Connect with us

Makale

Zafer Yılmaz Yazdı: Irkçı Milliyetçilik, Tarikatçılık, Paramiliter “Sivil” Örgütlenmeler ve Uğursuz Rolleri-1

Mülkiyet dünyasından ve sınıfsal zeminlerden beslenerek kendine bir varoluş kurmuş olan milliyetçilik, ırkçılık, dinsel fanatizm, cinsiyetçilik, türcülük, üstüncülük gibi siyasal- ideolojik-kültürel öğeler parçalayıcı, bölücü niteliğiyle muktedirlerin elinde ezilenleri içeriden vurmanın en etkili silahlarından biri olmuştur hep.

Kültür, inanç, cins, etnik köken ya da ten rengi farklılıklarından hareketle insanlar arasında yırtıcı düşmanlıklar, nefretler, parçalanmalar üretmek de, bu doğal farklılıkları eşitlik ve saygı temelinde ele alıp dostluğun, kardeşleşmenin, dayanışmanın değerleri haline getirmek de mümkündür.

İnsan ve toplum gerçekliğine nereden baktığınıza, nasıl bir kültürle donandığınıza, deneyimlerden ne tür dersler çıkardığınıza ve sonuçta nerede durmayı tercih ettiğinize bağlıdır tümüyle bu.

Ayrımcılığın, kutuplaşmanın sınıflı toplumlar boyunca büyüyen, eskiye dayalı ve oldukça sorunlu bir tarihi olduğunu biliyoruz. Milliyetçilik eksenli ırkçılık ise daha çok 19. Yüzyıl ve sonrasındaki uluslaşma süreciyle birlikte varlık göstermiş ve körleştirici ayrımcılıklara dahil olmuştur.

Mülkiyet dünyasından ve sınıfsal zeminlerden beslenerek kendine bir varoluş kurmuş olan milliyetçilik, ırkçılık, dinsel fanatizm, cinsiyetçilik, türcülük, üstüncülük gibi siyasal- ideolojik-kültürel öğeler parçalayıcı, bölücü niteliğiyle muktedirlerin elinde ezilenleri içeriden vurmanın en etkili silahlarından biri olmuştur hep.

Hatırlayalım, 21. Yüzyılda eski kötülüklerin aşılacağından, küresel bir hayat sürdüreceğimizden söz ederdi egemen akıllar sık sık. Ama bir kez daha gördük ki bu melanetleri başımızdan defedebilmiş değiliz henüz. Dahası, sınıflar arası uçurum başta olmak üzere, her türlü ayrımcılık, ırkçılık, dinsel koşullanmışlık gün gün yeniden üretildi, epeyce ivme kazandı.

Egemen sınıfların doğrudan istismarı, kışkırması ve teşvikiyle ırkçı, milliyetçi, dinci yapılanmaların ürettiği sosyal ve siyasal gerilimler savaşlar, kıyım ve adaletsizlikler insanlığın başına belaya olmaya, yeryüzü ve insan gerçeğini örseleyip kirletmeye devam ediyor.

Çünkü efendilerimiz bu kötülükleri kurulu düzenleri açısından hala vazgeçilmez bir güvence sayıyor ve bu nedenle de döne döne büyütüp üstümüze boca ediyor.

Sonuçları itibariyle onların elinde kanlı bir oyuncağa dönüşerek nefret duygusunu besleyip büyüten, komşuyu komşuya kestiren, toplumsal dokuyu, dayanışmayı, yardımlaşmayı zehirleyip tahrip eden temel olgu olarak, dinsel-kültürel koşullanmışlık ve ırkçı milliyetçilikte tarifini bulan “Ari ırka” dayalı üstünlük ile “tek millet, tek inanç” fetişizmi zorunlu olarak asimilasyonlara ve otoriter bir devlete ihtiyaç duyar. Bu amaç ve araç ilişkisi, farklı bileşenlerden oluşan toplumu kaçınılmaz olarak derinliklerine doğru kutuplaştırmak bölmek ve parçalamakla kalmaz, kendi yıkılışına gidene kadar dönede döne birbirini besleyen zorunluluğa dönüşür.

Egemen sınıfların yıllardır uyguladığı bu türden ırkçı-tekçi yaklaşımların Türkiye-Kuzey Kürdistan halkları bakımından nelere mal olduğu, nasıl bir acı, nefret ve suç yığını ürettiği ortadadır. Toplumun dil-kültür zenginliğine, maddi ve manevi birikimine verdiği bilinen zararları saymazsak, İnişli çıkışlı bir tarihsel seyre ve etki gücüne sahip bu politik iktidar donanımları, ardında miras olarak hep kanlı ayak izleri, yığınla yıkım, kötücül önyargılar ve düpedüz körleşme ve nefret bırakmaktadır.

Türkiye-Kuzey Kürdistan’da “Sivil” Irkçı-Faşist Hareketin Geçmişi

Osmanlının son dönemlerinden başlamak üzere, uluslaşma fikrinin görünür hale geldiği bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca ırkçılık ve onunla sıkı ilişkiler içinde olan siyasal İslamcılık hep özel bir misyonla işlevli kılınmıştır. Dahası, tek dilli, tek dinli “homojen millet” ve “tek din” yaratma sevdasının elle tutulur, gözle görülür nesnel örgütsel varlığı haline getirilmiştir bu akımlar.

İttihatçılar’ın önemli yapılanmalarından biri olan Teşkilatı Mahsusa’nın ve “sivil komitacıları”nın faaliyetlerine bakıldığında, bu akımların bilinçli olarak yaratılmış olan “gri alanlar”a nasıl yerleştiridiğinin, nasıl kullanıldığının ve bunlar üzerinden ne tür işlerin kotarıldığının pek çok örneğine rastlamak mümkündür.

Özellikle 1912’de başlayan Balkan Savaşları, 1915 Ermeni tehciri ve soykırımı, Süryani, Pontus kıyımları, mübadele ve benzeri olaylarda bu türden “sivil” görünümlü suç organizasyonlarına hep özel roller, kanlı işlevler yüklenmiştir. 1914’lerde Karadeniz’deki hapishanelerde tutulan idam mahkumu katillerden “sivil” çeteler kurup savunmasız azınlıkların, yoksulların, farklı inanç gruplarının ya da muhalif kesimlerin üzerine acımasızca sürülmüş olması bu bakımdan hiç şaşırtıcı değildir.

Ayrıca belirtmek gerekir ki, din-mezhep ve milliyetçilik gibi koşullanmaya çok uygun siyasal, ideolojik, kültürel ögelerin yanı sıra egemen güçlerin zaman zaman doğrudan grupsal-bireysel yağma ve talana, hatta sosyal statü edinmeye olanak sağlayan kapıları açık bırakması bu türden “sivil” yapılanmalara “insan kaynağı” bulmada büyük kolaylıklar sunmuştur.

Cumhuriyet döneminde de durumun değiştiği söylenemez. MAH gibi resmi kuruluşların yanısıra, bu tür “özel organizasyon”lar yine hep el altında tutulmuş, önlerinde “özgün” faaliyet alanları açılmıştır.

Bu nedenledir ki, katliam, provokasyon ve terör organizasyonları olarak onlar devletin “çelik çekirdeği”ne bağlı aparatçıklar olarak kendilerine her zaman yaşam alanları bulmuş, misyonlarına uygun rollerini rahatça oynamışlardır.

Öyle ki, 1952 yılında gerçekleşen NATO üyeliğinin ardından devreye giren “Kontr-gerilla” ya da “Gladyo” türü özel yapılanmaların oluşturulmuş olması bile bu dinci-ırkçı “sivil” aparatçıkları ihtiyaç olmaktan çıkarmaya yetmemiştir.

Türkiye’nin siyasal tarihinde kara bir leke olarak yer alan 6-7 Eylül 1955 pogromunda; Kanlı Pazar, Maraş, Çorum, Sivas vb. kitlesel katliam ve tertiplerde hep bu “sivil” görünümlü aparatçıklar kullanılmıştır.

Bu yöntemler, yoksulları, ezilenlenleri, emekçileri bölmenin, zihinleri zehirleyip insanları birbirine karşı düşmanlaştırmanın ve yukarıda kısaca işaret ettiğimiz türden maddi saiklerle belli bir toplum kesimini egemenlerin suçlarına doğrudan ortak etmenin en bilindik, en kestirme yolo olarak benimsendi hep.

Türkiye’de böylesi “sivil” siyasal oluşum ve örgütlenmelerin en görünebilir tarihini 1908’de kurulan “Türk Derneği”ne kadar götürmek, 1912’lerde faaliyete geçen “Türk Yurdu” ve “Türk Ocağı”nı da bu soyağacına dahil etmek pekala mümkündür.

Tarihsel devamlılık bakımından ilginç bir örnektir “Türk Ocağı” adlı yapılanma. İlkin İstanbul’da faaliyete geçmiş ve bir süre sonra kapanmıştır. Ama cumhuriyet kurulduktan sonra, 1924 yılında Ankara merkezli olarak yeniden diriltilmiş ve tekçiliğin, ırkçılığın, siyasallaşmış dinciliğin daha geniş kesimlere sirayet etmesi için 157 ayrı yerde şube açmasına olanak yaratılmıştır.

Devletin doğrudan desteği olmaksızın böylesine yaygın bir örgütlenmenin kısa sürede gerçekleştirilemeyeceği çok bellidir. Sonraki gelişmeler de bu resmi desteği doğrulamıştır zaten.

Anadolu topraklarının Paramazlar’dan sonraki ilk komünistleri olan ve yurda dönüşleri “törenle” karşılanan Mustafa Suphi’ler işte bu “sivil” yapılar eliyle ve yine resmi otoritelerin teşviki ve onayıyla göstere göstere katledilmişlerdir.

1929 yılına gelindiğinde, adını yıllarca duyacağımız uğursuz bir “gençlik ve öğrenci örgütü” daha dahil olmuştur bu yapılanmalara: “Milli Türk Talebe Birliği!”

Irkçı- milliyetçi ve dinci akımlar sadece örgütsel bir yaygınlık kazanmakla kalmamış, varoluşlarına zemin yaratan fikriyatı daha geniş kitleler arasında yaymak ve etkili kılmak için bolca yayın organı da çıkarmışlardır bu dönemde. 1933 yılının Temmuz ayında yayınlanan bozkurt armalı “Birlik” adlı dergi bu amaçla boy vermiştir örneğin. Aynı yıl içerisinde üniversite öğrencilerinin kullandıkları şapkalarda “bozkurt” armasının yer alması kararı ise ayrıca manidardır elbette.

Bu gelişmelerin hemen ardından, “Türk milli Şuuru” ile “tek millet, tek din” yaratma sevdası ve elbette giderek artan anti komünist histeriyle “Türk Yurdu”, “Tevhidi-Efkar”, “Küçük Mecmua”, “Anadolu Mecmuası”, “Milli Mecmua”, “Atsız Mecmua”, “Birlik”, “Orhun” gibi pek çok yayının çıkarılmasını da aynı amacın gereği sayabiliriz.

Dikkat edilirse, bu dönem aynı zamanda Müslüman olmayan azınlıklara karşı girişilen “iç” kıyım ve katliamların, tehcir ve mübadelelerin neredeyse tamamlandığı, Müslüman Kürtlere karşı ise yeni kıyım ve asimilasyonların dayatılıp büsbütün “etnik arınma” yoluna gidildiği bir dönemdir.

Türk egemen sınıflarının İttihatçılardan devraldıkları “etnik arındırma” ve “tek tip toplum” yaratma programı uluslararası planda yaşanan siyasal gelişmelerle de örtüşüp (İtalya, Almanya ve İspanya gibi ülkelerde ırkçı-faşist hareketlerin güçlenip iktidar olması, dünyanın hızla 2. Dünya Savaşı’na sürüklenmesi gibi) güç almıştır bu dönemde. Örneğin, Dersim kırımının tam da böylesi bir dönemde yaşanmış olması elbette basit bir tesadüf olarak yorumlanamaz.

1944 yılı sonlarına doğru 2. Paylaşım Savaşı’nın ve Avrupa’daki faşist iktidarların kaderi artık görünür olmaya başlayınca, Türk egemenleri de besleyip büyüttükleri sivil ırkçı-faşist harekete karşı göstermelik bazı tutumlar geliştirme ihtiyacı duymuştur. Çünkü dünyada faşist hareket yenilmiş, büyük bir itibar kaybetmiş ve yine siyasal dengeler değişmeye başlamıştır. Bu nedenle de, Türkiye’de “sivil” ırkçı-faşist hareketin devlet eliyle ve alen besleniyor oluşu dönemin efendilerini enişelendirmiştir. “Zamanın ruhu”nu dikkate alan egemenler kendilerini aklama kaygısıyla, “gizli cemiyet kurdukları”nı idda ettikleri “sivil” faşist hareketin öncüsü bazı Turancıları tutuklama, haklarında “soruşturma” açma yoluna gider (7 Eylül 1944).

Turancılık fikrinin ateşli savunucusu Nihal Atsız, Türk Dil Kurultayı’nın akıl hocası H. Namık Orkun, sonradan MHP genel başkanı olacak A. Türkeş, Nihal Atsız’ın kardeşi ve “Türkçüler Derneği” Genel Başkanı Necdet Sançar, “Gökbörü”, “Bozkurt”, “Ergenekon” gibi ırkçı-turancı dergilerin yayıncısı R. Oğuz Türkkan da tutuklananlar arasındadır.

“Tutuklama, soruşturma” dediysek, ciddiye alınacak bir tarafı yoktur bunun. Kısa süren uyduruk bir yargılamayı “beraat” kararları takip etmiştir zaten.

Bu gelişmenin ardından ırkçı-faşist çevreler bu kez “Türk Kültür Ocağı” etrafında toplanmaya başlar. Sonrasında zaten NATO ve “soğuk Savaş” yılları var devrede.

Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinin (1952) hemen ardından kontr gerilla, özel harp dairesi gibi karanlık terör odaklarının yanısıra, doğrudan CIA’nın desteği ve yönlendirmesiyle “sivil” alanda “Komünizmle Mücadele Dernekleri” de görünür olmaya başlar.

Fethi Tevetoğlu, İlhan Darendelioğlu gibi ırkçıların yanı sıra, Bekir Berk gibi şeriatçıların, tarikat şefi mürtecilerin yönetiminde kurulan ilk “Komünizmle Mücadele Derneği’nin üye bileşimi ilginçtir gerçekten. Kimler yoktur ki aralarında… Fetullah Gülen, Recai Kutan, Cemal Gürsel, Adnan Menderes, Celal Bayar, Süleyman Demirel, Turgut Özal…Türkiye sağ siyasetinin ünlülerinin neredeyse tümü oradadır.

1960’lı yıllara gelindiğinde Türkiye’de solu besleyen bir aydınlanma, sosyal-sınıfsal uyanış ve devrimci mücadelede belirgin bir güçlenme eğilimi gözlenir. Sınıfsal uyanış ve mücadelede gözlenen dinamizm, egemen sınıflar cephesinde tedirginlikle izlenmektedir. Nihayetinde bu gelişmeye karşı daha etkili önlemler alınma ihtiyacı hasıl olur.

Yenilenmiş haliyle “Türkiye Komünizmle Mücadele Dernekleri” işte bu dönemde -1963- kurulur. Arka planında yine, yerel gericilikle işbirliği halindeki ABD’nin kanlı istihbarat örgütü CİA ve onun yerli uzantıları vardır.

İlginçtir, Osmanlıdan başlamak üzere bu topraklarda ırkçı milliyetçiliğin, dinsel fanatizmin içinde hep emperyalist odakların ve onların karanlık istihbarat örgütlerinin eli olmuştur. İttihatçıların Alman emperyalizmi ile olan sıkı ilişkileri ve “turancılık” fikrinin onlar tarafından nasıl beslenip büyütüldüğü bilinir. Sonraki süreçte Türk sağının “yerli” ve “milli” olarak sunduğu ırkçı-muhafazakar siyasetin ve bunun biçimlendirdiği “sivil” yapılanmaların Nato-CİA eliyle olgunlaştırılmış olması da tesadüf değildir kesinlikle.

“Türkiye Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin 1965 yılında toplam 27 şubesi varken, aynı yıl İlhan Darendelioğlu’nun genel başkanlığa getirilmesiyle (ki Darendelioğlu 1948 yılında “Yeni Bozkurt” adlı derginin de yayıncısı olan namlı bir ırkçı-faşisttir) şube sayısı bir anda 110’a çıkar. İlerleyen zamanlarda “İlim Yayma Cemiyeti” gibi alengirli bir isim alacak olan CİA denetimindeki bu anti komünist dernek, Kars’tan Edirne’ye kadar pek çok ilde şubeler açmış, ilk iş olarak da o ünlü “Komünizme karşı Mücadele” mitinglerini örgütlemeye koyulmuştur.

Aynı tarihlerde başka adlar altında, ama aynı amacı güden farklı dernekler, ocaklar, birlikler de peydah olur. 1954’de “Milliyetçiler Derneği”, 1962’de “Aydınlar Derneği”, 1965’de “Eski Harbiyeliler Yardımlaşma Derneği” 1969’da ise “Aydınlar Ocağı” kurulur.

Görüleceği gibi, bu dönemde ırkçı-faşist-tarikatçı yapılanma yelpazesi giderek yaygınlık ve aynı ölçüde kitlesel etkinlik kazanmaya başlamıştır.

İlerici, devrimci, yurtsever öğrenci, işçi, aydın hareketleri karşılarında artık sadece devletin resmi polisini, savcısını, yargısını, istihbarat örgütünü ya da bir avuç seçkin ırkçı-gericiyi değil, aynı zamanda karanlık istihbarat örgütlerinin teşvik ve desteğiyle olgunlaşıp yaygınlık kazanmış olan “sivil” görünümlü bu yapıları da bulacaktır.

Devem edecek….



Aralık 2025
PSÇPCCP
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
293031 

More in Makale