
Geceydi. Sessiz, derin, ağır… Dünya nefesini tutmuş, karanlığın koynunda sanki sonsuz bir bekleyişteydi. Uzaklarda, bir alev yükseliyordu ne isyanın ne intikamın tam adıydı o ateş, belki ikisinin kırık bir şiiriydi — yüzyılların külleriyle yoğrulmuş, yürekleri kavuran, direnişe çağıran bir duman.
Ama o ateş, sıradan bir yangın değildi. O, Alevilere, barışa, kardeşliğe, eşit yaşama mücadelesine karşı sistemli bir katliamın aleviydi. Sivas’ta Madımak Oteli’nde yakılan sadece bir bina değil; Malatya’da, Maraş’ta, Çorum’da da olduğu gibi, bu topraklarda yüzyıllardır hedef alınan Alevi halkının inancı, yaşamı, umutlarıydı. O alev, tarih boyunca inançları, kimlikleri, farklı sesleri susturmaya çalışan karanlığın acımasız saldırısıydı.
Madımak Oteli yalnızca taş ve tuğladan ibaret değildi. O, susturulmuş dillerin, ezilmiş kültürlerin, yok sayılmış halkların hafızasının yaşayan mabediydi olmuştu o gün, küllerinden doğmaya hazır, inadın ve sabrın kutsal mekânı.
Zamanın elinde kılıç vardı. O kılıç, Yavuz Sultan Selim’in ellerinde doğmamıştı; bin yılların karanlığından süzülüp gelmişti, insanları, emekçileri, yoksulları boğan, ötekileştiren, parçalayarak hapseden karanlık bir gölgeydi. Kılıç, sadece kan dökmüyor; sınıfların, halkların, inançların, umutların arasına derin bir uçurum açıyordu. O kılıç, devletin zulmünün, yozlaşmış bir iktidar aygıtının soğuk sembolüydü. “Dini hassasiyetimiz var” derken, aslında “kâfir” damgası vuruyordu emekçilere, ezilenlere, kardeş halklara. O damga, yüzyılların yaralarını yırtıyor, insanlığın en derin utancını deşiyordu.
Biz ise kâfir dedikleri aslında; Bektaşi sabrının, ateşin içindeki suyun, karanlığın içindeki ışığın taşıyıcılarıyız. Zulmün kılıcına rağmen hakkı, barışı, adaleti savunanların çocuklarıyız; sınıf kardeşliğiyle örülmüş, emekçi halkların özlemiyle yoğrulmuş bir türkünün sesiyiz. O türküyü ne ateş ne kurşun ne de karanlık susturabilir!
Hasret Gültekin’in sazından dökülen notalar, derin bir nehri andırıyor; hüznü, direnişi, yası ve umudu sarmalayan, kentin hafızasında kök salan bir melodi. Her tel, suskunluğun zırhlarını delercesine kıvılcımlar saçıyor. Metin Altıok’un dizeleri zamansız bir insanlık çağrısı: “Bir insan ölürse bütün insanlar ölür mü?” Sorgulayan, kırılganlığı ve dayanışmanın zorunluluğunu fısıldayan o dizeler, bir manifesto gibi, umutla isyanın sonsuz yankısı oluveriyor.
Dışarıda devlet sessizliğe bürünmüştü; o sessizlik, kara ordunun büyümesini, göz yumduğu kanın akışını kutsuyordu. Askerler, acının, kanın ortasında yalnızca seyirciydi; müdahale yok, sadece soğukkanlı görevini sürdüren zincirin soğuk halkaları. Yetkiyi elinde tutan adam, kutsal kelimeleri ağızdan çıkarırken kalbi buz kesmişti; o, karanlığın kâbusuydu, kutsanmış öfkeyi büyüten. Devletin soğuk aygıtı, ezilenleri sindirmek için keskin bir kılıçtı ama içeride, her şeye rağmen, bir umut ışığı yanıyordu.
Hasret ile Metin’in gözlerinde birleşen iki ruhun direnci, karanlık duvarları delercesine yükseliyordu. İki yürekten yükselen şiir, yaşama ve kavgaya çağrının kendisiydi. Hasret sazına dokunamasa da tellerden yankılanan direniş vardı; Metin’in mırıldandığı dizelerde hayat bulan şu sözler, özgürlüğüydü.
“Ölümü tastamam ezberledim de geldim,
Dilimde bu buruk türkü tadıyla
Bilmem ki buradan nereye.”
Zaman orada donmuş, karanlıkla umut iç içe geçmişti. Pir Sultan’ın dizeleri gökyüzünde yankılanıyordu, kadim bir çağrı gibi:
“Alınmış abdestim aldırırlarsa
Kılınmış namazın kıldırırlarsa
Sizde şah diyeni öldürürlerse
Ben de bu yayladan şaha giderim.”
Madımak’ın taş duvarları sadece bir bina değil; direnişin, yaşamın, umudun mührünü taşıyan bir anıttı. Yok edilmeye çalışılan bir halkın, emeğinin, kimliğinin bastırıldığı coğrafyada o sazı taşıyanlardı. Sazın anlamı açıktı: “Biz buradayız.”
Madımak Oteli, yalnızca tarih kitaplarına yazılan kara bir leke değil; Türkiye’nin sınıfsal, kültürel, kimliksel ve inançsal çatışmalarının yakıcı özeti, içinden çıkan binlerce emekçinin, yoksulun, ezilenin haykırışının somutlaşmış haliydi. Bu otelde yanan ateş, kapitalizmin ve devlet şiddetinin sembolüydü; ezilen halkların, inançların, sınıfların yok sayıldığı, kardeşliğin baltalandığı düzenin ateşi.
Hasret’in sazı, Metin’in dizeleri, Pir Sultan’ın isyanı, acıdan beslenen ama geleceği inşa eden devrimin mührüydü.
Kapılar kapandı belki, ama yürekler kapısızdı. Yürekler ateşle değil, adaletle açılır. O kapısız otelde zulme karşı baş kaldıranlar mücadelenin sesini taşıdılar. Madımak, sıradan bir acının ötesindeydi; sınıfsal ve kültürel katmanların çatıştığı, emeğin, inancın, kültürün ve direnişin buluştuğu tarih sahnesiydi.
O gece, karanlığın içinde saklı kalan tohum, bir gün patlayacak ve aydınlık, adalet ve özgürlük güneşi bütün yeryüzünü saracak.

