Connect with us

Kültür-Sanat

Nedim Dertli Yazdı | Kürt Edebiyatından Portreler

Oruçoğlu sorunlu ve parçalı epizodik belleği poetik bir ses haritasına dönüştürür; edebiyatı hem direnişin hem de sürekliliğin sahnesi olarak yeniden kurar ve kurgular.

Muzaffer Oruçoğlu, düşünümsel metodolojiyi göz ardı etmeksizin, Karl Marks’ın, “Hükmeden, tahakkümü tarafından hükmedilir” sözünü 2023’te kaleme aldığı Kürt Edebiyatından Portreler’in (Sancı Yayınları) neredeyse tüm dokusunda hissettiriyor. Kürt edebiyatı salt ufuk çizgisinde dillerin birbirine karıştığı ve kendi kökleri üstünde yeşeren bir olgu değil, sürgün ve göç yollarında savrulan zamanın tozu, yasaklı dillerin keskinliğinde geceyi yırtan puhu çığlığı ve dağların doruklarında dinlenen efsunlu bir tarihtir. Tarihsel yarılmaların ve sapmaların tortusunu, coğrafyalara çekilen demir perdelerin soğukluğunu, çokkültürlülüğün iç çelişkilerini, politik baskıların ve kıyımların travmalarını içinde taşır.

“Kürt Edebiyatından Portreler, Kürt edebiyatının büyük simalarının bir bölümünü kucaklıyor. Bunun asıl nedeni hem benim kucaklama kapasitem hem de belge eksikliğidir. Kürt edebiyatının yitik tarihi, gaip seslerle daralıp genişleyen bir kuyu gibidir; dipsiz, karanlık ve ürkütücüdür maalesef. Özetle bu çalışma, bir edebiyat değerlendirmesi veya kritiği yapma amacını taşımıyor.[1]

Kürt literatürü yaklaşık iki bin yıllık bir geçmişin içinden süzülüp gelen zengin bir mirasa sahiptir. Bu kadim geleneğin izini süren Oruçoğlu, klasik dönemin büyük şair ve düşünürlerinden günümüz yazarlarına uzanan bu destansı yolculuğu, masal sisi gibi görünen Kürt diline, Kürt edebiyatının yitik tarihine ve onun epik, lirik ve mistik iklimine kapılarak kurgular. Geçmişin izlerini gün yüzüne çıkaran arkeolojik bir kazıyla felsefi ve ontolojik sorgulamaları toplumsal-kültürel ve politik çerçevelerle iç içe geçirerek irdeleyen portreler, düşünsel, coğrafi ve tarihsel kesitlerle örülü trans-nasyonel bir senfoninin ahengini yansıtır.

Oruçoğlu, dağlık Kürdistan’ın vadileri ve bereketli ovalarından Fars edebiyatının mecaz ve anlam inceliğine; çöl gecelerini tutuşturan Arap imgelemlerinden Ege’nin tragedya mirasına; tundraları, stepleri ve kozalaklı karanlıklarıyla yalnızlığı katlayan dondurucu Sibirya hikâyelerinden Osmanlı saraylarına ve Aydınlanma Çağı’na dek serimlenen geniş bir yelpazede Mezopotamya’nın edebiyat atlasında yer alan belirli Kürt şair, yazar ve sanatçıların portrelerini çizer. Metin, yazarın sanatsal üslubunu ve eleştirel gücünü sergileyen bir manifesto işlevi görür. Dil haritasında temsille iktidar arasındaki hemen her ilişkiyi çok yönlü bir perspektifle –anlatının iç diyaloglarını gözeterek– ele alan sanatçı, portreleri direniş, tartışma ve çoğul bir özgürleşme alanında inşa eder. Bu çok sesli ve derinlikli devinim, Mihail Mihailoviç Bahtin’in Dostoyevski Poetikasının Sorunları (Metis Yayınları, 2004) adlı eserinde tanımladığı diyalojik evreni çağrıştırır.

Sanatçı bu edebi nehrin kollarında yol alan figürleri sadece kronolojik sırayla tanıtmakla kalmaz, onları doğdukları zamanın ve mekânın izinde ait oldukları kültürel, siyasal ve sosyal iklimin ışığında yeniden yorumlar. Böylece anlatıdaki her bir portre, tarihin yol kenarında inşa edilmiş çağının imkânlarını ve imkânsızlıklarını görünür kılan vakur bir istasyona dönüşür. Yapıtta her durak hem bir hatırlama eşiği hem de geleceğe doğru açılan efsunlu bir kapı olarak belirir. Oruçoğlu, Kürt edebiyatını ne bir halkın lirik hafızası ne de sadece sanatçıların ve yazarların estetik arayışlarının toplamı olarak sunar; aksine, onu yüzyıllar boyunca sürgünler ve yasaklarla kesintiye uğrasa da köklerinden güç alarak filizlenen, sınırların ve iktidarların dayattığı sessizlik rejimlerine karşı avazını yeniden yükselten, sorunlu, dirençli ve de capcanlı bir “edebi nehir” olarak betimler.

Kürt Edebiyatından Portreler, edebi dönemleri beş ana bölümde –sözlü, yazılı, klasik, modern ve Trans-Kafkas Kürt edebiyatı– ele alarak tarihsel ve estetik bir panorama sunar. Ayrıca eser, okura kolektif belleğin ve kültürel mirasın gözeneklerinde görsel sanatlar, edebiyat sosyolojisi ve antropolojiyle kesişen, disiplinler arası bir okuma deneyimi vaat eder; böylece okur bu zengin ve rengârenk panoramada, Kürt edebiyatının durakları arasında özgürce dolaşır.

“Yüreğim derdinle daima kederli /Yastığım taş, döşeğimse topraktır /Suçum budur ki seni seviyorum /Seni seven gönlüm her zaman kanar sevgiyle”[2] (Baba Tahirê Uryân)

Oruçoğlu sözlü geleneği eserde berrak bir anlatımla işler; fakat bu berraklığın ardında sanatsal kaygılar, disiplinli bir araştırma şevki ve yoğun bir birikim vardır. Metne eklenen kümülatif ve tamamlayıcı bilgiler sözlü edebiyatın repertuarını yalnızca bir performans alanı olarak değil, tarihsel ve kültürel habitus içinde nesnel koşulların, kimlik inşasının ve politik direnişin sürekli yeniden yazıldığı epistemik bir zemin (karşı-hafıza mekânı) olarak okumayı gerektirir. Ninnilerden (lorîk) atasözlerine (gotinên pêşiyan), bilmecelerden (pêşbazî) tekerlemelere (darbêj), mevlitler (mevlût) ve anılardan (bîranîn) kîlamların icrasına, masal (çîrok), destan (şano) ve menkıbelerden (menqîbe) efsanelerin epik omurgasına dek geleneğin harcını oluşturan bu temel formlar salt tarihsel bilincin sürekliliğini sağlayan edebi türler değil, aile içinde ve kamusal alanlarda ortaya çıkan kültürel dokunun, ritüellerin, etik normların ve bilginin yapısal taşıyıcılardır.

Mezopotamya, Pers ve Helen kültürlerinin birbirini etkilediği bu coğrafyada yerleşik ve yarı-yerleşik yaşam pratikleriyle öne çıkan tüm diller deyim yerindeyse “palimpsest” bir dokuda birleşir; dilsel çeşitlilik, lehçe geçişleri (Kurmancî, Soranî, Goranî, Lorî, Kırmanckî/Zazakî, Dımilkî) özgün ve yaratıcı performanslar anlatıların esnekliğini ve melezliğini sergiler. Kadın-erkek dengbêj, stranbêj ve çîrokbêj ayrımı yalnızca icranın performatif niteliği ve toplumsal roller bakımından değil, anlatının taşıdığı sosyo-kültürel kodlar –tıpkı Mem û Zîn’in aşkında ya da Qewlê Êzidîlerin gizeminde saklı olduğu gibi– ve hafıza rejimleri açısından da belirleyicidir. Öte yandan manzum hikâyelerin (Şi’rên Destanî) dönüştürücü özellikleri günlük hayatın pedagojisinde merkezî bir işlev görür. Sözlü edebiyatın sahnesi sürekli hareket halindedir: Kadının rahminden tarihin rahmine uzanan sancılı süreçte onun müzikle içkin birlikteliği anlatı ile ezgiyi bir kalbin atışında birleştirir. Bu canlı organizma sözcüklerin ritmine, ezgilerin müzikal niteliğine ve söylem çeşitlerine göre şekillenir; mistik ve sert iklimler birbirine geçer, değişime uğrar, bilinç merkezlerinin labirentlerinde konu ve karakter çeşnisiyle yaşamı tüm cevvaliyetiyle kucaklar.

“Bu sonsuz feza, durmaksızın dönen kâinat çarkı /Âlem kitabının bütünüyle birdir serlevhası”[3] (Melayê Cizîrî)

Oruçoğlu, anlatısında mesafeli ve sorgulayıcıdır; tarihsel iddialara şüpheyle yaklaşır; ölçülü, tartışmaya açık ve sorgulanabilir bir tarih anlayışını savunur. Medler, Ahamenişler, Helenistik krallıklar, Partlar (Arsakesler) ve Sasanilere dek uzanan varsayımlar filolojik belgeler, el yazmaları ve diğer verili kanıtlarla teyit edilmedikçe temkinle karşılanmalıdır. Milattan önceki söylencelere atıfta bulunan erken tarihlemeler çoğu zaman mitik düşünce yapılarıyla tarihsel gerçeklik arasındaki sınırı bulanıklaştırır. Nitekim yazar, Kürt yazılı edebiyatının erken evresini sahaya dayalı arşiv çalışmalarına, belgelere, yazın-bilime, etno-müzikolojik ve etimolojik araştırmalarla derinleşen tarihsel bir restorasyon sürecine yaslanarak irdeler.

Tarihsel bağlamda Kürt literatürünün yazılı dönemi (X. ve XV. yüzyıllar arası) yalnızca sözlü geleneğin sessiz bir şekilde sayfalara geçmesi değil; sözün, tasavvufî ağların, medrese ekininin, uzak-yakın bölgelerdeki kültürler arası etkileşimin, ticari ilişkilerin ve sosyo-politik yaşamın yazınsal hafızada yeniden üretilmesidir. Bu dönem Lûrî, Goranî ve Kurmancînin Farsça ve Arapçanın gölgesinden sıyrılıp dilin potasında kendi edebi laboratuvarlarını oluşturduğu bir süreçtir. İslam coğrafyasında yaygın olan tarikatlar, medreseler ve çeşitli örgütlenmeler (ruhani teşekküller, yerel oluşumlar) Kürtçenin yazı dili olarak olgunlaşmasında belirleyici bir etkiye ve üretim mecrasına sahip olsa da, yazılı döneme geçişin temel dinamiklerini tabiat, tasavvufi düşünce, yapısal dil çalışmaları ve yöntem arayışları belirler.

“Hiç kimse görmek istemeyenler kadar kör değildir” diyen, mülksüz yaşamıyla tüm varlık âlemini içine alan, sanatı, cesareti ve ferasetiyle Ömer Hayyam, Nizâmî-i Gencevî, Mevlana ve Hâfız-ı Şirâzî’yi derinden etkileyen, dûbeytîleriyle aşkı, şarabı ve doğayı gülümseten Baba Tâhirê Uryân-ı Hemedânî; Bağdat, Cizre, Erbil, Musul ve Şam gibi ticaret-kültür şehirlerinde seyyar yaşayan, dilin kıyısında güneşlenen Kürt divan edebiyatının kurucusu,[4] bir estet ve derviş olanEliyê Herîrî ve Mir Hesên Velî medresesinde yetişmiş, trajik ölümüne gazel ve mesnevileriyle birlikte mevsimlerin ağladığı, Mewlûda Kurdî eseri Mısır ve İstanbul’da, Zembîlfiroş Destan ise Stockholm’de basılan Melayê Batêyî, dil ve hitabet hatlarını estetik bir çekirdekte birleştirip Farsça ve Arapça referans ağlarına dokunan, Kürt şiirinin düşünsel ve metinsel temellerini atan klasik dönemin ilk üç büyük ismidir.

Şiir bu dönemde eski ezberlerin nakşından kopup yeni bir anlatıma ve felsefeye yelken açar; sufi motifler, tasavvufi pratikler, aşkınlık, Tanrı’yla çatışma, bireysel ya da toplumsal imgeler anlam dünyasının içinde hem yerel dilin tınısını hem de İslami ilim geleneğinin terkiplerini ve çelişkilerini yansıtır. Bu seyir Kürt edebiyatının hem epik-mistik iklimini hem de ritmik-müzikal dokusunu metne taşıyarak edebiyatı hem arşivlenen kültürel bir mirasa hem de yeniden üretilebilir bir estetik olguya dönüştürür.

“Kalsam da çölde savunmasız çıplak /İsyan içinde haykıracağım /Ne kadar çorak ve tutsak olsam da /Yüreğim sadece onlar için titreyecek”[5] (Feqiyê Teyrân)

Oruçoğlu klasik dönemi dört alt başlıkta –ilk (950-1300), orta (1300-1650), son/geç (1650-1850) klasik dönemler ve Erdelan şairlerinin doğuşuna giden yol– inceler. Orta klasik dönemde okur; aşkın lirik şairi, Kürtçenin tüm lehçelerine hâkim, birçok şairin düşünce, dil ve şiir dünyasını etkileyen, Asur, Pers ve Bizans’ın birleştiği yerde, Botan’da ortaya çıkan Medrêseya Sor’un kızıl yıldızı Melayê Cizîrî; ruhani ve cismani çıplaklığıyla kuşların dünyasına meftun, çağının İran şairleri gibi kelam, hadis, fıkıh, felsefe, matematik, mitoloji ve astronomi alanlarında yetkin, folklorik seslerin izdüşümünde eşitliği haykıran, ufuk çizgisinde parıldayan şiirleriyle yaşamı afallatan, otorite ve din karşıtı Feqiyê Teyrân ve Kuzey Kürdistan, Bağdat, Halep, Şam ve Tahran medreselerinde pişmiş, dört dille İslam ve Antik Yunan felsefesini kavrama şansı yakalayan, Ermeni, Fars, Kürt, Nasturi ve Osmanlı kültürlerinin iç içe geçtiği çokkültürlü bir zeminde klasik Kürt edebiyatının en güçlü ve çarpıcı üç eserinden biri olan Mem û Zîn destanını akıl ve vicdan inceliğiyle yaratan, çocuklar için ilk Arapça-Kürtçe manzum sözlüğü, Nûbehâra Biçûkan’ı (“Çocukların Baharı”) kaleme alan evrensel şair Ehmedê Xanî ile karşılaşır.

“Batı, İlyada’yı, Odysseia’yı, Aeneis’i, Kalevala’yı, İlahi Komedya’yı, Kaybolmuş Cennet’i, Mahabharata’yı, Şehname’yi ve Manas’ı bilir, fakat Mem û Zîn’i pek bilmez. Bırakalım Batıyı, Kürtler bu güzel ve eşsiz destanın değerini ve derinliğini yeterince kavrayabilmişler midir acaba? Sanmıyorum.[6]

Oruçoğlu yalnızca bir şairi değil, bir ulusun hafızasını ve ruhunu temsil eden Ehmedê Xanî’yi titizlikle incelediği bölümde; “Arkadaşım Ehmedê Xanî”, “Ehmedê Xanî’nin İnsan Anlayışı ve Özlemi”, “Mem û Zîn’de Beye, İspiyoncuya ve Zindana Bakış”, “Mem û Zîn’de Kadına ve Sevgiliye Yaklaşım” ve “Mem û Zîn’de Erotizm” başlıkları altında sanatçının yaratım serüvenini, iç dünyasını ve yaşadığı çağın koşullarını çözümler; onun olumlu-olumsuz ve ileri-geri yanlarını detaylandırarak şairi eleştirel bir nesnellikle edebiyat tarihinin ilgili kesitine yerleştirir.

1400-1900 tarihleri arasında Kürt edebiyatı Erdalan (Sine-İran Kürdistanı), Botan (Cizre-Hakkâri) ve Baban (Süleymaniye) emirliklerinde siyasal özerklik arayışlarıyla dilsel-estetik inşaların birbirini beslediği bir bütünlük içinde gelişti. Osmanlı-Safevî rekabetinde denge siyaseti izleyen Erdalan Emirliği’nde medrese kültürü ve kütüphaneler Goranî diyalektiğinin yazı dili olarak kurumsallaşmasını sağladı. Mevlevî Kurdî, Mêla Perîşan ve Mâh Şeref Xanım (Mestûrê Erdalanî) gibi tarih yazarları ve şairler müziği önceledi, eserleriyle kolektif hafızayı ve kimlik inşasını pekiştirerek dilin estetik ufkunu genişlettiler. Botan’da Mir Bedîrxan Bûhtî’nin yönetiminde sosyal ve ekonomik hayatın iyileştirilmesi, feodal düzenin kısmen gerilemesine neden oldu; emirlik kültürel bir uyanış ve cazibe merkezi haline geldi. Bu süreçte Xanî’nin Mem û Zîn’i yalnızca bir aşk mesnevisi değil, ulusal bağımsızlık ve aydınlanma aşkının edebi manifestosu ve Kurmancînin edebi meşruiyet belgesi olarak değer kazandı.

Mahmud Paşa’nın öncülüğünde Baban Emirliği’nde yürütülen dil ve kültür politikaları Soranî şiirinin gelişimini hızlandırdı. Soranî diğer lehçelerle yakınlaşırken, Süleymaniye de Osmanlı-İran sınırında Şehrizor ve Hemedân’ı içine alarak entelektüel bir başkent ve edebi bir cazibe merkezi olarak konumlandı. Ticaret yollarının canlılığı, sosyo-ekonomik dinamizm, bilim, tarih ve astronomi çalışmaları, divan estetiğinin halk diliyle kaynaşmasına zemin hazırlayan elverişli bir ortam yarattı. Dolayısıyla edebiyat, emirliklerin otonomisinde yalnızca özgür ve estetik bir alan değil, siyasal özneleşmenin, dilin ideolojik temsiliyetinin ve toplumsal belleğin taşıyıcısı oldu.

Oruçoğlu “anlatma” ve “varlıkla hesaplaşma” alanı olarak betimlediği emirliklerden sonra Baban döneminin üç öncü lirik şairini; Baban Şiir Okulu’nun kurucusu, matematikçi Mêla Xidir Nâlî’yi, “Anton Çehov’un karlı, karanlık ve kasvetli Rus gecelerinde hastalara bakmak için köy yollarına düşen doktorunu anımsatan” hekim Salim’i (Ewrêhman Begê Sahîbqırân), sufi, Eş’arî ve panteistik motiflerle Goranîceyi inceliğin zirvesinde demlendirerek Eqîdey Merziye ve Dîwana Helbêstan eserlerini Kürt yazın dünyasına armağan eden Mewlêwî’yi(Ma’dumî Kurdî) rüzgârın sürüklediği bir yolculuk boyunca –şiir ve düşünce arasında köprüler kurarak– gözler önüne serer.

“Her çocuk İsa’nın mirasçısıdır /Karısı ve evi olmayan, oğlu ve kızı olmayan”[7] (Hecî Qadirê Koyî)

Doğu ve Güney Kürdistan medreselerinde donandığı bilgiyle İstanbul’da Roma Tanrısı Janus’un çift başlı heykeli gibi dolaşan; Kürtlerin tarihsel köleliğine karşı çıkan, kadınla erkeğin tam hak eşitliğini savunan; dili, imgelemi, hayal gücü ve kıvrak zekâsıyla çağını şaşırtan ve şiirlerini özgürlük ateşiyle tutuşturan Hecî Qadirê Koyî; Farsça, Hewramî, Goranî ve Soranî şiirlerinden oluşan 20 bin beyitlik divanının 18 bini kaç-göç-sürgün furyasında kaybolan, yıkıcı ve yaratıcı özde ürettiği şiirlerinde Mestûrê mahlasını kullanan ilk Kürt kadın tarihçi Mâh Şeref Xanım ve klasik dönemin en güçlü hiciv şairi; ünü Bağdat, Hicaz, İstanbul, Kahire, Kerkük, Konya, Musul, Süleymaniye, Şam gibi şehirlere yayılan, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın hayranlık duyduğu, sözcük orijinalitesiyle yakası açılmamış küfürlerin ve mizahın usta ismi Şêx Rizayê Talebanî ile ‘geç klasik dönem’ son bulur.

Sanatçı modern Kürt edebiyatını hem arkeolojik-etimolojik açıdan (basılı kaynaklar, erken gazete yayınları, el yazmaları ve yerel arşivler) hem de etik-estetik boyutlarıyla tartışmaya açar. Bu yaklaşım metinleri salt edebi nesneler olarak değil, I. Dünya Savaşı, Ekim Devrimi ve Osmanlı’nın çözülüşü gibi büyük siyasal ve sosyo-ekonomik kırılmaların tetiklediği kamusal alandaki yeni örgütlenmelerin/arayışların belgeleri olarak okumayı gerektirir. Dilsel çeşitlilik –lehçelerin eşzamanlı varlığı– edebi üretimin başat unsuru olsa da, metinlerin kanonikleştirilmesini zorlaştıran önemli bir değişkendir. Keza, ulus-inşa süreçlerine dair dil politikaları estetik tercihlerle iç içe geçerek metinlerin formel yönelimlerini belirler. Yazar bu bağlamda Kürt edebiyatının eleştirel analizine dikkat çeker; dilbilimsel karşılaştırma, metin çözümlemeleri, arşiv taramaları ve filolojik çalışmaların birlikte yürütülmesinin maddi ve biçimsel düzeyde temellendirilmesi gerektiğini vurgular.

Dilin yasaklandığı, kültürel tahakkümün ayyuka çıktığı ve kimliğin inkâr edildiği ontolojik yoklukta Kürt edebiyatı bir varoluş stratejisine dönüşür. 22 Nisan 1898’de Kahire’de Mikdat Midhat Bedirhan tarafından yayımlanan dört sayfalık Kürdistan gazetesi bu stratejinin ilk kamusal tezahürü olarak öne çıkar. Erivan merkezli Trans-Kafkasya’daki Sovyet-Kürt aydınları, Ekim Devrimi’nin “ezilen uluslar” söylemini bir kaldıraç olarak kullanır, Kurmancî ve Soranî lehçelerinde avant-garde bir edebiyat akademisi inşa eder; Rêya Tezê (“Yeni Yol”) dergisi ve Erivan radyosu etrafında ilk alfabe denemelerini, ilk Kürt romanını ve deneysel yeni edebi türleri üretirler. Bu edebi coşkunluk içinde Fêrîkê Ûsiv, Mikaël Rashid ve Şikoyê Hesên gibi edebiyatçıların öncülüğünde Byron, Goethe, Isahakyan, Lermontov, Puşkin, Shakespeare, Tolstoy ve Yesenin gibi yazarların önemli klasikleri Kürtçeye çevrilir.

“Dil ve edebiyat toprağını yitirince muallakta kalıyor, üzerine basıp soluk alacağı bir toprak/anakara arayışına başlıyor. Bulamayınca erozyona uğruyor, gücünü yitiriyor.”[8]

Dört parçaya bölünmüş coğrafyada her bölge iktidar ilişkilerinin ve toplumsal koşulların zorunlu kıldığı manevra alanlarında farklı tarihsel ve kültürel stratejiler geliştirmiştir. Süleymaniye’de Jîyan ve Jîn gazetelerinin kurucusu Pîremêrd, gazetecilikle edebiyatı birleştirerek ulusal bilincin inşasında belirleyici bir rol üstlenmiş; Maksim Gorki ve Îsahak Maragûlov’un (Kürtçe Latin alfabesinin yaratıcısı [1928]) yakın dostu, Lazaryan Enstitüsü mezunu, Sovyet Yazarlar Birliği üyesi Erebê Şemo, Şivanê Kurmanca (“Kürt Çobanı”) adlı ilk Kürtçe romanıyla sosyalist gerçekçiliği Kürt edebiyatının merkezine yerleştirmiştir.

Nikolay Yakovlev’in yoldaşı Fyodor Lıtkin, Sibirya devrimci kuşağının lirizmini genç yaşta sona eren hayatının (21 yaşında katledilmiştir) trajik parlaklığıyla birleştirmiş; ayrıksı kimliği, şiirleri ve eğitim faaliyetleriyle Sovyet Kürtleri üzerinde derin bir entelektüel-duygusal kırılma yaratmıştır. Kürtçenin yanında Arapça, Azerice, Ermenice, Farsça, Fransızca, Gürcüce, İngilizce, Rusça ve Türkçeye de hâkim olan –dillerin manyetiğinde yaşayan– Wezîrê Cebarê Nadirî, şiirleri, piyesleri, derlemeleri, çevirileri ve folklorik çalışmalarıyla kültürel hafızanın en güçlü taşıyıcı kolonu olmuş; Casimê Celîl, Cerdoyê Genco, Emînê Evdal, Heciyê Cindî, Nûrî Hîzanî (Hovakim Margaryan) gibi yazar, aydın ve filologlarla birlikte Kürdoloji bilimi üzerine çalışmalar yapmıştır.

“Her gezinin, her yolculuğun güzel bir şiir gibi beyinde ve kalpte yankı bulduğunu, yeni şeyleri keşfetmek için yeni imkânlar sunduğunu hikâyelerden biliyordum. Hikâyelerde de şu söylenmiyor muydu? Bütün güzel şeyler, yolculuklarda olgunlaşır.[9]

Şiirde geleneksel “qesîde” ve “qêwl” formlarını parçalayarak serbest ölçüyle şiiri bireyin içsel dünyasına ve toplumsal gerçekliğe taşıyan, biçim ve içerikte estetik bir devrime imza atan modern Kürt literatürünün kurucusu Abdullah Goran; lirizmi kitlesel bir direniş sesine dönüştürerek yaratılarını aynı anda hem bir ağıt hem de bir marş olarak inşa eden, halkın özlemlerini ve umudunu Kürt şiirinin sesiyle dünya edebiyatına taşıyan Cigerxwîn; eserlerinde imgeyi ve dili radikal bir biçimde yeniden şekillendirerek bireyin trajedisini evrensel bir söylemle buluşturan Şêrko Bêkes ve sürgünde yeni yapısal yollar arayarak destansı anlatımı modern romana taşıyan, diasporadan güç alarak geleneği Batılı roman tekniğiyle sentezleyerek tarih, bellek ve kimlik sorunsallarını evrensel bir çerçeveye oturtan Mehmed Uzun ile portreler son bulur.

Kürt Edebiyatından Portreler sorunlu ve parçalı epizodik belleği poetik bir “ses haritası”na dönüştürür; bireysel yaratıcılığı tarihsel kesitler ve kesintilerle örer; edebiyatı hem direnişin hem de sürekliliğin sahnesi olarak yeniden kurar ve kurgular. Dolayısıyla kayıp coğrafyalarda ya da dünyanın herhangi bir yerinde her metin yok sayılanın tarihini yazma, susturulanın sesini kaydetme çabasıdır; çünkü edebiyat silinen hafızanın en güçlü politik, estetik ve felsefi direniş alanıdır.

Notlar

[1] Muzaffer Oruçoğlu, Kürt Edebiyatından Portreler, Sancı Yayınları, s. 7.

[2] “Dilêm ji derdê te herdem xemîn e /Balîfêm kevir, doşekem zemîn e /Sûcêm ev e ku min ji te hez kîrye /Ma her ê te hez dike dil bi xwîn e” (Baba Tahirê Uryân)

[3] Pehnîya vê çerx û dolabê dine /Nusxeê âlem hemî ‘inwanekê (Melayê Cizîrî)

[4] Herîrî’nin bazı el yazmaları St. Petersburg’taki Şaltikov-Sçedrin Kütüphanesi’ndedir. (Margarita Borisavna Rudenko)

[5] Çolê bimînim ez bêcil /Ez ê bikim hewar û gazî /Çiqas bimînim hêsîr û tazî /Dil ji halê wan dilerizî (Feqiyê Teyrân)

[6] a.g.e., (s. 84)

[7] a.g.e., (s. 113)

[8] a.g.e., (s. 170,171)

[9] Mehmed Uzun, Rind’in Ölümü, çev. Muhsin Kızılkaya, Sel Yayınları,  s. 12.

Bu yazı ilk olarak K24 sitesinde yayımlanmıştır.



Kasım 2025
P S Ç P C C P
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930

More in Kültür-Sanat