
Kilolarca yükün altında sancılanan yüreğini bir yana bırakma iradesidir savaşmak. O yükü ağırlık olarak değerlendirmeyin. Geçen giden dostlukları, anıları, öğretilmişlikleri bir çuvala koyup bıraktığınız yerde başlar gerilla yaşamı. İçinize sinen burjuva gerilikleri ise parça parça terk edersiniz bu yeni yaşamda. Öğrenerek, görerek ve en önemlisi de yaşayarak… Gerillanın kolektif yaşam zorunluluğu, eski zamanın ‘’tek yaşama- kendini yaşama ‘’ özgürlüğünü dönüştürerek yol alır dağların sırtlarından ovaların düzlüklerine. Gerillada tek olmanın bir anlamı yoktur. Birlikte olmanın, birlikte eylem yapmanın, birlikte yük sırtlamanın, birlikte düşünmenin ortaklaştıran yanına öyle ya da böyle tabi olursunuz. Yaşamak için yersiniz, yemek için yaşamazsınız asla. İkinci bir mülkiyetiniz olmaz. Gerilla da mülkiyetin anlamı sırtlayacağınız çanta da fazlaca ağırlıktan başka bir şey değildir. Bu nedenle onlarca yıldır hayal ettiğiniz yaşamın küçük bir penceresidir içeriye doğru adımladığınız. Diğerlerinden farkınız ölümü göze almanızdır hepsi bu. Şahin yoldaşın da dediği gibi koca bir okyanusun sadece su zerresisinizdir ki, bu sadelikle yaşar ve bu sadelikle ölürsünüz…
‘’Dağların öte yüzünde göller nehirlere kaynaklık etmekte, boşaltılmış bir köyde gece vakti kandiller tütmekte. Kayalıklardan sırtlarında ufukları gözleyen kara yağız bir genç beklemekte… Mesut’’
Gece geç saatlerde başlamıştı yağmur. O kadar şiddetliydi ki açılan yağmurlukları delmeye yeminli gibiydi. Dersim’in tarihi, dağları, suları gibiydi sonbahar yağmurları da… Öyle kuvvetli ve dizginsiz… Sen işte tam öyle bir gecede ve o yağmurun altında çıkıp gelmiştin yoldaşlarla konakladığımız alana… Sabaha bir iki saat kalmış kiminiz o ıslaklıkla uyumuş, kiminiz ise sabahı beklemiştiniz. Elbette ki sen uyuyanlar arasında yerini almıştın. Şehirden gelmiş, hayatında köy yüzü dahi görmemiş biri olan sen, doğa koşullarına uyum konusunda zerrece sıkıntı yaşamayan yoldaşlar arasına ismini yazdırmıştın.
Velhasıl ilk tanışmamız göğün yarıldığına inandığımız o sabah saatlerinde, senin yakılan ateşin ısısına yüz sürmenle başladı. Üstün hala ıslaktı ve kıyafetini sıktığın yerlerden su akıyordu. Kısa bir selamlaşmadan sonra, ateşin ve çayın yardımıyla kendinize gelmiştiniz. Yoldaşlara uzun süre yıkanmayacağını ve banyo gibi aktivitelere dahil edilmemen gerektiği noktasında şakalar yapmaya başlamıştın bile. Aldırmaz, umursamaz tavrının altında yoldaşlarına, halkına adanmış koca bir dünya taşıyordun…
Nehir kuşlarının sesindeki duruluk kadar anlaşılır kılmıştın yaşamını. İnsanın savaşmak-silaha sarılmak için yığınca neden biriktirmesine gülüp geçerken suretin, çocukların kelebek kadar ömrünün olduğu bir ülkede savaşmaktan başka ilksel bir gerçeğin olmadığına ikna etmiştin kendini. Ve belki de bu yüzden çocukları çok sevdin. En çokta yaylaların sırtına göç eylemiş koçer çocuklarını… Yüzleri soğuktan çatlamış, pul pul olmuş ellerini avuçladın her birinin. Dokunurdun maviye çalan gözlerine, zeytuni saçlarına çocukların, dokunurlardı çocuklarda gülüşleriyle tanımadıkları bir Sergerdenin yüreğine… Sevginin zayıflık olarak görüldüğü ve bunun kadınlara kodlandığı bir dünyada tersini yaptın hep, kendin gibi davrandın, kendin olmayı bildin. Sistemin erkekte zaaf olarak yerleştirdiği ve ortaya çıktığında da zayıflık olarak yaftaladığı duyguları açık ifade etme cüretin senin hanendeki en büyük olumluluklardan biriydi. Bazı zamanlar görevli olsak dahi bizi toplumsal iş bölümü saçmalığından çekip çıkarma gayretin, bizi iş gücü olarak fazlaca yorsa da(kendin yemek yapıp bize odun toplattığın zamanları söylüyorum)bu anlamda ki caban, pratiğin oldukça anlamlıydı. Sen hep bir farkındalık haliydin!
Ay dolunaydayken mesela senin Karadeniz’e gitme hayalleriyle canlanan sohbetlerdir birazda mücadelemizi anlamlandıran. Orada yapacağın sabotaj eylemlerinin hayallerini kurarken sen, uykunun en güzel saatlerini esir almışlığında çok olmuştu. Kilim dokur gibi en ince ayrıntısına kadar işlerdin düşüncelerini. Bıkıp usanmadık hiç bizde o sohbetlerden, aksine aynı göğün altında bir devrim düşledik beraber. Görebilme ihtimali heyecanlandırdı bizi, göremeyeceğimiz gerçeğine ise asla üzülmedik. Fırtınalara ısmarladık o gecelerin söylencelerini, fırtınalardan devraldık yüreklerinizde alazlamış devrim düşlerini…
Dağda yaşın hiçbir realitesi yoktur yoldaşlar, adanmışlığın kararlılığın realitesi vardır. Ne kadar inanıyorsanız o kadar devrimcisinizdir. İradenin zorluklar karşısındaki direncidir sizi güçlü kılan. Mesut yoldaş bu iradenin sadece bir yansımasıydı. Tek bildiği korku yüksekti. Buna rağmen bir görev olsun, düşman bilgisi gelsin çıkamayacağı dağ taş yoktu onun. Çoğu zaman arkasından izler ayaklarının birbirine değişine gülerdik. O ise Cesaretin korkusuzluk anlamına gelmediğini, aksine cesaretin var olan korkularla yüzleşmek -onu alt edebilmek olduğunu bize öğretmişti pratikleriyle. Soğukkanlılığı, mütevaziliği ve fedakarlığı bir arada bu denli başarılı taşıyan, kara gözlerinde umuda dokunduğumuz, kara gözlerinde olgunluğun doruklarına ulaştığımız amansız bir savaşçı, amansız bir komutandı. Şimdi tanışmamızın ve ayrılmamızın ayı olan eylülde cesaretinin derin dehlizlerine tutunarak, genç olan ve hep genç kalacak resmine saygıyla eğiliyoruz…
‘’Dağların öte yüzünde rüzgarın tınıya dönüştüğü serin bir yel esmekte. Yelin süpürdüğü kuru otların kubbesinde asi bir gölge beklemekte. Dağ keçilerinin soluğuna değen soluğu onların danslarına eşlik etmekte… İsyan’’
Kürdistan da erken büyür çocuklar. Ya direnişçi olurlar ya da asi bir dağlı… İsyan yoldaş Dersim’in erken büyümek zorunda olan çocuklarından. Devletin 90’lı yıllarda Dersim üzerindeki yoğun baskılarına maruz kalmış, küçük yaşlarda evini-ailesini geçindirmek için çalışmış, 16’sında işkence görmüş, mahpus edilmiş bir militan. Hapisten çıktıktan sonra düşmanın tehditleri nedeniyle yaşadığı iklimi başka iklimlere değiştirmek zorunda kalmış; mutlaka bir gün dağlarına döneceği sözüyle uzanmış bilmediği bir kentin varoşlarına. Topraklarından sökülüp atılmanın derin izini taşımış yüreğinde, bıçak yarası gibiymiş öylelerinin yaraları… Soğuk günlerde sancırmış, bu nedenle nerede olursa olsun asla unutmamış sürgünlüğünü…
İşçilik yapmış, kendine göre rahat bir yaşamı olmuş belki de, bir düzen kurmuş şehirlerde. Siyasetten uzak, insanlardan uzak geçirmiş günlerini. Öylece kendi halinde ilerlemiş zaman. Dersim’e çok gelip gitmemiş garip bir kırgınlık hali varmış üstünde. Her baktığı yer ona yaşayamadığı çocukluğunun izlerini, ölümsüzleşen yoldaşlarının hatıralarını yaşatmış. Acı bir tat bırakmış ağzında anıları… Acı bir tat dişlerini sıktıkça kana buladığı.
Vakti geldiğinde ya, dönmüş sırtını bir türlü alışamadığı mülkler dünyasına. Kapatmış kapılarını o evlerin. Hücreye benzetirmiş alabora olmuş kentleri. Meyvelerin olgunlaşmadan dallarından düştüğünü, martıların ak bir kayık gibi deniz üstünde yüzerken öldüğünü görmüş. Ve bir daha dönmemek üzere yol almış Dersim’in geçit vermeyen dağlarına…
İsyan yoldaş verilen her sorumluluğu harfiyen yerine getirmeyi bilen, silahını her şeyden çok seven, güldüğünde insanın ruhu ferahlatan, muazzam bir taklit yeteneğine sahip, anlatımıyla şakalarıyla giriştiği her işin, görevlendirildiği her birliğin adeta moral kaynağı haline gelen bir yoldaştı. Fazlasıyla özverili, bilmediği şeyleri öğrenmeye istekli, bildiklerini öğretme noktasında azimli biriydi. Planlamalarda eylemlerde en önde görev almaya çalışan, kendini partinin iradesine koşulsuz sunmuş, öyle inançlı ve öyle gözü kara bir savaşçıydı. Görevlere yaklaşımda müthiş tevazu sahibi, orduda yeni olmasına rağmen partinin ve gerilla yaşamındaki kuralların en iyi uygulayıcılarından biri haline gelmişti. Katılım sonrası hiç yabancılık çekmemiş, hapishanedeki devrimci duruşunu dağdaki militanlığıyla perçinlemiş, ölümsüzleşen her yoldaşların acısını yüreğinin kuytularına işlemişti. Özellikle de Nasır yoldaş ı anlatırken farklı bir ruh haline bürünür, sözlerini çoğunlukla sonlandırmadan bitirirdi.
İsyan yoldaş dağlarına, o eşsiz kahkahasını armağan ederek gitti. Doğduğu toprakların ruhunu hissederek, onların acısında demlenerek yaşadı ne varsa. Özgürlüğün altın tepsilerde sunulmayacağı gerçeğini tekrarladı giderken ve bir sonbahar akşamının geceye evirildiği vakitlerde Munzurlara uzandı patlayan mermisinin sesi. Dönüp son bir kez selamladı kalanları… tereddütsüzdü ve elbette ki Asi…
‘’Soluğu bahar olanlar saçlarına rüzgar işlemişler,
Derler ki bir kuşun kanadında özgürlüğe yürümüşler…’’
Siz şehirlerin beton duvarları arasına sıkışmış unuttuğumuz o eşsiz kavramı tekrardan bize yaşattınız. Yoldaşlığı. Onun soyut bir kavram olmadığını canlı yaşanılacak bir duygu olduğunu gösterdiniz. Yabancılaştığımız her şeyi sizlerle savaş alanlarında yeniledik. Doğaya, insana dair ne varsa bıraktığımız yerden değil yeni baştan tanımladık. Büyük sofralar açtık güneşin anlımıza dokunduğu şafaklarda. Birlikte ve aynı hislerle söyledik türkülerimizi. Aynı yollarda terledik, aynı yollarda düştük ve birbirimize dayanarak ayağa kaktık. Çoğu zaman güldük, ayrılık zamanları birlikte hüzünlendik. En soğuk mevsimlere sizin yoldaş sıcaklığınızı taşıdık, onlara sarıldık, onlarla ısındık. Gereksiz ayrıntılara takılmadık, gereğinden fazla soluklanmadık uzun patikalarda ve çoğu akşam yeni yıldızlar döşenirken gökyüzüne Cenk yoldaşın sesinden o çok sevdiğimiz türküyü- ‘’sıyrılıp geleni ‘’dinledik, Eğilip Munzur suyunun serinliğini yudumladık. Geçtik gittik üstünden zamanın. Bizle vedalaştığınız yerlere uğradık, dağ, barut ve toprak koktu o yerler. Çektik içimize o eşsiz kokuyu… Çektik dağlı olmanın sizsiz halini… Ama asla karamsar olmadık, bıraktığınız sorumlukları da sırtlayarak yürüdük… Ölmek için değil yaşamak ve yaşatmak için sarıldığınız silahlarınızın sıcak namlusuna dokunduk, güç aldık. Mevsimleri kovaladık ya da onlar bizi. Fakat hiçbir şey size rağmen yaşanmadı, sizsiz yaşanmayacağı gibi…
Rojda Ras

