
İlkeler, değerler ve kaçış. Çekiçten kaçış. Kaçıyor her şey, en başta da çağdaş felsefe kaçıyor. Tarihin çatlaklarında ahlak üreten ahlakçılar, peygamberler, cadı yakıcıları ve çekici bir eleştiri, eleştiriyi de bir değerler sorunu olarak gören, onu değerlere yöneltmekten korkan filozoflar kaçıyor. Ayırım yapmaksızın kalkıyor, bindiriyor, parçalıyor, devindiriyor her şeyi çekiç; değerlerin, derin ve sinsi bir suskunlukla değer, ilke ve ahlak ürettiği hades gizlerini; düşünsel boyundurukları, konformizmi, prangaları, bütüncüllük ve bilimsellik adına tasarlanan temellendirilen her şeyi…
Yerin üstünde, hayatı beylik değerlerle deşen küt kitleler, tanrı arayıcıları, tarihi yaratanlar, tarih tarafından yaratılanlar, penise tapanlar, avcılar, defineciler, yararcılar, hırdavatçılar, derin temellendirme ve nedensel türetme ustaları şaşkınlık içindedir. Arıklamış yaşlı maden atı, sinekleri kovalıyor kafasını sallayarak. Sinekler yeni düşüncelerine konuyor filozofların, filozofları kovalıyor. Çekiç kalkıyor, iniyor. Çatlıyor İdelerin, tözlerin, monadların soy kütüğü, parça parça mermer gibi.
Çekiç, varlığın zirvesinde, hiçlik sisinde hiçleşmiş kutsal külliyatı. Işık gibi sarmış göğün kıyısını, Hesiodos’un nağrası. Bakışlarında renk cümbüşü güvercinlerin. Kaçkınlar çölünün, tanrı mezarlığı haline gelen doğu yakasından firari filozofların düşünce dalaşları, trajik görüleri, tümellik ilkeleri, sonul hakikatleri, illetleri yayılıyor. Filozofun biri, biçim ve öz, diğeri biçim ve anlam diyor. Bir başkası, öksürüyor, “Bir varlık, kendini sahiplenen varlığa göre anlam kazanır,” diyor. Peki onun kendi başına bir anlamı yok mu?” diye çıkışıyor bir başkası.
Sis dağılıyor. Menzil kuşları, mavi tilkiler beliriyor. Varlığın zirvesinden yeryüzüne iniyor Çekiç. Labirentler. Semptomatolojik ve semiyolojik dehlizler. İçlerinde gezinip düşünmekten, çıkış aramaktan kelleleri ve dilleri ağırlaşan yaratıklar. Her arayışta anlaşılmaz bir anlam ve cinnet çeşnisi. Her çeşnide çeşnisizlik, eril mazoşizm. Çekiç kalkıyor, iniyor, dağıtıyor.
Himalayalarda, ışık içinde, Tin’in zirvesinde bu kez çekiç. Ayan ve beyan. Yakalamış mutlak bilgiyi, içerip aşmış. Sağında olumlama, solunda ötedeğer biçme. Olimposta çekiç, Delfos’ta. Roma’da Golgot tepesinde. İsa’nın etine ve kanına dönüşen şarap ve ekmekte. Hristiyan Kuda’sında. Ve Hegel’in odasında Çekiç.
Uyanıyorum. Benlik üstünden benlik altına inmiş̧ kara yaratıkların gezindiklerini fark ediyorum içimde. Bahçede baykuş sesleri. Kafamda devrilen kitaplar ve bana ait olmayan yerimde bana ait olan dayanılmaz bir ağırlık. Alman felsefesinin devletçi Hristiyan karakteri. Karakterin merkezinde kapkara bir dil izi. Yüksek sesle karamsar ağıtlar okuyan Schopenhauer’in tilmizi. Varlığın acısında bireyleşen ve misyonunu ışımalarla ayan eden haz. Kalkıyor, aklımı arıyorum karanlıkta; varlığı oluşa, tekliği çokluğa, olumlamayı yadsımaya, rastlantıyı zorunluluğa yediren trajik, Heraklit aklımı.
Ben böyle değildim. Aşıktım, daha şıktım. Sise yaymıştım sakalımı; ruh zenginliğinin yarattığı bir iç daralmayla gökyüzüne bakıyor, acımı özümlüyor, olumluyor, yapıbozum’a uğratıyordum karşıtların ruhunu. Güleçtim, İyimserdim, sevinçliydim Ariadne’yi göğe taşıyan bin sevincin tanrısı gibi. Tuvalim büyüyor, fırçam küçülüyordu. Katharsis kılfı içinden çıkışını çiziyordum Aristo’nun.
Ben gerçekten böyle değildim. Böyle değildi Çekiç, bin bir biçimdeydi; fırçamda, renklerimde, tuvalimde içimdeydi.

