
Aristotales felsefesinin üzerinden yükselen dünya merkezli Botlornyus evren modeli bulunduğu çağda sarsılmaz bir üne sahipti. Evrenin merkezine dünyayı yerleştiriyor, düzenli bir kozmos savunusuna giriyor ve bunları meydana getiren bir ilahi gücün varlığını şart koşuyordu. Kilise bu durumdan gayet memnundu. Her ne kadar zaman geçtikçe kutsal kitaplarla çelişik ifadeler oluştuysa da kilise bunu idare etmesini bilip, Aristoteles’i ilahi sınırlarının içine alıyordu. Tabi ki Aristotales felsefesi yıkılıncaya değin. Üretici güçlerin gelişimi, keşifler, yeni ihtiyaçlar ve yeni fikirler ortaya çıkarıyordu. Galileo, Cusa’lı Nikolas ve Kopernik bu gelişimlerin yansıması olarak ortaya çıkıyor, dünya merkezli evren modeliyle kiliseyle papaz oluyorlardı. İlahi kitaplara dayanarak tahlil yapılamayacağını fark eden bilimciler, evren bilimini yeryüzünde değil, gökyüzü esaslı araştırmaya başladı. Göklerin bilinmezliğine sığınan din ise halen yeryüzünde karnını doyuruyordu. Çatışma kaçınılmaz olarak başladı. Galileo’nun çıkışı Roma Engizisyonu tarafından müebbet hapisle karşılandı. Yanarak gökyüzünün sonsuzluğuna karışmak için yeterli sebepler vardı. Yalnız çark etmesi müebbet hapise bağlandı. Cumalı Nikolas “gökyüzünde birçok dünya sistemi var, hepsinde canlılar yaşıyor” diyerek cesaretini ortaya koymuştu. O zamana kadar söylenenlere zıt bir şeyler ifade ediyordu. Söylediklerinin hepsinin doğru olması da beklenemezdi. Kopernik ise bir doktordu. Bulunduğu toplumsal düzendeki tıpçılar gökyüzü hareketlilikleriyle hastalıklar arasında bağlantı olduğunu varsayıyordu. Astroloji bu yüzden bilinmeliydi. Kopernik işi gereği Batlamyus evren modelini incelediğinde yanlış, yetersiz olduğunu fark etti ve yeni bir evren sisteminin ihtiyacını hissetti. Mevcut pozisyonda Batlamyus modeli talepleri karşılamıyordu. Yoğun araştırmaların sonucunda güneş merkezli evren sistemini-güneşin merkezde, diğer tüm gezegenlerin güneşin etrafında belli bir yörüngede dolaştığı sistem-keşfetti. Bu büyük keşfin tehlikesi de büyüktü. Tehlikenin boyutunu Engizisyon deneyimlerinden öğrenmemek ahmaklıktı. Kiliseye ve yaptırımlarına güven söz konusu değildi. Bilim düşmanı kilisenin Kopernik’in çalışmalarını yayınlamasıyla ona teneke bağlaması kaçınılmaz sondu. Kopernik de olacakları biliyordu ki, kurnazlığını göstererek ölüm döşeğindeyken eserini yayınlattı…
Tarih sahnesinde yer alan Komünist Partilerin devrimdeki rolünün önemi, açığa çıkmıştı. Komünist Parti önderleri de bu öneme biçilen değerin seviyesini belirtiyordu. ÇKP önder kadrolarından olan Cen Du Siu, parti kurucularından biriydi ve aynı zamanda profesördü. Yalnızca profesör olması, ÇKP içerisinde tutunmasına yeterli bir durum değildi. Övgüyle söz edilmesine de yeterli bir gerekçe değildi. Her şeyden önce etrafında olup bitenlerden haberdar olması, bunun içinde araştırıp incelemesi elzem olandı. Mao bu durumu görmüş olacak ki, “her gün rastlanan bir durum olmasına rağmen kılıçla adam öldürebileceğini anlamayan biri” olarak bahsetmişti. Araştırma ve inceleme yapmayanın bilgiyle de aynı yolu yürüyemeyeceği, hele hele özdeşleşemeyeceği bilindiğinden Cen Du Siu’nun konuşma hakkı doğal olarak elinden alındı. En öndeki kadrolardan biri olması Cen’in güven kazanması için yeterli bir neden değildi. Her şeyden önce pratikten öğrenmesini bilmiyordu. Komünist sıfatlı kurucunun bilimsel bir tahlille, bilimselliğinden ödün verdiği açığa çıkartılmıştı. Mao bilimin kaynağını bildiğinden, kendine güvendiğinden hiç kuşkulanmadan biçime bakmadan, Cen hakkında doğru kararı veriyordu.
Hem insanın koyduğu gerici yasalara, hem de tanrının yasaları karşısında itiraz seslerini yükselten, değişime rehber olan doğa bilimcileri, tarih bilimcileri ya da Marksist bilimciler gerçekleri, cüretli duruşlarını, hayal alemlerinde değil; yaşadıklarından, somut olandan, bilgilerden alırlar. Komünist ustaların dediği gibi, soyut gerçeklik yoktur. Gerçeklik her zaman somuttur ve bu diyalektik materyalist bir ilkedir. Gerçeklik öz ve biçim olarak kendini ortaya koyar. Bu gerçeklik tarihle aklın uyuşmasıdır aynı zamanda, uyuşmayı zorunlu kılar. Bilimsel şüpheyle biçime bakıp öz hakkında çeşitli fikriyatlara kapılabiliriz. Geçen süreç aynı zamanda çevreyi algılamanın bir etabıdır. Çevreyi algılama ve öze doğru yol alabilmenin, biçim ile öz arasındaki çelişkiyi açığa çıkarabilmenin yöntemi ise diyalektik materyalisttir. Öze ulaşan bilim, ussal bilginin oluşumunuzda tamamlamıştır. Tekrarda yarar var. Algılamayı çevremizde bitirdiğimiz ve bunu ussal bilgiye çevirdiğimiz oranda, bilgiye, bilime sahip oluruz. Çalışmak, hasır-neşir olmak, pratik yapmak, değiştirmek birbirinden koparılmayacak evrelerdir. Yöntem ve tahlil uygunluğu buluşursa bilgi kendisini rahat bir şekilde gösterecektir. Yöntem ve tahlil, güvenin önkoşullarıdır.
Engels’in işçi sınıfına karşı beslediği güven nereden geliyordu? Engels platonik bir aşka mı tutulmuştu? Ya da Mao’nun kitlelere bahşettiği inisiyatif, bu inisiyatife duyduğu güvenin kaynağı neydi? Dünyayı anlama ve değiştirme zorunluluğunu bilince çıkaran ustalar, kendilerini halk kitlelerinin içine bırakıp başladılar. Bilimin kaynağının halk kitleleri olduğunu bir an dahi akıllarından çıkarmayarak öğrenmeye başladılar.
Doğru bir yöntem, araştırma-inceleme ve bunu üzerinden yükselen tahliller, pratiğin aynasıdır. Aynı zamanda değişimin de… Bacası tüten bir fabrikaya bakabilir, içeriye girip çıkan işçileri gözlemleyebilirsiniz. Tarlaların kenarında durup köylüleri izleyebilir, köylüler hakkında fikir yürütebilirsiniz. Diğer çeşitli şeylerin biçimlerine bakarak, onlara dokunmayarak, hissetmeyerek tanıyamazsınız. Bu her olgu için vazgeçilmez şarttır. Engels 1830’larda İngiltere’deki işçi sınıfı içinde yaptığı araştırmalar sonucunda kitabını yayınlamıştı. Şöyle bir bilgiyi aktarıyordu. “Fabrikalarda çalışanlar kendi çıkarları konusunda en aydınlanmış olanlardır, madencilerde bu biraz daha azdır, tarım emekçilerinde hemen hemen hiç yoktur.” Komünist ustalar tarafından işçi sınıfına bahşedilen güven, ona biçilen öncü güç misyonu günün tarihi kökleriyle uyuşmasında mevcuttu. 1848 devrimleri, 1872 Paris Komünü proletaryaya duyulan saygıyı arttırmış, değişim-dönüşümün özsel belirleyicisi olduğunu göstermişti, proleteryaya güven sağlamlaşmıştı. Tersine halk kitleleri kendi öncüsüne olan güveni yaşam içinden sınayarak kazanabilirdi. Yenileyici praxis ve sonuçları öncünün kitle karşısındaki güven ölçütüydü. Gelişim, kazanımlar, hatalar, ders çıkarmalar, özeleştiriler halk kitlelerinin gözü önünde cereyan ediyordu. Mao da bunu görmüş olacak ki, şu belirlemeyi yapma gereği duyuyordu. “Kitlelerin kendi önderlerine duyduğu gerçek hayranlık onları devrimci pratiğinin akışı içinde tanımlamalarından kaynaklanır. Güven gerçek kavrayıştan doğar.”
Bir hareketin, kitlenin, insanın ne yapıp yapmayacağını sezmek onunla birlikte yürüyüp yürümeme kararı verebilmek ciddi ideolojik sağlamlık gerektirir. İki çizginin gereği her eylemin mutlak doğru olmadığı gerçekliği, her düşüncenin doğru olmadığı anlamına da gelir. Köylüye duyulan güven ya da güvensizlik, o zamana kadar yaşadığı pratiklerde gösterdiği tutumla alakalıdır. Gerekirse bizimle “ölüme gelebileceğini” söyleyen biri, bir keçiye de satabileceğini belirtmekten kaçınmayarak, tarih pususundaki Marksist önderlik sanatını gösteren Mao, şüphelerini ve güvenini birleştirebilmiştir.
İçerden








