyor. Sizce hangi alanlarda en acil müdahalelere ihtiyaç var?
İdil Demir: Erkek şiddetinin önlenmesi konusunda yukarıda sözü edilen bütün noktalardaki dönüşümlerin ciddi ve etkin bir önemi olduğu bir gerçektir. Her ne kadar gerçek ve kalıcı değişimlerin ancak eğitimdeki dönüşümle hayat bulabileceği bilinse de bu dönüşüm zaman alan ve ciddi sosyo-kültürel devrimleri içeren bir süreçtir. Bunun için erkek şiddetinin önlenmesinde belki en kısa zamanda sonuç alınabilecek yöntem olarak ilk akla gelen “cezai yaptırımlar” oluyor. Doğru ve etkin uygulandığı zaman cezai yaptırımların caydırıcı olabileceği düşünülebilir. Ancak bu yaptırımların etkin bir şekilde uygulanmasının önünde çok katmanlı bir nedenler yumağının olduğunu kabul etmek gerekir.
Kadına şiddet, sadece gönül bağı veya evlilik bağı içindeki ilişkilerde olmuyor elbette ama bu tür ilişkilerdeki şiddetin çoğunluğu oluşturduğunu biliyoruz. Ve kadın-erkek ilişkilerinin her zaman sadece sevgi ve güven temelinde kurulmadığını da biliyoruz. Çoğu zaman sevginin yanı sıra yığınla farklı sebeplerle de kurulan ikili ilişkilerde, şiddetle başa çıkmak için ilk başvurulan yöntem, cezai yaptırımların uygulanması için yetkili mercilere şikâyet etmek olmayabiliyor. Şikâyet edilse bile kısa bir süre sonra şikâyetten vaz geçilebiliyor. Çünkü özellikle ekonomik bağımsızlığı veya herhangi bir sosyal güvencesi olmayan hele hele çocuklu ailelerde, şiddet uygulayan erkeğin uzaklaştırılması ve cezaevine atılması, eş ve çocuklarada dönen bir ceza olabiliyor maalesef. Çünkü sosyal sistemin devamı için vergi toplayan devlet, bu gibi durumlarda kadınları tamamen kaderine terk ediyor. Oysa sosyal devletin temel görevlerinden birisi de kadınlara hayatın her alanında fırsat eşitliği sağlamak ve istihdam alanları açmaktır.
Cezai yaptırımların sadece uzaklaştırma veya ceza evine atma şeklinde ele alınması işin biraz kolaycılığına kaçılmasıdır. Cezalarda asıl olan ve etkili bir dönüşümü sağlayacak olan temel olgu, öfke kontrolü ve empatidir. Şiddet uygulayan erkeğin rehabilitasyonu sağlanmadan hiçbir cezai yaptırım, gerçek amacına ulaşmayacaktır. Aynı şekilde medyada, mahallede ve genel olarak toplumda kullanılan, şiddeti normalleştiren hatta zaman zaman özendiren dilden kaçınılması için eğitim ne kadar önemliyse bu dille hukuksal olarak savaşmak da o kadar önemlidir. Şiddeti normalleştiren veya özendiren medya dilinin yasaklanması, yasalarla garanti altına alınmak zorundadır. Özetlersek; erkek şiddetini önlemenin en etkin yolu, medya dilinin kullanımı ve sosyal politikaları da içine alan eğitimdeki dönüşüm olacaktır. Ancak en acil sonuç alınabilecek yöntemler; cezai yaptırımlar ve geniş istihdam alanlarının yaratılmasına hizmet eden sosyal devlet dönüşümüdür.
Kadın cinayetlerinin önlenmesi için uluslararası düzeyde uygulanabilir modeller var mı? Avrupa’daki “koruma evleri’’, “acil hatlar’’ ya da “risk değerlendirme protokolleri’’ Türkiye’ye nasıl uyarlanabilir?
Diren Kaya: Yukarıda sayılan yöntemler bir model oluşturur mu? Ne kadar başarılı olur? Ya da çözüm bu modellerin çoğaltılmasında mı? diye de sorabiliriz. Bizim en iyi model diyebileceğimiz deneyimlediğimiz, gözlemlediğimiz ya da kadın kurumları üzerinden aktarılan bir modele dair bilgi sahibi değiliz. Önleyici tedbirler, koruma evleri, acil hatlar, risk değerlendirme protokolleri tek başına dönüştürücü bir model oluşturmaz. Avrupa için önleyici modeller Türkiye için referans olabilir. Kadın cinayetlerinde suç bireysel görünse de gelinen aşamada bireysel değildir. Toplumsal cinsiyet rolleri, gelir dağılımının eşitsizliği, mülkiyet ilişkisi, ataerkil devlet yapısı gibi bunların bütününden oluşan suç üreten bir sistem var. Patriarkanın yaşadığı her sistem de kadın her zaman tehlike altındadır. Böyle bir sistem içerisinde önleyici tedbirler dönüştürücü rol oynayamaz. Ama bir kadının hayatını kurtarabilir. Bir kadını şiddet alanından çıkarabilir. Risk değerlendirme protokolleri, 24 saat acil hatların hızlı ve doğru işleyebilmesi için çalışan personelin önyargısız, cinsel yönelim ve cinsiyet kimlikleriyle barışık olması lazım.
Toplumsal dönüşümün bir parçası olmak zorundalar. Buda eğitimle olur. Yani dünyanın herhangi bir yerindeki bir modeli Türkiye’ye uygulayacak alt yapının oluşturulması lazım. Acil hatlara ücretsiz erişim, barınma ya da koruma evleri için bütçe ayrılmalı. Kadını şiddet alanından çıkarıldıktan sonra yaşamına devam etmesi için travma merkezleri, sosyal ve ekonomik olanaklar sağlanmalı. Kadın kooperatifleri moral veren bir rol oynuyor. Bunlar koruma evleriyle çalışabilir. Sessizlikte yoksullukta şiddeti gizler. Koruma evleri kadınların denetiminde bağımsız kurumlar olmalı. İspanya da pandemi sonrası daha aktif hale gelen merkezi takip sistemi daha iyi sonuçlar almak için değişik araçlarla geliştirilmeye çalışılıyor. Bu kurumların hepsi denetime açık bağımsız kurumlar. Bu tür modeller referans alına bilinir. Bu önleyici tedbirler hayat kurtarır. Ancak bunlar kadın cinayetlerini ortadan kaldırmaz. Toplumsal dönüşüm ataerkilliğe karşı örgütlü mücadeleyle mümkün olur.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü yaklaşırken, kadınlara, örgütlere ve topluma nasıl bir çağrıda bulunmak isterseniz? Kadın mücadelesinin geleceğini hangi kavramlar belirleyecek: Dayanışma mı, eşitlik mi, yoksa dönüşüm mü?
Berfin Çelik: 25 Kasım kapitalizme, patriarkaya, diktatörlüğe, erkek egemenliğine karşı mücadele günüdür. Kapitalist patriarkal, tahakküm kurumsal, örgütlü şiddet üretir. Bu aynı zamanda erkeğin kadın üzerindeki tarihsel ve ekonomik tahakkümünü kurması demektir. Kadının yaşadığı şiddet ne bireysel ne münferit ne de kader. Ne tek başına kadın sorunudur ne de sadece kadının sorunudur. Yukarıda saydığımız tahakküm ilişkisinin sonucudur.
Şiddet her alanda ve her yerde; işyerindeki mobbingde, kocanın evdeki ekonomik şiddetinde, medyanın dilinde, piyasanın tahakkümünde, devletin örgütlü olduğu her alanda. Buna karşı kadınlarda her alanda örgütlenmek ve birlikte hareket etmek zorundalar. Kadın dayanışma ağları çoğaltılmalı, kentlerde, mahallerde, okulda, iş yerlerinde, kooperatiflerde kurulmalı. Nefes aldığımız her yer örgütlü mücadele alanımız olmalı. Bağımsız kadın meclislerini, komitelerini çoğaltarak ev içindeki ücretsiz emek sömürüsüyle iş yerindeki ücretli emek sömürüsüne karşı mücadeleyi birleştirmek zorundayız. Enternasyonal dayanışmayla her kesimden kadını kapsayan mücadelemiz ülke sınırlarını aşıyor. Latin Amerika’dan, Asya’ya, Avrupa’ya kadınların anti kapitalist tüm mücadelesi bizim de mücadelemizdir. Onun için mücadele ve dayanışma yaşatır diyoruz. Dayanışma, eşitlik ve dönüşüm diyalektik bir birlikleri oluşturuyor. Kadın mücadelesinin bu üç kavramada ihtiyacı var. Kadını güçlü kılan, korkularını, sorunlarını aşmada yalnız olmadığını hissettiren en güçlü pratik ve duygudur dayanışma. Bunu, deneyimlerini paylaşarak sınırları aşarak inşa ediyorlar.
Eşitsiz bir toplumda eşitlenmek ne kadar mümkün olunuyorsa o sınırı aşmalıyız. Öngörülen eşitliğin sınırı, referansı erkektir. Bizim eşitlik anlayışımız çizilen tüm sınırları aşarak yenisini yaratmaktır, erkeğe eş değer bir eşitlikten bahsetmiyoruz. Toplumsal ve biyolojik cinsiyet rollerinin, sınıfsal, kültürel, ulusal farklılıkların yarattığı eşitsizlikleri minimale indiren bir eşitlik için mücadele ediyoruz. Ancak erkek egemen bir sistemde tek başına eşitlikte kadının kurtuluşunu sağlamıyor. Egemenliğin olduğu yerde eşitlik olmaz. Bunun için bütün egemen ilişki biçiminden kurtulmak zorunda kadın. Kadının üzerinde tahakkümün olmadığı bir toplumsal dönüşüm, kimsenin “efendi’’ ve “kul’’ olmadığı bir dönüşüm gerçek özgürlüğe açılan kapı olur. Bir başka dünyanın mümkün olduğu özellikle kadın için mümkün hale gelmiş olan toplumsal dönüşümü yaşamak istiyoruz. Bu noktada erkeğin de üzerine düşen sorumluluklar var. Bu dönüşümün diğer parçası da erkek. İktidarından ve ayrıcalıklarından feragat etmeli. Avantajlarını mülkiyet ilişkisiyle bütünleştiren geleneksel anlayışını görmeli ve ona karşı mücadele etmeli. Toplumsal dönüşüm ortak mücadeleyle mümkün olur.
Son söz olarak; kadın mücadelesinde tarihsel bir rol oynayan, Mirabel kız kardeşleri ve kız kardeşlerin mücadelesini kadın yoldaşlığıyla birleştiren bugünü değerli, anlamlı ve mücadele günü ilan eden Latin Amerikalı Kadınları anıyoruz ve selamlıyoruz. Bütün mücadeleci kadınlara başarılar diliyoruz.









