
Dost-düşman ayrışımının titiz seçicilikle yapılması temel bir ilke sorunudur. Çünkü dost-düşman ayrışımını doğru yapmamak, devrimin dostlarıyla çatışması olasılığını gündeme getirir. Dostlarıyla çatıştığı gibi, doğru tarif etmemesinin ürünü olarak düşmanlarıyla da etkili savaşması mümkün olmaz. Dolayısıyla bu mesele, devrimin başarısı ya da başarısızlığında doğrudan alakalı bir meseledir. Dostlarıyla birleşmeyen ve buna paralel düşmanlarını tecrit etmeyen bir devrimin ilerlemesi ve zaferi tasavvur edilemez.
Dost ile düşmanın birbirine karıştırılarak muğlaklaştırılması devrimin hedeflerinden saparak kendisini kemirmesi anlamına gelir ki, bu, devrimin temel ilke ve mantığından koparak kendisini baltalayıp başarısızlığını koşullaması demektir. Gerçek düşmanlara karşı gerçek dostlarla birleşmek; işte devrimin başarısı buna bağlıdır. Dostlarla birleşmemek temel bir zaaf iken, dostlarına düşmanca yaklaşmak kelimenin tam manasıyla vahamettir; vahim bir hatadır. Bilumum egemen gericiliğe ve gerici sınıflara karşı, devrimci sınıf ve halk güçleriyle birleşmek ve birleşmeleri doğrultusunda somut adımlar atmak hem devrimci ihtiyaçtır hem de genel devrimci prensiptir…
Sorunun bir ilke sorunu olduğu su götürmez gerçektir. Peki bu ilke meselesi yeterince gözetilmekte ya da uygulanmakta mıdır? Asgari olarak gözetilip uygulansa da negatif eğilim ve pratiklerden söz etmek de mümkündür. En genel manada, sınıf bilinci ve devrimci teorinin kavranmasına bağlı olarak hatalı siyaset ve pratiklerin gündeme gelmesi mümkün olmaktadır. Daha ayrıntıda, sınıf ve halkın çıkarlarıyla parti (veya grubun) çıkarlarının karşı karşıya geldiğinde tercihin dar grup ve örgütsel çıkarlardan yana kullanılması diğer nedenlerden biri olarak ifade edilebilir. Genelin çıkarlarıyla parçanın çıkarları çatıştığında bütünün değil de parçanın çıkarlarının tercih edilmesi, dost-düşman ayrışımında hatalara yol açan bilincin yol açtığı pratik tutumdur.
Genel olarak dar grupçu anlayışın egemen olduğu hareket veya yapılarda bu sorun öyle ya da böyle gün yüzüne vurur. Grubun çıkarları uğruna dostlar hırpalanır ve dostluklar feda edilir. Grupçuluk hastalığı dar görüşlülüğün ürünüdür. Bu görüş açısı, dar grup çıkarları uğruna halkın ve devrimin çıkarlarını ihmal eder. Grubun imtiyazları esas alınarak halkın ve devrimin çıkarları hasredilir. Devrimci güçlere karşı sınıf dostluğunu zedeleyen eğilim ve siyasetler öne çıkarak tahribatlar yaratır. Oysa, genel olarak demokrasi, devrim ve halkın çıkarları, bu sınıf kökeni ve temsiliyetini taşıyan bütün yapıların çıkarlarını ifade eder; bu çıkarlar ortak sınıf ve demokratik devrimci güçlerin de çıkarlarıdır.
Ne yazık ki, ben-merkezci dar-grupçu anlayış bu kavrayıştan uzak hareket ederek, kendi dar çıkarlarını önde tutar. Çünkü bu kavrayış ya da anlayış, “önce ben” diyen bencil güdüyle hareket eder. Dolayısıyla, devrimin ve halkın çıkarlarını bencil çıkarlarına feda eder, etmekten sakınmaz. Güce tapma ve egemen ve otorite olma arzusu, bu anlayışın tipik bir özelliğidir ki, bu özelliği itibarıyla burjuva egemen sınıfa benzer. Benzer çünkü, güç tapma anlayışı gereği, kendisi güç olduğunda ya da güçlüyse, kendisinden örgütsel bakımdan daha küçük-güçsüz olan diğer devrimcilere hükmetmeye çalışır, onlara yasaklar koyar, onlara dayatmalarda bulunur, baskı altında tutmaya çalışır ve onları kontrol altında tutarak kendi dar çıkarları doğrultusunda yönetmeye çalışır. Bütün bu süreçlerde, devrimci güçlere-örgütlere karşı zor ve şiddet eğilimleri göstermekten de sakınmaz. Şiddet uygulamaya başvurmadığında ise, farklı baskı biçimlerine başvurur; suçlar, teşhir eder, karalar ve dar-bencil hırsları uğruna hiçbir etik tanımadan en ağır yaftalamalarla saldırıda bulunur. Zira onun için amaca giden her yol mübahtır. Burjuva pragmatizmi onun yörüngesidir…
Devrimci ve sosyalist hareket saflarında çeşitli vesilelerle bu türden eğilim ve pratiklerin zaman-zaman gündeme geldiği bilinen gerçektir. Örgütsel gücün zayıflaması bu anlayışı taşıyan hareketlerde belli bir yumuşamaya yol açarak bu pratiklerden uzak durmasını sağlasa da bu eğilim bir çizgi sorunu olarak aynı hareketlerin bağrında durmaktadır. Güçlendiklerinde, örgütsel bakımdan kendilerinden daha güçsüz gördükleri yapılara baskı uygulayıp kaba yöntemlere girmekten geri durmaz ama örgütsel zayıflamalar yaşadıklarında bu kaba yöntemlerinden nispeten geri dururlar. “Benden izinsiz bu alanda faaliyet yürütemezsin, benden izin almadan burada devrimci çalışma ve faaliyetlerde bulunamazsın” şeklinde, diğer devrimci yapıların iradesine müdahale eden, bağımsız iradelerini hiçe alan ve devrimci çalışma ve güçlere karşı bu tutumları bakımından adeta gerici bir tavır takınan anlayışların olduğu abartı değildir. Öte taraftan, kendisini dayatarak bağımsız siyasi iradelere saygı duymayan, bu bağımsız siyasi iradeleri denetim ve kontrolüne alan-almaya çalışan, herkesin ona ve onun çıkarlarına uygun hareket edip kendisine desteği mecbur gören, kendisinin dışında bir siyaset geliştirilemeyeceği ve bir irade ortaya koyulamayacağı vb. şeklinde ben-merkezci, egemen ve her şeyi-herkesi kendisine tabi kılan biatçı anlayış ve pratikler de yaşanmaktadır…
Daha minyatür olarak şunlar da önemlidir ve siyasi-örgütsel güç babındaki küçük çaplarına karşın anlayış zemininde fevkalade düşündürücü olup kayda değerdirler. Dost-düşman ayrışımında bulanık sularda yüzen, temsil ettikleri aylayış ve sosyal pratikleriyle talihsiz birer vaka olarak tezahür eden bu kesimler, ekseri olarak devrim ve mücadele açısından örgütlü bulunmayan ve ama kendilerini keskin devrimciler olarak pazarlayan ya da böyle yutturmaya çalışan ama bu çabalarıyla eğreti duran ve örgütlü sınıf çatışmasının dışında mekan tutarak bol keseden konuşmakla birlikte, sorumsuzca hareket eden, dolayısıyla egolarına yenik düşerek büyük bir boşlukta çırpınan ve bencil hırsları uğruna adeta “her şeyi” yakmaya hazır aymazlıkla hareket eden kimselerdir.
Emperyalist, faşist haydutlar dünyayı kuşatıp felaketlere sürüklerken, kan döküp katliamlar gerçekleştirirken, işçi-emekçi yoksul halklar ve mazlum uluslar açlık-yoksulluk bir yana, yaşamla ölüm arasında büyük bir tehdit altında can çekişirken, her gün kurşunlanıp çocukları katledilirken, yani en vahşisinden bir barbarlık altında yakın ölüm tehdidiyle yüz yüzeyken; bahis konusu bu kimseler/bu bulanık su avcıları bir konjonktürel olarak zayıf düşmüş devrimci hareketi ve mücadele dinamiklerini hedef tahtasına koyup küçük dünyalarında kendilerini yaşatmaya çalışmaktadırlar. Özetle, düşmana değil, dosta hasımlık etmektedirler. Yoksul dünyanın birleşmesi elzem iken ve bir o kadar da yoksul dünyanın kurtuluşu için çabalayan devrimcilerin ortak kurtuluşları için birleşmeleri nesnel bir şart iken, dahası bu tarihsel dönemeçlerde ve devrimci güçlerin birliğinin elzem olduğu bu siyasal şartlarda, söz konusu bu kimseler devrimcilerin ve halkın birliğini baltalayarak zayıflatan çabalarla su yüzüne çıkmaktadırlar. Hem de bencil hırsları, o yere batasıca bencil egoları uğruna…
Komünistler yukarıda sıraladığımız her türüyle bu sakat anlayışlara mesafeli olmakla birlikte, aynı hatalı anlayışların baskı ve dayatmalarına karşı tavizsiz duran güçlü iradeyi temsil ederler. Bu temelde ideolojik mücadele temelinde, keskin bir çizgi ve anlayış tartışması, eleştiri ve mücadele yürütürler. Fakat komünistlerin siyasi çelişki ve çatışma alanı demokratik devrimci sınıf ve halk güçleri zemini değildir. Demokratik ve devrimci güçler arasındaki ilişkilerin zedelenmesini, bu ilişkilerde gerginliklerin yaşanmasını istemez, benimsemezler. Sınıf dostluğu ve devrimci ilişkileri zedeleyen her yaklaşım ve anlayışın karşısına dikilerek reddederler. Ve onlar, dostlarla kavgayı değil, düşmanlarla kavgayı benimserler. Her kim ki devrimci safları zayıflatan, bölüp parçalayan, bu saflara veya halk güçleri arasına gerginlik ve nifak tohumları ekmeye çalışır ve buna hizmet ederse, o en yalınından bir burjuva, en kabasından bir aymazdır…
Egemen sınıflar ve siyasi iktidarları tarafından ezilip sömürülen, acımasız baskı ve zulme maruz bırakılan, her türden haksızlık ve zorbalığa tabi tutulan, işkencede ve katliamlardan geçirilen ve daha fazlasını yaşamak zorunda kalan bütün işçi-emekçi ve halklar objektif olarak devrimcidir, devrimin dostudur. Devrim, bu kesim ve katmanların hiçbirine karşı düşmanca bir husumet beslemez, bilakis onlarla birleşmeyi ve düşmana karşı savaşta aynı saflarda siper tutmayı ihmal etme. Bu kesim ve katmanlar arasındaki çelişki ve sorunları barışçıl, dostane ve doğru-yanlış temelinde ideolojik mücadele-eleştiri biçimde ele alarak çözer. Komünistlerin çizgisi net, ilkesi esnetilemezdir. Dostuyla savaşan, kendisiyle savaşandır. Dostuyla savaşan halkın bir kesimiyle savaşandır. Dostuyla savaşan sınıfın bir katmanıyla savaşandır. Dostuyla savaşan, düşmanına hizmet eder.
Sınıf mücadeleleri tarihi boyunca defalarca ispatlanmış olan tecrübelerden çıkmış olan bu ilkesel anlayışa rağmen yaşanan çelişkiler bağlamında ulusal hareketin yaklaşımlarını ele almak istiyoruz:
Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği bir ve aynı değildir. İkincisi belli biçimde anlaşılırdır. Çünkü ezen ulus hâkim sınıflarının uyguladığı milli baskı, milli baskıya maruz bırakılan ezilen ulusun milliyetçi reflekslerine yol açar. Bu refleks esasta haklıdır ve bu nedenle ezilen ulus milliyetçiliği, ezen ulus milliyetçiliğine yeğdir; ona oranla haklı ve anlaşılırdır. Uygulanan baskının niteliği paralel bir tepkiye yol açar. Milli baskıya karşı milliyetçi refleks ya da tepkinin gündeme gelmesi çelişki yasasına uygundur. Ulusal varlığa, ulusal hak ve özgürlüklere, ulusal irade ve bağımsızlık hakkına yönelen baskı ya da saldırı pek tabii ki ulusal refleks karşılığını yaratacak; karşıt milliyetçiliği dirilterek besleyecektir. Makul ve anlaşılır olan boyutuyla bu milliyetçiliği yadırgamak gerçeğe aykırıdır. Lakin bu milliyetçilik bazen anlaşılır makul ölçüleri aşarak ilkel milliyetçilik biçiminde hortlar ve şoven niteliğe bürünerek kaba burjuva milliyetçi içeriğe oturur ise, bu ilerici yanını yitirerek gericileşir. Bu haliyle meşru zeminine olduğu kadar, kendisiyle dayanışma içinde bulunan devrimci ve komünistlerle kurulmuş olan ilişkilere de zarar verir. Temel ihtiyat, ezilen ulus milliyetçiliğinin ezen ulus milliyetçiliğine özenmemesi ve bu anlamda ilkel milliyetçiliğe öykünmemesidir.
Burada parantez açarak, ‘‘ilkel milliyetçilik” kavramından ne anladığımızı veya kastımızın ne olduğunu ifade edelim. İlkel milliyetçilik, özetle, her şeye ya da bütün dünyaya milliyetçi gözle bakan, her meseleye milliyetçi temelde yaklaşan ve tüm bakış açısını milliyetçilikle sınırlayan ve sadece milliyeti merkezli düşünen siyasal bir darlık türüdür. Bu milliyetçilik niteliği; ulusal çıkarlarını esas alarak her şeyin önüne çıkaran, diğer bütün sorun ve çelişkileri ulusal çıkarlarına bağlı ele alan, ulusal çıkarlarını bütün çıkarların üstünde tutan ve ulusal çıkarlarıyla örtüşmeyen her şeyi yadsıyan veya hedef alan, her şeyi kendi ulusal çıkarlarına endeksli ele alan ve ona tabi kılan, ulusal ya da milli çıkarları dışında kalan sorunlara kayıtsız kalarak değer vermeyen, dolayısıyla milli çıkarları dışındaki her şeyi milli çıkarlarına feda eden ve katı milliyetçilikten beslenerek diğer uluslara düşmanca duygular besleyen veya potansiyel düşmanlık yansıtan kör milliyetçiliktir.
Milliyetçiliğin farklı nitelikler gösterdiği tarihsel olarak doğrudur. Ezilen ulus milliyetçiliği, ırkçı-faşist milliyetçilikten farklıdır örneğin. Yine, işgale maruz kalan ulusun, ulusal bağımsızlık temelinde işgalci güçlere karşı ulusal-milli mücadeleleri haklı, ilerici ve devrimci de olsa, orijin olarak milli özellik taşır. İşgale karşı mücadele bağlamında ilerici-devrimci nitelikte olmakla birlikte, milliyetçilik olarak telakki edilemez ve ama bu mücadelede farklı emperyalist güçler veya egemen gericilikle birleştiği durumda bu niteliği zaafa uğrar, gericileşir. “Yurtseverlik” tarifi tamamen farlı ve ilericidir. Fakat “yurtseverlik” de ulus veya milliyet orijinden bağımsız olmayıp, ilerici nitelik taşısa da son tahlilde milliyetçiliği barındırır. Bu “yurtseverliktir” ki, 2. Enternasyonalin oportünist önderleri tarafından manipüle edilerek kendi burjuvazisiyle saf tutup sınıf işbirlikçisi siyasete savrulmalarına manivela edilmiştir. O halde, aralarındaki nitel farklılığa rağmen, milliyetçilik illa da bir burjuva yan barındırır. Her milliyetçiliğin bir burjuva yan taşıdığını söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla milliyetçiliğin her türü, kötü olup bir burjuva yan barındırır…
Ulusal hareketler genel olarak milliyetçilik taşır. Ulus veya millet-milliyet zeminindeki çelişki ulusal hareketlerin varlık gerekçesidir. Doğuş kaynağı milli baskı ve buna karşı direniş-mücadeledir. Ve ulusal sorun, genel anlamda ya da özünde bir pazar sorunudur. Ulusal sorunun diğer biçimleri veya farklı içerikleri özünde pazar sorununa dayanır, ondan kaynaklanır. Sınıf devrimlerinin revaçta olduğu ya da sosyalist kampın varlığında ulusal hareketlerin devrimci karakteri daha güçlü ve öndeydi. Bu şartlardaki ulusal hareketler politik olarak sınıf devrimleri ve sosyalimden ciddi oranda etkilenmiş, bu devrimlerin parçası ya da yedeği olarak nitelik edinmiştir. Sosyalist kampın çökmesinden sonraki şartlarda ise, ulusal hareketler bu niteliğini büyük oranda kaybederek zayıflatmıştır. Daha çok emperyalist gerici kışkırtmaların birer yansıması olarak vücut bulmuşlardır. Buna karşın, belli şart ve durumlarda, sınıf hareketi ve sosyalizmden etkilenen ulusal hareketler de mevcut olmuştur.
Kürt ulusal hareketi, doğuş ve gelişim şartları itibarıyla sosyalizmden en çok etkilenmiş olan, çağın en modern ulusal hareketlerindendir; hatta bu özelliğiyle enderdir. Genel niteliği bu olmakla birlikte, ideolojik-politik niteliği bakımından silahlı reformist hareket durumundadır. Demokratik niteliği önde ve esas olan Kürt ulusal hareketi monolitik bir yapı değildir. Ulus katmanlarını barındırmakla birlikte, kitle temeli olarak yoksul Kürt halkına dayanmaktadır. Bu zeminde politik-demokratik nitelikte güçlü temellere sahip olmakla birlikte, ideolojik-siyasi çizgisi ya da sınıf dokusu bakımından burjuva milliyetçi kırılganlıklar taşımaktadır. Bu durum Kürt ulusal hareketini demokratik özellik ile milliyetçi özellik olmak üzere iki temel kuvvete ayırır ya da esasta iki kesimden oluşturur. Bu bağlamda Kürt ulusal hareketinde güçlü bir milliyetçi damarın olduğunu tespit etmek yanlış olmaz. Özellikle geniş tabanında büyük bir milliyetçi damar mevcuttur. Kuşkusuz ki, bu milliyetçi damarı genel çizgisinden bağımsız ele alamayız. Buna karşın, Kürt ulusal hareketi demokratik bir hareket olarak, halk güçleri içinde yer alan dost-müttefik ya da ittifak güçlerindendir…
Özellikle Kuzey Kürdistan parçasındaki Kürt ulusu ve buradaki Kürt ulusal siyasi hareketi, “T.C.” devleti ve mevcut ırkçı-faşist iktidarı tarafından büyük bir saldırı altındadır. Ezilip yok edilmesi amacıyla acımasız bir saldırganlığa maruz bırakılmakta, her bakımdan varlığına yönelen katliamcı saldırılara tabi tutulmaktadır. Kuşatma bazı yerel gericilikler de dahil, uluslararası güçlerin destek ve ehven yaklaşımlarıyla ağır biçimde sürdürülmektedir. Bu, somut ve reel bir durumdur. Buna karşın, Kürt ulusal hareketi bu kıyımcı saldırganlığa karşı adeta varlık-yokluk mücadelesi vermekte, bedeller pahasına büyük bir direniş ve savaş vermektedir! Düşmanla bu keskinlikte savaşan ve ama bu düzeyde ağır bir saldırıya tabi tutulan Kürt ulusal hareketinin bir de bizler tarafından eleştiriye tabi tutulması çelişki gibi gelebilse de gerçekte ise, bu eşyanın tabiatına aykırı değildir. Aksine eleştiri sadece devrimci demokratik güçlerde inşa edici ve uyarıcı bir işlev görür. Eleştiri sadece ulusal hareketin hissetmesi bakımından değil, komünist bilincimizin ürünü olarak işler. Kuşkusuz ki, eleştireceğiz ama hatalarını göstermek ve doğru yapmasına katkıda bulunmak için eleştireceğiz; ötelemek, tecrit etmek ve yalnızlaştırmak için değil. Dolayısıyla eleştirilerimizin gerekliliği kadar ulusal hareketin dostluğumuzu hissetme düzeyi de kuşkusuz önemlidir.
Biz Komünistlerin ulusal hareket dahil, dost, demokratik, devrimci ve halk güçlerine karşı yaklaşımımız açıktır. Dostlarımızın hatalarına karşı dostane yapıcı eleştiriler yürütür ve gerektiğinde eleştirilerimizi esneterek ya da erteleyerek dostlarımızın üzerinde bir basınç oluşturmamasına dikkat ederiz. Özellikle düşman saldırılarının yoğunlaştığı dönemlerde, dost güçlerin dikkatini düşmanla çatışmadan alıkoymaya hizmet edecek eleştiri tarzından kaçınmak devrimci siyaset ve sorumluluktur. Biz bunun bilincini taşıyoruz, ancak ulusal hareketin de ittifak güçlerine, özellikle de komünist güçlere karşı daha sorumlu ve olumlu yaklaşması, hatalı bir tutumun ortaya çıkması halinde bunu düzeltmenin sorumluluğunu yerine getirebilmelidir, en azından bizim beklediğimiz doğru tutum bu yöndedir. Dostluğu seçimlere ve hatta bir il belediyesine feda etmek asla doğru bir siyaset ve yaklaşım olamaz, değildir.









