
Uyumayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki…
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.
Melih Cevdet Anday
Yakın-Uzak geçmişlerden şimdiye, sefil bugünlere bir köprü kurarken karşımıza çıkan manzara pek ahım şahım bir manzara değil. Yaşadığımız çağ diğer çağlardan az hınzır değildir. Her çağ bir tarafıyla katliam çağıdır; tarım toplumuna geçişimizden sonra en azından böyledir. Akşamdan sabaha bambaşka bir gerçeğe uyanıyorsunuz.
Yine uzun bir gecenin orta yerlerinde bir baharın gülümseyen yüzüne uyandık.
Can Yücel günümüzü ne güzel özetlemiş.
”Dünya öküzün boynuzlarında
dururmuş,
Her kıpırdayışında deprem olurmuş.
Oysa dünya halkların omuzu üstünde
durur,
Kıpırdasın da gör.”
Uzun bir zamandır memleket sathında kanlı bir nefret, farklı kökenleri ya da tercihleri olanları dışlamak, ötekileştirmek, nefretle anmak, gözünü kan bürümüş bir kıyıcılıkta ısrar etmenin sonucunun nelere yol açtığını hep birlikte görmeye başladık. Sokaklar yine gürlemeye başladı. ”Bu çocuklar bugüne kadar neredeydiler?” diye soranlar oluyordu. Söyleyeyim: Bilgisayar ekranlarının önündeydiler. Ya da durmadan telefonlarının ekranına bakıyorlardı. Şimdi sokaklara dökülüvermiş, teklikten çokluğa geçmişlerdi. Tek başına ekrana bakmak yerine hep birlikte sokakları doldurup slogan atmaktaydılar. Bu kuşağın her şeyi çok farklı, daha doğru ve güzel şeyler yapacaklarına inanıyorum:
Büyüdükçe bizler gibi hizaya girmeyecekler, hizaya inanmıyorlar. Galiba biz olmaktan ben olmaya geçişin donanımlı hali budur.
Bu derin yıkım döneminde, hissedebileceğimiz dehşetin nelere yol açacağını az çok biliyorduk.
Dilime pelesenk olmuş, bu ülke tarih içinde çok yavaş hareket ettiğinden zaman ileriye doğru gidemiyor, dönüp kendi üstüne katlanıyordu. Sağımıza solumuza baktığımızda yeniden hortlamış Enver, Talat, Topal Osman’ları yanımızda yöremizde gayet bolca görürüz.
Damarlarında kandan çok kin dolaşan ülke olduk. Hemen herkes insan kumaşının ne kadar bozulduğunu anlatır durur. Bir bilenler o kadar çoğaldı ki herkes her şeyi bilir bir tek haddini bilmez.
Bu kadar ağır yıkımın orta yerinde akıl ve ruh sağlığınızı korumak elbette kolay değildir. Dünyanın sesleri, sessizlikleri değişti, şekilleri sonra pejmürde kapıları, kapılardan girip çıkanları değişti, gülenleri, ağlayanları, yürüyenleri değişti, ağaçları, çimenleri, yaprakları değişti… Damı delik bir dünyadan söz ediyoruz. Kendime yük olduğumu hisettiğim anlarım da edebiyatın büyük bahçesine giriyorum. İyi bir okuyucu olduğumu söyleyebilirim. Genellikle okuduğum kitaplarla ilgili tanıtım yazıları yazmaya çabalarım.
Epey bir zaman oldu tembelliğim üzerimde. Önce okuduklarımı biraz erteleyip arkadaşım Murat Sezgin’in Sancı Yayınlarından çıkan ‘Kayıp Bir Zaman Elçisi’ öykü kitabını okudum. Sezgin’le arkadaşlığımız yurtdışına çıktığından bu yana sürmektedir. Yüreğini avucuna alarak Dersim dağlarından sürükleyerek getirdiği kanlı ayaklarıyla Avrupa’nın kentlerinde geziniyordu. Ergen yaşlarında yersiz yurtsuz olmuştu. Umutla umutsuzluk, neşeyle keder, bezginlikle tutunma çabası arasında Murat Sezgin’de ”sürgünlük” yalnız fiziksel değildir. Yurdundan, Dersim’den ayrı kalışa indirgenemez. ”Öz yurdunda” da sürgündür o; bir dünya huzursuzu dersek daha uygun düşer.
Yirmili yaşını yanına alarak zorunlu gurbet yollarına düşmüştü. Hani bir söz vardır. Çok gezen mi bilir, yoksa çok okuyan mı? Bana soracak olursanız, en iyisi okuyarak gezmektir. Sezgin kitaplarını çantasına doldurarak uzun yolculuklara çıktı. Paris, Hamburg, Amsterdam, Berlin gibi kentlerde gezinip durdu. Buralardan çıkınına çok şeyler doldurduğu kesindir.
Gurbetin üzerine yüklediği en krizli zamanlarında dizlerini kırıp ”Zemheriden Yürekler geçti” anı romanını yazdı. Romanı ilk çıktığında ben de ” Mezarsız Ölülerin Kefeni Gökyüzüdür” başlıklı değerlendirme yazısı yazmıştım. Roman geçtiğimiz aylarda üçüncü baskısını yaptı. Bu demek oluyor ki roman istenilen menziline ulaşmıştır. Sezgin anı romandan sonra edebiyat kulvarına daha sıkı sarıldı.
Sevgili Çiğdem’le birlikte yaşamaya başladıklarında kendi çapında bir iş kurarak mütevazi yaşamlarını sürdürmeye başladılar. Bu birlikten iki güzel evlatla yaşamlarını renklendirdiler. Geçenler de sevgili Murat Sezgin o güzel yavrularının Koservatuvarda çekilmiş fotoğraflarını göndermişti.
Roni kendisinden iki kat büyük Çello çalıyor. Kardeşi Miran yere uzanıp küçük kardeşini seyrediyordu. Evet zamanın eleği çok hızlı çalışıyordu. Henüz göremediğim küçük Roni iyi bir sanatçı olmanın yoluna çıkmıştı. Ayrıca Sezgin Miran’ın çizdiği bir resimi göndermişti. Parçalanmış bir insan suratıydı benim gördüğüm. Keşke kitabın kapağına küçük Miran’ın çizdiği bu resmi koysaydı.
Sezgin epey bir zaman önce gadre uğramış sanat edebiyat dergisi TOHUM’un tekrar çıkarılmasına öncülük etti… Galiba edebiyat dergilerinin kaderidir bir kaç sayı ancak yayınlana bildi. Şimdilerde Tohum’un yerini Sancı aldı. Umarım uzun ömürlü olur.

Tekrar konumuza dönersek sevgili Sezgin çok önemli bir tarihsel döneme tanıklık eden kendisininde içinde yer aldığı Yel Dağı Tufanı’ını kendi yüreğinin imbiğinden geçirip ”Zemheriden Yürekler Geçti” kitabını yayınladıktan sonra romanın ağır yükü onun ufkunu genişletmişti. Art arda Sevdalar Soğur En Sıcak Yerinden, Yıldızın Yaralı Göğsümde, Lanetlenmiş En güzel Masallar adlı üç şiir kitabı yayınladı. Şimdi buraya Sevgili Sezgin’in bir şiirini tadımlık olarak almazsak haksızlık etmiş oluruz.
Dip not
Kapat defterini, kalemi tüket, denizi de uyut
Bağışla balıkların erken harekete geçmesini
Kendini özlemeyi dip not olarak düş;
Memleketin yanık bağrına
Gitmeyi de koy, valizine
Her durakta hava alması için
Hareket eden her duygunu da paketle
Kırmızı kurdelalı olmasını ihmal etme
Açınca kerpiç evlerin duvarlarında,
İki kızarık göz
Orada sal işte kendini sayfaların sırrına
Sen kal
Durakların sonuncusu hâlâ çok uzak
Üstelik hâlâ otobüsler bekletiliyor,
Geleceksin, sınırları toplaya toplaya
Kapat defterini, kalemide tüket..
Murat Sezgin
Sevgili Sezgin şaşırtmadı. Bu kez ‘Kayıp Bir Zaman Elçisi’ öykü kitabıyla karşımıza çıktı.Yaklaşık 13 öykünün yer aldığı kitap tutunamayanların toplum içinde var olamamış daha çok göçmen insanların, işin özcesi ”küçük insanların” hikayelerini anlatıyor.
Yukarı da söylediğim gibi Sezgin’in kendisi de yersiz yurtsuz bir sürgündür. Doğal olarak gezindiği, yaşadığı yerleri, kendini biçimlendiren yerleri yazacaktı. Sarsıldığım bir kaç öyküden söz edecek olursak Sudanlı Azam’ın yaşadıkları savaşların, yıkımların, göç yollarına düşmüşlerin trajik sonlarını anlatıyor diyebiliriz. Kitaptan tadımlık bir pasaj alalım.
”Binbir kaygı, korku ama aynı zamanda tatlı bir heyecan ve umutla Sudan’dan ayrıldığımızda üç kardeştik. İki kardeşimi denizde kaybettim. Ben kurtarılmıştım. Sonra ağabeyim de bulundu. Ama en küçüğümüz bulunamadı. Ağabeyim hala Libya’da. Bir yıldan fazla bir süre ben de kaldım o cehennemde. Sahil boyunu günlerce gezip kardeşimi aradım. Balıkçılara, gördüğüm herkese onu sordum. Deniz bir daha geri vermedi kardeşimi. Ağabeyim ve… Annem, babam…”
Buraları sanki gerilere bakıp görerek okuyorsunuz. Gözlerinizin önüne alabora olmuş gemiler, tarih öncesi pejmürde tekneler, kıyılara vurmuş çocuk cesetleri geliyor. Göç yollarına düşmüş Avrupa kapılarının tel örgülerine, aşılmaz o duvarlarına takılıp kalan yüz binlerce insanın dramıdır görerek okuduklarınız.
Akıl sağlığı tarumar olarak kurtulan Azam’ın kaldığı pansiyonda kapı komşusu Bosna’lı başka bir savaş mağduru göçmendir. Yaşadığı travmanın bir sonucu olacak ki kısa bir süre sonra yoklar hanesine yazılıyor adı.
Öyküde karşılaştığımız karekterler hayatın içinden süzülüp gelen karekterlerdir. Sezgin’in öyküleri yanlızca bir anlatı değil, bir duygu alanı olduğunu da söyleyebiliriz. O bu bedbaht dünyanın çığlığına kucağını açarak kendini zenginleştiriyor.
Edgar Allan Poe “Gerçek, kurgudan tuhaftır” sözünü sık sık kullanır. Savaşların, katliamların sıradanlaştığı, istatiksel bir söyleme büründüğü günümüzde gerçeği kırıp döküp kurgulayarak fantastik şeyler anlatmanın fazla bir anlamı kalmıyor. Kendine yabancılaşmış, parçalanmış insanın dramını anlatmak için bazen çevrene bakman yeterli oluyor. Zaten Kafkaesk bir dünyanın içinde gezinip duruyoruz. Murat Sezgin’in öykülerinde Dostoyeviski’nin saralı, sarsak tiplerine bolca raslarsınız. Kahramanlar size tanıdık gelir.
Devam ediyoruz. ”Guénaelle” öyküsü kitaba ismini veren yitik bir zaman elçisi şiiriyle başlıyor. Yazar bu öyküsünde şiddetin egemen olduğu bir ailenin parçalanıp, sığınma evlerine, bu evlerin sokağa kustuğu iki genç insan Guénaelle ve Nicola’nın yaşadıkları dramdan yola çıkarak toplumsal çürümenin yollarının nasıl döşendiğini anlatmaya çabalıyor. İnsan bedeninde açılan yaraları kanıyla yamayabiliyordu.
Ruhunda açılan yaraları neyle yamayacaktı? Kahramanlarımız envayiçeşit kaygı ve korkuyla lanetayin bir hayatın içinde debelenir dururlar. Öykümüzden bir pasaj buraya almanın yeridir.
“Şu iki güzel çocuğun annesi olduğumu söyleyene kadar, yaşımın otuz yedi olduğuna kimseyi inandıramıyordum” diyordu bazen kahkaha atarak. Güzelliğini, genç görünümünü karşısındakilere söyletmekten büyük bir keyif alıyor, bunun verdiği kibirle yanıp tutuşuyordu. Kocasından gördüğü şiddetin, yüze inen yumrukların yüzünde bıraktığı izler de onun güzelliğini gölgelemeye yetmemişti.”
Yazarın ilgimi çeken bir diğer öyküsü ”Bisikletli Kadın”. Öykü koskoca bir kentte varoşlara hapsolmuş çıkışı olmayan insanları gece kulüplerinin duman kaplı, sisli havası, yanar döner ışıkları arasında, özellikle kadınların halden hale girişlerini batakhanelerdeki kaosun, gürültünün içinde uçurumlara yuvarlanmış Daisi, Petit, Amou ve çocuk Matise’nin çöküntü yaşamlarından yola çıkarak sistemin yıkımına, açmazlarına doğru bizleri uzun soluklu bir yolculuğa çıkarıyor. Sona doğru yaklaşırken iyisi mi öyküden bir pasaj buraya alalım.
”Evdeki biraları bitince, dışarıya çıkmak istedi. Matisse’e seslendi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra elbiselerini değiştirmek üzere yatak odasına gitti. Aynada kendisini görünce bir an korkuya kapıldı. O güzel Daisi yoktu artık. Kilo almış ve göbeği belirginleşmişti. Bu halini görünce panikledi. ‘Nasıl oldu da bu hale geldim?’ diye mırıldandı. Kalçaları genişlemiş, göğüsleri sarkmıştı. Dolaptan gelişigüzel bir pantolon çıkarıp giyinmek istedi, olmadı. Bir başkasını denedi, o da olmadı. Siyah bir eteği vardı, sonunda onu giymeye karar verdi. Epeydir aynalarda kendine bakmadığın hatırlayıp haline hayıflandı. Yüksek topuklu ayakkabılarını ayağına takıp tekrar aynanın karşısına geçti. Karşısında kalçaları, göğüsleri sarkmış sıradan bir kadın vardı.”
Murat Sezgin bu beşinci kitabıyla biraz daha ustalaşmış haliyle karşımıza çıkıyor. Biliyoruz ki iyi bir yazar, ayırt etmeden diğer yazarlardan beslenen yazardır. Sezgin sürgün zamanlarını hem gezerek hem de iyi okuyarak güzel değerlendirdi.
O daha çocukken Dersim’in Dengbej, Çîrokbêjlerini can kulağıyla dinledi. 38’de yaşanan büyük kırımı acılı ağıtlarla birlikte çocuk yüreğine nakşetti. Sevgili Murat Sezgin Mazgirt Lazvan’lıdır. Can yoldaşı Cafer Cangöz yakın köylüsüdür. Az öte yanlarında Şöbek’te has edebiyatçı o güzel insan Hüseyin Cevahir’in mezarı vardır. Yazar, şair Kemal Burkay Kızılkale köyündedendir.
Ezcümle Sezgin bereketli topraklardan geliyor. Bu dünyanın epey kalabalık yalnızlığında bu güzel edebiyat serüveninin yolu uzun olsun. Bizleri Sezgin’in Kayıp Zaman Elçisi kitabıyla buluşturan Sancı Yayınları’na da özel olarak teşekkürler.

