
Görelilik yasası, aynı zamanda, zamanla mekân arasındaki göreli ilişkinin birbirine dönüşebileceğini, yani, zamanın mekâna, mekânın da zamana dönüşebileceğini ifade eder. Bu, burada ifade etmeyi gerekli bulmadığım bazı özel durumlarda, yine, doğa ve toplum tarihi tarafından yaratılmış olan belirli öncüllerle ilişkisi içinde, görelilik yasasının, pekâlâ, sınıf savaşımının bir silahı olarak kullanılabileceği anlamına gelir ki bu doğanın ontolojisinin sınıf savaşımına uyarlanmasından başka bir şey değildir.
Bu, anlaşılır bir şekilde ifade etmek gerekirse şu demektir ki bir devrim şehidi fiziken öldürülse bile, onun şahsında gerçekleşen hareket nesnel fizik yasalarına tabi bir hareket olarak durdurulamaz ve zaman-mekân karşıtlığı düşman cephesinde eş değer bir kayıpla sonuçlanacaktır. Bu bir fizik yasasıdır, kesindir ve engellenemez. Halk dilinde bu gerçekliğe lanet deniyor. Halk dilinde lanet denilen şeyin bilimsel ifadesi görelilik yasasının ifade ettiği zaman-mekân karşıtlığından başka bir şey değildir. Bu, her ne kadar Kant bu kavramlara o anlamı yüklemese de apriori, yani, deneyimden önce gelen ile aposteriori, yani, deneyimden sonra gelenin, başka bir ifadeyle nedenle sonucun, zamanla mekânın yer değiştirmesinden başka bir şey olmayan bir fizik yasasıdır. Çünkü, görelilik yasasının da ifade ettiği gibi zaman ve mekân birbirinin göreli karşıtıdır
Herhangi bir nesne ışık hızının karesine ulaşmadan zamanla mekânın birliğini gerçekleştiremez. Işık hızının karesi, zamanla mekân arasındaki karşıtlığın ortadan kalktığı hızdır. Fakat, bilinen hiçbir şey, hiçbir zaman bu hıza ulaşamaz ve fizik yasaları sınırları içinde zamanla mekânın çelişkisiz birliği hiçbir zaman gerçekleşmez. Şimdiki zamanda gerçekleşen herhangi bir olayın kendisi değil ama zaman / mekân diyalektiği gelecek zamanda tam karşıtına döner. Halk dilinde lanet denen şeyin bilimsel temeli zamanla mekân arasında birbirine içkin bu göreli ilişkidedir. Bu bilimsel gerçeklik, eğer bilinçli bir şekilde kullanılırsa, sınıf mücadelesinin bir silahıdır aynı zamanda…
Görelilik yasasını, ölçeği göz organı olan sentetik deneylere indirgemenin, söz konusu yasanın diyalektiğine aykırı olduğunu, gözün, ancak, ışık hızındaki fiziksel gerçekliği algılayabileceğini, görelilik yasasının ise ışık hızının karesi kadar bir hızda gerçekleştiğini söylemekle yetinelim ve tek yarık deneyindeki paradoksun da, göz algısının görelilik yasasının fiziksel gerçekliğini algılamaktaki yetersizlikten kaynaklandığını, bu deneydeki algı yanılsamasının ışık hızı için , uzay / zaman diyalektiğinin birbirine içkin göreli karşıtlığı bağlamında gerçekliğin nesnel algısını, gözün ışık hızına endeksli olanaklarına göre bölen bir yanılsamayla yansıttığını, fakat, ışık hızının üstündeki hızlar için gerçekliği yansıtmadığını da ekleyelim.
Işığın ya da atom altı parçacıkların dalga hareketi yapıyormuş gibi algılanmasının nedeni de herhangi bir kütlenin, bu kütle bir elektron kütlesi bile olsa uzay / zaman göreli karşıtlığını kendine doğru eğmesinden başka bir şey değildir. Bir delikten geçirilen elektronun karşı tarafta gözlemlenirken iki ayrı noktada gözlemlenmesi, tamamen, zaman ile mekân arasındaki göreliliğin karşıtlığından kaynaklanan bir durum olup göz algısının ışık hızının karesindeki fiziksel gerçeklik karşısındaki yetersizliğinin ve zaman ile mekânın birbirini bölmesinin ışık hızındaki algısı olduğunu ifade edelim. Dolayısıyla, tek bir delikten geçirilen elektronun gözlem anında iki farklı noktaya düşüyor gibi görünmesi, bu iki noktadan birinin zamanı diğerinin ise mekânı temsil eden zamanla mekân arasındaki birbirine içkin göreli bölünmenin ışık hızındaki algısından başka bir şey değildir.
Bu, enerji ile madde arasındaki evrenin temel çelişkisinin zaman dolayımıyla çözümünün, yani, hareketin bir biçiminin başka bir biçime dönüşümünün, felsefi söylemle olumlama ve yadsımanın göz algısına karşılık gelen bir yansımasıdır. Başka bir söylemle, bu, Mao’nun herhangi bir çelişkiyi tanımlamak için kullandığı “bir ikiye bölünür, iki bir olmaz.’’ İfadesinin bir türevinden başka bir şey değildir. Burada, foton, gerçekten de hem parçacık özelliği göstermekte ve hem de dalga hareketi yapmaktadır. Fakat, fotonun bu dalga hareketinin nedeni zamanla mekân arasındaki bu birbirine içkin göreli karşıtlıktır. Burada, görelilik yasasının enerji ile madde arasındaki karşıtlığın, ışık hızına endeksli bir zaman boyutunda gerçekleşiyor olması, zamanı, varoluşun bu temel karşıtlığında dördüncü boyut haline getirmektedir. Dolaysıyla, enerjinin maddeye ve maddenin enerjiye dönüşümünün zaman dolayımıyla gerçekleşiyor olması, bu iki değişkenin yerine zaman değişkenin ikamesi bize görelilik yasasının denkleminin bir türevini verir. Dolayısıyla, türevi bilinen bir fonksiyonun, türevinin tersi olan integrali, yani, felsefi anlamıyla olumsuzlanması da bilinebilir.
Peki, göz, ışık hızının karesindeki hızları algılabilseydi bu deneyde ne görecektik? Böyle bir soru, ancak bir fantezi olarak sorulabilir. Çünkü, ışık hızının karesi kadar bir hızda, bütün evren tek ve aynı şey, yani, big bang öncesindeki o yoğunlaşmış nokta gibi tek ve aynı şey haline geleceği için insana özgü herhangi bir algının hiçbir formu mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla, gözün, bu deneydeki algısı fiziksel dünyada gerçekleşen olayların insan duyu organlarıyla algılanabilir yegane formudur. Çünkü, ışık hızının karesindeki hızlarda algının her formu nesnel zeminini, yani, fiziksel dünyanın zamanla mekân arasındaki birbirine içkin ışık hızına endeksli göreliliğinin yarattığı nesnel algı formlarının içinde gerçekleştiği evren formunun, olanak tanıdığı algı formlarını mümkün kılan fizik yasalarının nesnel zeminini yitirir. Başka bir ifade ile ışık hızının karesinde zaman ve mekân arasındaki göreli içkin karşıtlık formundaki çelişki çözüleceği ve zaman ve mekân bir ve aynı şey haline geleceği için, apriori ve aposteriori de bir ve aynı şey haline geleceğinden fizik dünyanın algısının mümkün bütün formları da ortadan kalkar.
Başka bir söylemle, herhangi bir algı formunu mümkün kılan nesnel yasa, zamanla mekân arasındaki bu birbirine içkin olan göreli karşıtlığın kendisinden başka bir şey değildir. Işık hızının karesine eşit bir hızda zaman ve mekân arasındaki birbirine içkin karşıtlık ortadan kalkacağı ve evreni var eden iki temel parametre arasındaki çelişki çözüleceği için evrenin hareketi ile birlikte bütün algı formları da ortadan kalkar. Bu, fizik dünyadaki hareketin nedenin kendisinin de yani, fizik dünyanın hareketinin nedeni olan çelişkisinin de ortadan kalkması demektir. Demek ki fizik dünyada hareketin çelişkisi ancak zamanla mekân arasındaki birbirine içkin karşıtlığın yarattığı bir yanılsamalı algı formunda algılanabilir. Âmâ bu yanılsamalı algı, varoluşun ontolojisinin nesnel bir zorunluluğu ve yasasıdır. Çünkü, fizik dünyadaki hareketin herhangi formdaki algısı ancak zamanla mekân arasındaki birbirini bölen ve birbirine içkin olan göreli karşıtlık koşullarında mümkün olabilir; bu bir yanılsamadır ama bu yanılsamadan başka da herhangi bir algı formu olamayacağı gibi, insan duyu organları, eğer, nesnel gerçekliğin olduğu gibi algılanmasına olanak tanıyacak nitelikte duyu organları olsaydı, nesnel gerçekliğin algısı insan için taşınamaz bir yük haline gelirdi. Bu yanılsamalı insan algısı formu pratik deneyimle aşılamaz; ancak teorik olarak bilince çıkarılabilir. Pratiğin yapabileceği şey ise zamanla mekân arasındaki bu birbirine içkin göreli karşıtlığı bir fizik yasası olarak kullanmaktır ki bu fizik yasası bütün yönleri ile kavrandığında sınıf mücadelesinin bir silahı haline de getirilebilir.
Bu nedenle, bütün doğa yasaları gibi evrim yasaları da kendi işini en doğru ve en optimal biçimde gerçekleştirir. Dolayısıyla, insan duyu organlarının mevcut formu onun doğaya tutunabilmesinin en optimal biçimidir. İnsan gözünün mor ötesi ışınları da algıladığı bir göz biyofiziğinin, insan için yaşamı bir cehennem azabına çevirmekten başka bir sonucu olamazdı. İnsan doğadaki özgürlüğünü, doğa yasalarını, onların bilgisine sahip oldukça kendi denetimi altına alarak gerçekleştirir. Sınıflı toplum tarihindeki özgürlüğünü ise toplumsal sınıfları yaratan ekonomi politik yasaları kendi denetimi altına alabildiği koşullarda gerçekleştirebilir.
Yukarıda, zamanın-B teorisinde ifade edilen ve geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek zaman arasındaki ilişkiyi bir illüzyona indirgeyen yaklaşımın bütün yanılgısı, görelilik yasasını, zamanla mekân arasındaki karşıtlıktan izole bir biçimde sentetik bir deneye indirgemesinden kaynaklanmaktadır. Oysa, görelilik yasasının açılımı, zamanın mekânı ve mekânın da zamanı birbirine içkin olarak bölmesidir. Mekân yoksa zaman da yoktur ve tersine zaman yoksa mekân da yoktur. Bir varlığın kütlesel olarak işgal ettiği alan ile elektriksel alanı aynı şey değildir ve bir varlığın elektriksel alanı kütlesel olarak işgal ettiği alandan farklı olabilir ve farklıdır. Bu demektir ki varlık, elektriksel alan olarak birden fazla mekânı işgal edebilir. Buna bir de kuantum parçacık fiziğinin bulgularını dahil edersek herhangi bir varlık evrende bütün diğer varlıklarla kuantum parçacıklarına ait fizik yasaları ile ilişkilidir diyebiliriz. Bu, şu anlama gelir, evrendeki herhangi bir varlık, kütlesel olarak işgal ettiği fizik alandan farklı olarak parçacık fiziğinde ve elektriksel alan olarak evrendeki diğer varlıklarla zamanla mekân arasındaki görelilik diyalektiği bağlamında aynı alanı paylaşmaktadır.
Şimdi, yukarıda, zamanın ve mekânın bir görelilik ilişkisi içinde birbirini böldüğü gerçekliğini dikkate almaksızın görelilik yasasını sentetik bir deneye indirgeyen yukarıdaki örneğe geri dönersek, ayın dünyadan kalkışı sırasında uzayda farklı bir konumdan ayın dünyaya inişini gözlemleyen ve bunun tam tersini farklı bir konumdan gözlemleyen iki gözlemciden her birinin algısı hem gerçekliği yansıtır ve hem de yansıtmaz. Çünkü, bu algılardan her biri ışığa duyarlı bir organ olan göz organıyla algılanan fiziksel gerçekliği ifade eder. Oysa ne elektriksel alan ne kuantum parçacık fiziğinin hareket yasaları ve ne de zamanın mekânla birbirine içkin göreliliği göz algısına indirgenemeyeceği gibi, göz ile de algılanamaz. Göz algısının zamanla mekân arasındaki göreliliği algılamaktaki bu yetersizliği, aslında pratik bir fizik yasası olan bu sorunu teorik bir sorun haline getirir ve bu durumun hem gerçek ve hem de gerçek olmayan bu algı yanılsamasının görelilik yasasının diyalektik bir yorumuyla izahını gerektirir.
Burada, göz algısı, görelilik yasasından bağımsız olarak ele alındığında gerçekliği, kendi konumundan doğru bir şekilde yansıtmaktadır. Fakat, görelilik yasası ile değerlendirildiğinde ise bu örnekteki göz algısı, gerçekliğin kendisini doğru bir şekilde yansıtmakta yetersiz kalır. Bu şuna benzer: Diyelim ki dünyadan bir milyon ışık yılı uzaktaki bir yıldızı teleskopla gözlemliyor olalım. Bu yıldız, binlerce sene önce ölmüş ve sönmüş olsa da onun ışığı bize gelmeye devam edecektir. Gözün gördüğü, o yıldızın binlerce yıl önce yaydığı ışıktır. Oysa, gerçeklikte, uzayda o konumda öyle bir yıldız biz onun ışığını gözlemliyor olsak da yoktur. Bu örnek, göz algısının, görelilik yasasının diyalektiğini algılama yeterliliğinden teorik bir bilgiden yoksunluk durumunda mahrum olduğunu ifade eder. Zaten, bilimi bilim yapan da algıyla gerçeklik arasındaki bu farklılıktır. Eğer, her şey ilk bakışta algılandığı gibi olsaydı, zaten, bilime gerek kalmazdı.
Doğanın diyalektiği ile sınıflı toplumun diyalektiği ereksel bir karşıtlık halindedir. Öyle ki kurşun icat olunmadan önce deliği icat olmuştur. Doğa anüs olarak tamamen doğal bir nedensellikle icat etmiştir ama anüsün bir kurşun deliği gibi işlev görmesi cinselliği bir savaş taktiği ve silahı haline getiren sınıflı toplumun çelişkilerinin bir ürünüdür.
Sınıf mücadelesinde, politik özne, aslında gayri iradi olarak doğanın diyalektiği ile sınıflı toplumun diyalektiği arasındaki çelişkiyi çözmeye yönelir; bu, tamamen eşyanın doğasının bir zorunluluğu olarak kendiliğinden gerçekleşir. Fakat, aslolan, bir komünist partisinin kendi pratiğinin fizik yasaları bağlamında ne ifade ettiğini bilince çıkarması ve mücadeleye inancını bilimsel bir zemine oturtmasıdır. Bu, sınıf mücadelesinin kararlı bir biçimde son ereği olan komünist toplumun gerçekleşmesine kadar sürdürebilirliğinin de esasıdır. İnançlarımızı bilimle ilişkilendirmekte yetersiz kalırsak mücadele karalığımızda ısrar etmekte ve mücadeleyi son ereğine taşımakta da yetersiz kalabilir; kalırız da. Oportünist-revizyonist eğilimlerle komünizm arasındaki fark da buradadır. Biz, komünizm davasının kendi kendini tasfiye etmediği sürece, er ya da geç hedefine ulaşacağından eminiz. Fakat, oportünizm, komünizm davası için dua etmeyi her zaman feda ruhunun önüne koymasıyla karakterizedir. Oportünizm, sorumluluk olmadan yetki ve bedelsiz zafer ister ama o artık yoktur!
Marks’ın Alman İdeolojisi’nde şu ifadesi önemlidir: “Bize göre komünizm ne yaratılması gereken bir durum ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir idealdir. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden doğarlar.” Bu şu anlama gelir ki Marks, henüz görelilik yasasını bilmese de derin bir öngörüyle, komünist hareketin bütün şansının ve bir devrim olanağının bütün olasılıklarının, komünist hareketin şimdiki zamana müdahalesinde olduğunu söylemektedir. Şimdiki zamandaki komünist mücadele, bir devrim olasılığının geleceğini de kaçınılmaz olarak bir fizik yasası kesinliğiyle belirleyecektir.
Örneğin, halk savaşı, bir devrim makinesinin inşası ve aynı zamanda, devrimle karşı devrim arasındaki çelişkinin elektrifikasyonu, yani, doğada ve toplumda anarşik olan zamanla mekân arasındaki göreli karşıtlığın, yeniden biçimlendirilerek belirli bir amaca yönelik olarak, bir devrim olasılığını gerçekleştirmek için kullanılmasından başka bir şey değildir. Çünkü, zamanla mekân arasındaki birbirine içkin göreli karşıtlık, öncülleri, tıpkı proletarya sınıfı ve emek gücünün özel mülk edinilmesindeki emek-zamanı formu gibi zorunlu bir biçimde ve kendiliğinden tarihten gelen özel bir elektrifikasyonla, devrimle karşı devrim ve politik özne ile sınıflı toplumun devleti arasındaki karşıtlığa dönüştürülebilir. Fakat, bu söylediğim şeyin olanaklılığının nasıl mümkün olabileceği konusuna, bilginin de sınıf mücadelesi için bir silah olmasından gelen sakıncasından dolayı burada ayrıntıları ile değinmeyeceğim.
Politik özne olarak komünist partisinin asli görevi sınıf mücadelesinin amaca uygun biçimlerini coğrafyanın gerçekleri bağlamında yaşama geçirerek, sınıflı toplumun ekonomi politiğinin yasaları ile doğanın diyalektiği arasındaki ereksel karşıtlığı ortadan kaldırmak, fakat, bunu gerçekleştirirken de doğa yasalarını insan toplumunun denetimine tabi kılmaktır. Gorki’nin ifade ettiği gibi “doğa, insan aracılığıyla kendi bilincine varmaya çalışır. Her şeyin özü budur.’’ Gorki’nin, doğanın diyalektiği ile insan toplumunun erekleri arasında kurduğu bu ilişki sınıf mücadelesinin ereklerinin gerçekleşme diyalektiğinin de ta kendisidir…









