
Sınıf, Devlet ve İktidar Merkezli Yabancılaşma
Toplumsal evrimin bir aşamasında toprağı (doğayı) mülk edinmeye başlayan insan, sınıfsal katmanlaşmanın da yolunu açmış oldu. Kollektif emekle topraktan elde edilen zenginliğin adım adım küçük azınlıkların zimmetine geçmesi demek olan bu durum, sınıfsal temelli ezme ezilme ilişkilerinin ve bunun kaçınılmaz sonucu olan yabancılaşma olgusunun da miladını oluşturacaktı.
Oluşum aşamasındaki sınıfsal ayrıcalık ve eşitsizliklerin tarihsel evrim içinde kendi hukukunu, kurumlarını, ilişki ve iktidar biçimlerini yaratması eşyanın tabiatı gereği idi. Maddi hayatın sınıfsal eksenli üretimi ve yeniden üretimi içinde zamanla belirginleşen ve giderek açık iktidar (devlet) biçimini alan egemenlik ilişkilerinin doğuşu da aynı ölçüde anlaşılır, kaçınılmaz bir tarihsel olguydu.
Özel mülkiyet, sınıf ve devlet, bir başına çoklu yabancılaşmanın adıdır. Kendisi de doğaya ait bir tür olan insanın özüne ters bir gelişimin ifadesi olan mülkiyet, sınıfsal katmanlaşma ve devlet olgusu kurumlaştığı, ezeli ve ebedi sanıldığı oranda, toplumdaki yabancılaşmanın boyutları da genişler ve derinleşir. Tanrının yeryüzü tecellisi de demek olan kral/sultan devletin modern devlete evrilmesi, tanrı merkezli düşünüşün “insan merkezli” düşünüşe evrilişini birlikte getirdi. Buradaki “insan” kavramı köleleri, paryaları, teba ve modern kulları kapsamıyordu yine.
Sınıfsal hiyerarşinin garantörü, koruyucu muhafızı olarak modern devlet, bir sistem dahilinde ürettiği eşitsizlik temelli yabancılaşma türlerini yine bir kurumsal organizasyon dahilinde gizleyen, meşru gösteren bir yabancılaşma abidesidir. Ordudan maliyeye, açık ve gizli polisten eğitime uzanan bir hiyerarşik örgütler toplamı da demek olan devlet, kaçınılmaz olarak çok boyutlu bir yabancılaşma üretim merkezi işlevi görür. Kimi kamu işlerinin organizasyonunu üstlenmesi, bekası için dua edilen “baba” ünvanı kazanması da onun yabancılaştırıcı işlevini ve sınıfsal tahakküm kaynaklı asli misyonunu gizlemeye yetmez.
Tanrısal şefliği yeryüzü şefliğine entegre eden, cezalandıran ve ödüllendiren devletin bir başına yabancılaşma kaynağı halini alması belki anlaşılabilir, ama bu onun bir tarihsel kategori olarak gayrimeşruluğunu ortadan kaldırmaya yetmez. Kendi içinde anbean yabancılaşma üretmekle kalmayan devlet organizasyonu, alternatif olma iddiasındaki muhaliflerini de zamanla kendi karikatürüne dönüştürüp, yabancılaşmayı mikro bürokratik yozlaşmaya ve giderek çürümenin sarmalına çekebiliyor pekâlâ.
Örgüt, Öncülük, liderlik Kültü ve Yabancılaşma
Sol terminolojide örgüt kavramı, en genel tanımıyla belirli siyasal hedef ve amaçları gerçekleştirmek için oluşturulan gönüllü bir birliği ifade eder. Etrafında örgütlenmeye çalıştığı hiyerarşik model ne/nasıl olursa olsun, örgüt, bir programla belirlenmiş amaçlara ulaşmanın aracı olarak görülür ve hiçbir şekilde kutsanmaz, fetiş haline getirilmez. Aksi halde yabancılaşmanın çekim alanına doğru bir sürükleniş başlar.
Bu minvaldeki bir akibetten kaçınmanın birçok yöntemi ve önlemi vardır kuşkusuz. Bunlardan biri, örgütü oluşturan bireylerin kollektif olarak benimsedikleri, uğruna mücadele ettikleri değer yargıları ve bireyler arası ilişkileri düzenleyen hukuki, kültürel ve etik normların toplamı demek olan örgüt kültürünün doğru anlaşılması ve uygulanmasıdır.
Ama sıklıkla olageldiği gibi sorun(lar) gelip uygulama alanında düğümlenir. Zira kuramsal norm ve açıklamalar pırlanta değerinde doğruları ifade etseler bile, pratiğin/hayatın karmaşık gerçeği bambaşka bir seyir izleyebiliyor. İşte burada karşılaştığımız sorun, önderlik ve liderlik sorunsalıdır. Komünist dünya görüşü mülkiyet dünyasının ruhani ya da dünyevi liderlik/şeflik kültürüne ve bunun ürettiği yabancılaşmaya temelden itiraz ederken sağlam kanıtlara ve bilimsel açıklamalara dayanır.
Peki bu yeterli mi?
Kendilerini yığınların öncüsü gören, milyonları örgütleyip harekete geçirme iddiasındaki örgütlerin önderlik/liderlik anlayışı yabancılaşmanın reel tehdidine, tuzaklarına karşı ne kadar dayanıklıdır? Hele de yukarıda tanrıların, aşağıda peygamberlerin, devletlerin ve partilerin başında Sultanların, kadîr-i mutlak başkanların hüküm sürdüğü Ortadoğu gibi bir kültür coğrafyasında.
Toplum ile ilişkilerde, fetiş haline getirilen örgütle kült konusu yapılan liderin yarattığı çoklu yabancılaşma haline bir de kapitalizmin son otuz yılda daha çok pohpohladığı bireyin kendini kaptırdığı liderlik hevesi ve yanılsaması eklendiğinde, iş daha da girift boyutlar almaktadır. Postmodernizm ile gelen anlam ve içerik erozyonunun burada da önemli bir işlev gördüğü açıktır.
Birey ve toplulukların imgelerinde oluşan/oluşturulan örgüt karşısındaki geleneksel küçülüş, yeni şartlarda pek âlâ tersine de dönüşebiliyor. Bir zaman öncesinin kutsanan örgüt ve lideri bir zaman sonra hiçler hanesine yazılabiliyor. Örgütü ebedi öncü, önderliği de ömür boyu garantili bir statü olarak kavrayan arkaik bakışın ürettiği yabancılaşmayla, aslında her bireyin bir merkez, örgüt ve önder olduğu vaazıyla bireyi/bireyselliği fişekleyen postmodern yeni yaklaşımın yarattığı yabancılaşma bütün paradoksal görünüşüne karşın aynı mecrada buluşuyor.
Örgüt aracına kutsal emanet gözüyle bakan, onu mülk ya da ikbal kapısı gibi gören, liderliği de onun garantör merci gibi algılayan kavrayış ile Startupçu bir ruh ve aldanmayla şahsi şirket kurar gibi internetten “örgüt” kuran yeni bakış, sonuçta siyasal ve sosyal devrimleri yaratacak olan sınıfsal katmanlarla buluşamaz. Ve bütün büyük iddia ve köksüz belagatine karşın giderek yabancılaşır, kastlaşır. İktidar kavramı, yabancılaşma olgusunun ve işleyiş mekanizmalarının anlaşılmasında merkezi bir yer tutar.
Örgüt içi yaşamda kişi(lik)ler arası yaygın ihtilafları “karşıtların mücadelesi” zannetmek gibi sığ bir yaklaşıma sık rastlanır. Yanlışın iç çatışmalarını doğru ile yanlış arasındaki mücadele sanmak ya da iki eğriden bir doğru elde etmeye çalışmak, safdil bir yanılsama değilse eğer, manipülatif bir mantık yürütme veya yabancılaştırıcı bir iktidar ihtirasıdır. Komün diyenlerin başvurmaması gereken bir yoldur bu.
***
Öncülük, örgüt sorumluluğu, yöneticilik, önderlik ve liderlik gibi kavramların özdeş anlamda kullanıldığına sıkça rastlanır radikal sol saflarda. Oysa bu kavramlar, birebir örtüşmemesi bir yana, teknik, etik, politik, stratejik ve kültürel planda önemli farklılıklar ihtiva eder.
Sorumluluk ve yöneticilik, daha çok, işleyen bir mekanizmanın devamlılığını, istikrarını koruma fonksiyonunu üstlenen idari bir statü olarak çıkar karşımıza.
Politik strateji ve taktik alandaki önderlik, sağlam bir duruş, maharet, öngörü, perspektif, esneklik ve dinamizm gerektiren bir kabiliyeti ifade eder.
Liderlik ise, düşünce ve strateji oluşturmaktan sosyopolitik hedeflerin ana doğrultularını belirlemeye, öngörülen toplum tasavvuruna uygun etik normları düzenlemekten, mülkiyet dünyasının epistemolojisinden ve yaşam tarzından radikal biçimde uzaklaşmaya dek varan çok daha bütünlüklü bir kapasite ve vizyonu gerektirir. Peki yöneten-yönetilen ilişkisinin doğasında taşıdığı bürokratik yabancılaşma riskine rağmen, bu çok ulvi gibi görünen önderlik düzeyi yakalanamaz mı?
İçinde yaşadığımız vahşi rekabet atmosferinin, yönetme sevdasının ve iktidar tutkusuyla birbirini tepeleme hoyratlığının kuşatması altında komün demokrasisini, yalınlığını, şeffaflığını ve bilgeliğini içselleştirmiş bir kollektif önderlik arzusu çok mu ütopik?
Yabancılaşmanın özü demek olan, “insanın insan olmaktan uzaklaşması ve yaşamının, kendi yarattığının öznesi olmaktan çıkıp, yaşamının ve yarattığının nesnesi haline gelmesi” durumuyla ve bu durumun örgütsel yaşamdaki varyantlarıyla baş edebilmek çok mu imkânsız? O halde tam da imkânsızı istemek ve yaratmak gerekmiyor mu?
Komün ideasına gönlünü, bilincini ve ruhunu veren yöneticilerin, hele de önderlik iddiası taşıyan kadroların, ayrıcalıklara, elitliğe ve sisteme entegrasyonu kolaylaştıran yaşam tarzlarına tenezzül etmemeleri gerekir. Eskiye ait felsefi ve pratik varoluşun reddedilmesi, “sade yaşayan, sıkı çalışan”, ‘derin ve geniş düşünen’ kadroların çoğalması, pek çok marazın da azalması demektir. Dahası, bu reddediş yabancılaşmanın çürütücü etkilerine dirençli yeni bir kadro neslinin yetişmesinin yolunu da açar.
Devam edecek…









