
İlkel Komünal Dönemde Sanat Sessizliğin ve Ortaklığın Dili
Binlerce yıl öncesinden bir yankı düşer taşlara… Henüz yazı yoktur, ama hikâyeler vardır. Ses yoktur, ama iz vardır. Ve insan, ilk defa ellerini taşa sürer.
O izler, Lascaux’nun mağaralarında, Altamira’nın tavanında, Göbekli Tepe’nin sütunlarında hâlâ durur. Bize bir şey anlatmak ister gibi…
Henüz kral yok, ordu yok, sınıf yok. İnsan, doğayla savaşmaz, onunla birlikte yaşar. Ve sanat, işte tam da bu denge halinden doğar.
Bir Topluluğun Hafızası: Mağara Resimleri
Yaklaşık 40.000 yıl öncesine tarihlenen Avrupa’daki mağara resimleri, özellikle Fransa’daki Lascaux, Chauvet, Cosquer ve İspanya’daki Altamira mağaralarında görülür. Bu resimler çoğunlukla hayvan figürlerinden oluşur: bizonlar, geyikler, atlar, boğalar… Bu dönemde insanlar hayvanlarla iç içe yaşıyorlardı ve resmettikleri hayvanlar yalnızca gözleme dayalı değildi, aynı zamanda avlanma öncesi ritüellerin, doğaya dair inançların ve kolektif hafızanın bir parçasıydı…

Kısaca sanat, burada bir zanaat ya da bireysel ifade biçimi değil, doğayla kurulan karşılıklı ilişkinin bir tezahürüydü. Resim çizmek, yaşamak için dua etmekti. Estetikten çok anlam üretimi söz konusuydu.
Mağara duvarlarına üflenerek yapılan negatif el baskılarıysa, sanki “Ben buradaydım” demekten çok, “Biz buradaydık, birlikteydik” diyen sessiz bir çığlık gibidir.
Göbekli Tepe ve Erken Anıtsal Mimarlık
MÖ 9600 – 8200 yılları arasına tarihlenen Göbekli Tepe, şu an bilinen en eski anıtsal yapı kompleksidir. Henüz tarımın yeni yeni başladığı, yerleşik yaşama geçişin arifesinde olan topluluklar tarafından inşa edilmiştir. Ve bu, bize çok şeyi anlatır: Göbekli Tepe’deki dikilitaşların üzerindeki soyut hayvan motifleri ve semboller, yalnızca inanç sistemlerinin değil, kolektif emeğin ve paylaşılan anlamın bir ifadesidir.

Bu yapılar, bir kralın emriyle değil, topluluğun ortak iradesiyle ve emeğiyle yükselmiştir.
Henüz devlet yoktur. Henüz bireyci sanatçı yoktur. Ama birlikte yapılan bir yapı vardır. Ve bu yapının içinde: İnanç, üretim ve estetik bölünmeden bir arada durur.
Sınıfların Gölgesinden Önce
İlkel komünal toplumlar, tarihsel olarak sınıfsız toplumlardı. Mülkiyet kavramı henüz gelişmemiş, üretim araçları kolektifti. İş bölümü cinsiyete göre esnek ve tamamlayıcıydı. Toplumda kimse başka birinin artı emeğini gasp etmezdi.
Dolayısıyla sanat da bir sömürü nesnesi değil, paylaşılan bir bellekti. “Sanatçının” kim olduğu sorusu yoktu, çünkü herkes o belleğin bir parçasıydı. Bu çağda sanat, sahip olunacak bir meta değil, yaşanan bir tören, bir kolektif hafıza aracı, bir aidiyet anlatısıydı.
Kadın ve Sanatın Doğurgan Temsilleri
İlkel komünal dönemle özdeşleşen heykelciklerin başında Willendorf Venüsü gelir. Bu ve benzeri doğurganlık figürleri Avrupa’dan Anadolu’ya, Ural Dağları’ndan Levant coğrafyasına kadar yaygındır.

Kadın bedeni bu dönemde kutsanır görünür. Ancak bu kutsallık, kadın bedeninin doğa ve üretkenlikle olan ilişkisini yüceltirken, gelecekte sınıflı toplumlarda onu denetim altına alacak imgelerin de temelini atar.
Bir Kırılma Noktası Doğa ile Simetrik İlişkinin Sonu
Tarımın gelişmesiyle birlikte doğa üzerinde kurulan simetrik ilişki bozulmaya başlar. Artık yalnızca birlikte üretmiyoruz, biriktiriyoruz. Ve biriktirdikçe, sahipleniyoruz. Sahip oldukça, sınıflar doğuyor.
Ancak bu ilk evre, doğayla, insanla, toprakla kurulan o eşit ve sessiz bağın; sanatın, bir sınıfın sesi değil, bir topluluğun nefesi olduğu çağın izidir. İnsanların doğa karşısında hayatta kalma güdüsü ile de bir arada kalmayı başararak tarihte bıraktığı izlerini anlattığımız bu bölümü kapatırken onların sanatı konusunda belki de şöyle demek mümkündür; ilk sanat, yalnızca bir estetik değil, bir topluluk duasıdır.

