
Zor iştir meram anlatmak. Hele de gericiliğin ideolojik, siyasal, kültürel bakımdan çok baskın olduğu günümüzün olağanüstü gerilimli koşullarda. Biliriz, iki koldan iki ırmak gibi akıyor tarih. Biri baskındır bu kolun; diliyle, kültürüyle, varlığıyla egemenlerindir. Her yönüyle onların değirmenine akıtır sularını. Diğeri, kendi mecrasında baskılanarak akar. İtirazcı, reddiyecidir.
Bu yüzdendir ki, bir sözünüz, bir cümleniz bile düşerse bu kollardan birine, akan ırmağın düşünüş rengine, ifade diline benzetilebilir pekala. Hele bir de anlamından, bağlamından koparılırsa sözünüz, yabancılaşır anında ve bambaşka mecralara çekilebilir kolayca. Hal böyle olunca, her türlü önyargı, düpedüz manipülasyon, hatta provokasyonlar kolaylıkla girer devreye; “kara propaganda” dediğimiz şey anında sökün eder üstünüze. Sonrası daha da zordur. Dil, anlam, meram hızla tepelenir, hakikat tersyüz edilir o kara akış boyunca; iletişim, tartışma, ifade özgürlüğü de dahil, her şey çığırından çıkarılır. Düşünme, sorgulama terk eder zihinleri. Hakikatin sesi duyulmaz olur kötülük karşısında. Tam bir kakofoni ve kaos kuşatması yaşanır. İlk kurban, masumiyetin, adaletin, doğruluğun bizatihi kendisi olur…
Vahim bir durumdur bu. Doğru-yanlış kapsamında sürmesi gereken bir fikir tartışmasından asla söz edilemez böylesi ortamlarda. Önyargılar, suçlamalar, hakaretler anaforu ne ifade özgürlüğü bırakır geride, ne de tartışma adabı.
”Dahilik ve aptallık arasındaki fark, dahiliğin bir sınırının olmasıdır!” Albert Einstein
Taraflar arasında var olduğunu sandığınız güven duygusu paramparça edilir öncelikle bu durumlarda. Rasyonal aklı, muhakemeyi, uslamlamayı, sağaltıcı ve yaratıcı eleştiriyi boşuna arayıp durursunuz etrafınızda.
Kışkırtılmış, provoke edilmiş, bilincin ve iradenin disiplini dışına fırlatılmış zehirli “duygu”lar, basbayağı yapay “hassasiyet”ler, gerici-ilkel güdüler sonsuz bir engelsizlikle harekete geçer; açıktan bir despotik otorite kurar gerçeğin ve doğrunun üzerinde.
Tarihsel arkaplanı bir yana, yeryüzünün ve insanın başına olmadık melanetler saran kapitalizmin ve onun biçimlendirdiği üst akılların ,burjuva entelicasyanın, niyet okuyan sosyal bilimcilerin, totoloji ustası filozofların, koşullamacı ideologların, kirli siyaset-taktik erbabı uzmanların, militan provokatörlerin, uzunca bir süredir üstünüze boca ettiği yığınla çerçöple karşı karşıya kaldığınızı hayretle görürsünüz bir anda.
Şu “iletişim çağı”nda bile burjuvazinin, gericiliğin yol ve yöntemlerinin zihinlere nasıl kolayca sirayet ettiğine, onu nasıl bir cehaletle sakatladığına, sorgulayan rasyonal aklı nasıl dumura uğratıp devre dışı bıraktığına tanıklık etmek sahiden hem üzücü, hem trajik, hem de düşündürücüdür.
Egemen sınıflar açısından anlaşılır bir durumdur bu. Peki ya ona karşı mücadele ettiğini sananlar açısından?
Açıktır ki, sermaye güçlerinin bu türden gerici, adaletsiz, kirli yollarına tenezzül etmek, sağlam bir muhalif açısından ancak utanç vesilesi olabilir. Çünkü, sahici devrimci muhalefet sadece doğru görüşler ifade etmekle, isabetli hedefler saptamakla sınırlamaz kendini. Aynı zamanda o amaçlara ulaşmak, hedeflere yönelmek üzere başlattığı mücadelenin yol ve yöntemlerini de bir ilke sorunu olarak ele alıp önemser. Amaç-araç ilişkisinin uyumuna çok özen gösterir. Bir “etik” mesele olarak bakar meseleye ve konuyu bağlamından koparmaz. Burjuva ahlakın kötücül amaçlarla kullandığı dekupajlara tenezzül etmez örneğin. Sömürücü sınıfların bu tür yol ve yöntemlerle insan zihnine, zekasına nasıl kirlinin kirlisi tuzaklar kurduğunu, ne türden “algı operasyonları” yaptığını iyi bilir ve bu yüzden pragmatizm ile arasına net çizgiler çeker özgürlükçü devrimciler.
Örneğin, kollektivizmi, dayanışmayı, paylaşımı savunan komünistlere karşı bir kara propaganda malzemesi olarak burjuva-feodal aklın kadın varlığını, kadın bedenini ve “namus”unu yıllarca nasıl araçsallaştırıp tam bir ikiyüzlülükle kullandığına pek çok kez tanık olmuşlardır onlar. Kadın ve bedeni üzerinden oluşturulmuş katman katman burjuva “ahlak”, “namus” gibi kavramların sonuçta düpedüz bir suç gizleme aracı, yanılsama aparatçığı olduğunu iyi bilirler.
Sermaye ve mülk dünyasının her pratiğinin, her sözünün ardında kötücül bir amacın neyle, nasıl gizlendiğine yüzlerce, binlerce örnekle tanıklık etmektedir hayat. “Savunma Bakanlığı” olmayan bir tane bile sermaye devleti yoktur şu yeryüzünde örneğin. Aynı şekilde “Saldırı Bakanlığı” olan bir devlet de duyulmuş değildir henüz.
Ama dünyanın savaşsız, çatışmasız, saldırısız bir tek “barış” ve “huzur” günü yaşadığı görülmemiştir. Güya “nefret suçları yasası” çıkarma yüzsüzlüğünü gösteren muktedirlerimiz bile olmuştur örneğin. Oysa yoksullara, farklı uluslara, azınlıklara, ezilen cinlere, inanç gruplarına, muhaliflere karşı en büyük nefret suçlarını işleyenlerin, işlenmesini teşvik edenlerin bizzat bu yasayı çıkaranlar olduğu da herkesin bildiği bir gerçektir.
Bütün bu çarpıklıkların, yanılsamaların, paradoksların arasındaki bağlantıları, yol-yöntem-köken ortaklığını, bunların hangi sınıfların kültürüne, aklına neden denk düştüğünü iyi anlayamayan bir “muhalif” izan, aynı yollara başvurmayı marifet sanıp kışkırttığı o tuhaf “hassasiyet kaosu”yla dostunu-düşmanını kolayca birbirine karıştırabilir. Kim olursa olsun, egemen sınıfların cephaneliğinden alınmış bu aklla yürüyenler bir süre sonra karşıtlarına benzemeye başlar ve öncelikle de bir tür “iç çürüme”ye mahkum olurlar.
Sadece devrimcilerin, sermaye karşıtı muhaliflerin değil, erdem sahibi sıradan insanların da, örneğin bir tartışma anında ifade edilen hatalı bir sözü, bir kavramı bağlamından koparıp hileye-yanıltma-yanılsamaya alet edebilen, “fırsatı ganimete çevirme” pragmatizmi ile arasına mesafe koyması, pespaye tuzakları fark etmesi gerekir. Gerçeği karartan, bir siyasal tartışmayı, ifade özgürlüğünü, eleştiriyi sabote eden her türden kirli yol, yöntem ve davranış -kime karşı olursa olsun- kesin bir dille reddedilmelidir. Bu yollara tevessül edilmesi halinde, her şeyden önce gerçeğin eğilip bükülerek tanınmaz hale geleceği, düşünce ve ifade özgürlüğünün ortadan kaldırılacağı, rasyonal aklın, devrimci eleştirel tutumunun kati biçimlerde sakatlanacağı ve nihayetinde insanın adalet duygusunun yerle bir edileceği iyi bilinmelidir.
Komünal bir gelecek inşa etme düşüyle yola çıkan komünistler bütün bir tarihleri boyunca siyasal gerçekleri ve amaçlarını olduğu gibi dile getirmekte hiç tereddüt etmemişlerdir. Amaçlarına uygun olmayan yollardan, yöntemlerden ise özenle uzak durmaya çalışmışlardır.
Onlar, Karl Mark’ın Feurbach üzerine çalışırken ifade ettiği o ünlü 11. tezinden feyz almışlardır hep: “Filozoflar bu güne kadar dünyayı sadece yorumladılar, oysa aslolan onu değiştirmektir!”.
Bu tez, yeni bir yeryüzü, toplum-birey ve yaşam kurma düşü için çok şey anlatmıştır onlara. Komün toplumu yaratma düşünün tam da bu “reel dünya”dan köklü bir kopuş, köhne dünyanın karşısına esaslı bir seçenek-dikiliş olarak değil de, eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ara sıra ve basitçe “yer değiştirme ”si olarak anlaşılması vahim bir kavrayışsızlık örnegidir.
Yeryüzünü ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen sınıflar, cinsler, uluslar, inançlar ekseninde bölüp paramparça etmiş olan “Müesses nizam” sahiplerinin ayrıcalıklarını sonsuzca korumak arzusu elbette sadece şiddet organizasyonu olan devleti, yığınla bürokrasiyi ve doğrudan iktidarı değil; bu tıynet’e uygun düşen pek çok siyasal, kültürel, ideolojik mekanizmalar manzumesini de yaratmıştır. Bir başka deyişle, sadece mülkiyet dünyasını “olmazsa olmaz bir yeryüzü gerçeği” diye sunmakla yetinmemiştir onlar. Bunu tahkim edip pekiştirecek pek çok yol, yöntem, araç yığını -inançlar, kültürler, hukuk, adalet vb. üstyapı kurumlarını- da türetmişlerdir koca bir tarih boyunca.
Sömürdükleri, özgürlüklerinden yoksun bırakıp mağdur ettikleri geniş toplum kesimlerinin, doğayı hiç anmayalım zaten, iç dünyasında bile bir “iktidar” kurma, kendi varlığını o dünyada benimsenir, kabul edilebilir hale getirme gayretinden asla vaz geçmemişlerdir.
Onların gerçeği böyle olmasaydı eğer, tarih o bir avuç asalağın çoktan yıkıldığını, yeryüzünden silinip gittiğini anlatıyor olurdu bize şimdi.
Yukarıda da kısaca örneklerine değindik. Yine değinelim kısaca. Köleliği yaratanlar da, gelişen toplumsal mücadeleler karşısında yasalar çıkarıp köleliği yasaklamak zorunda kalanlar da onlardı.
Kadınlara üçüncü, beşinci sınıf “insan rolü”, bir “mülk-meta” misyonu yükleyenler de, zaman ve tarih içinde onlara güya “eşit yurttaşlık hakları” vermek ya da “medeni kanun”lar çıkarmak zorunda kalanlar da onlardı.
Hangi yanılsama, demagoji, manipülasyon, zihin yıkama faaliyeti unutturabilir ki bu gerçeği bize?
Komünistler, sınıflara, uluslara, cinslere, ırklara, inançlara, kabilelere bölünerek yapay şekilde birbirinin karşısına konumlandırılmış yeryüzü-toplum gerçeğininin insanı nasıl kirlettiğini, lekelediğini en iyi bilenlerdir kuşkusuz.
Etki gücü toplumdan topluma, insandan insana değişim gösterse de, bu zehirlenme hallerinden kimsenin tümüyle azade olmadığının, “steril bir dünya” tezinin sahici hiçbir karşılığının bulunmadığının da bilincindedir onlar. Bu yüzdendir ki, dinamik bir eleştirellikten kendilerini asla muaf tutmazlar. Bütün bir sınıflı uygarlıklar tarihinin yarattığı kirden, pastan arınabildikleri oranda devrimcileşebileceklerinin farkındadır komünistler. Sadece geleneksel toplumlar değil, yaşanmış sosyalizm pratikleri de bu konuda çok şey anlatmıştır onlara.
O büyük özgürlük ve uyum dünyasına ulaşmak için uzunca bir yola çıktıklarını hep akılda tutmaları, özeleştirel davranmaları bundandır zaten.
Özellikle de son otuz-kırk yıldır yaşananlar, sosyalizm pratikleri daha çok olmak üzere, bu yönüyle çok öğreticidir. Bu sürecin deneyimlerinin hala gereği gibi ve hak ettiği ölçüde analiz edilip aşkın bir teori seviyesine çıkarılamamış olması elbette sorunludur. Ama önümüzdeki süreçte bunun yapılamayacağı türden bir kötümserliğe, karamsarlığa kapılmak da hakkımız olmasa gerektir.
Sınıflı toplumların kadim tarihiyle kıyaslanamayacak kadar kısa da olsa , “Erken deneyim” diye tanımlayabileceğimiz devrimci miras, eşitlik ve özgürlük arayan insanlığın hafızasında bütün çarpıcılığıyla kendine bir yer bulup kayda geçmiştir. Sovyetler’den Çin’e, Küba’dan Vietnam’a kadar uzanan engin coğrafyada girişilen o büyük toplumsal pratiklerin kıymetli, öğretici bir devrimci hikayesi var arkamızda bu gün.
Ezilen sınıflar, uluslar, cinsler uzun soluklu bu özgürlük yürüyüşünden şimdi ve gelecekte daha çok dersler çıkaracaktır elbette. “Taşları yerli yerine oturtmak”, görece bir doğrular dizgesi yaratmak, deneyim biriktirmek, öğrenerek değişmek uzun soluklu bir mücadelenin konusudur. Her dönüşüm, nesnelliğe, varoluşa ilişkin zihinsel donanımla desteklenip ilerletilebilir ancak.
Neredeyse yetmiş bin insan kuşağına tekabül eden sınıflı toplumların tarihsel pratiklerinden, kastlaşmış kültürel mirasından çok şey öğrendi insanlık, öğrenmeye devam edecek. Öte yandan sınıflı toplumların o ağır, yıkıcı maddi ve manevi gerçeğini bir iki kuşakla alt edemeyeceğimizi; kendimizi nesnelliğe uygun bir akli performansla ve gereği gibi yenileyemezsek gerilere düşeceğimizi çok iyi biliyoruz. Bu yüzdendir ki, komün düşünü ancak ve ancak her özgün anın ihtiyaçlarına cevap olabilecek tarzda aydınlanıp devrimcileşerek, sınıflı toplumlar dizgesinin ruhlara kadar sinmiş izlerinden, lekelerinden arınarak gerçekleştirebilir insanlık.
Bir kez daha ifade edelim: Kültürel, siyasal, ideolojik, felsefi, etik olarak arkasına binlerce yıllık sınıflı uygarlıkların mirasını almış olan kapitalizmin yarattığı insani tahribatın ve genlere işlediği kültürel izlerin bir anda ve kolayca yeryüzünden silinip atılacağı iddiası, aklı başında hiç kimsenin işi olamaz.
Eğer böylesine subjektif bir savrulma yaşanırsa, hepi topu altmış-yetmiş yıllık bir “reel sosyalizm” deneyimini açık bir umutsuzluk nişanesi adedip, egemen sınıfların kendi varlıklarına ve mülkiyet dünyasına biçtikleri o yanıltıcı rolleri bir şekilde benimsemek, “kadere razı olmak” kaçınılmaz hale gelir. Bu yaklaşımın bizi neyle yüzyüze bırakacağı, hangi karanlık mecraya sürükleyeceği ise çok açıktır.
Sınıf mücadelelerinin zaman zaman gökleri sarsan bir uğultuyla yükseldiğini, zaman zaman da sessiz dipakıntılar halinde yol aldığını az da olsa tarih bilincine sahip herkes bilir.
Ezilenlerin özgürlük ve eşitlik yürüyüşünün gerilediği, hatta devrimci dalganın dibe vurduğu tarihsel dönemlerde boşlukların oluşması, umutsuzlukların yaşanması olağandır. Böylesi dönemlerde birilerinin farklı devrimci dinamiklere kritik roller yüklenmesi de belki anlaşılabilir bir durumdur. Ama bu çok yanıltıcıdır. Elbette etnik, inanç ya da cinsel kimliklerin özgürlük, eşitlik mücadelesinde özel bir yeri vardır. Bu rol, bağlamından, içeriğinden, yeteneklerinden ve varoluş koşullarından koparılır, olağanüstü ve altından kalkılamayacak misyonlarla sorumlu kılınırsa eğer, bunun zaman içerisinde doğuracağı sonuçları yıkıcı olur. Biliyoruz ki, bütün eşitlik ve özgürlük sorunlarının kaynağında insanın-toplumların sınıfsal parçalanmışlığı, özel mülkiyet ve ondan beslenen sömürü gerçeği vardır. Dolayısıyla, bu işin asli muhatabı da sınıflardır. Yenilgi yıllarının yarattığı baskılanmalara, demoralizasyonlara boyun eğilip iyi niyetle de olsa yanlış kapıları çıkış sanmak bu bakımdan tehlikelidir.
Tarih defalarca tanıklık etmiştir. Kapitalizm de dahil olmak üzere, bir bütün olarak sınıflı mülkiyet uygarlıkları ve onların yarattığı kültürel-sınıfsal koşullanmalardır cinsleri, etnik dinamikleri yıkıcı ayrımcılıklara, baskılara, eşitsizliklere mahkum eden. Bunun nesini tartışıyoruz ki biz? Tekerleği yeniden keşfetmeye kalkışmak kadar tuhaf bir iştir bu.
Sınıflı toplumlarda her devrimci dinamiğin elbette özgün rolleri vardır. Bu nedenledir ki, komün düşü bütün devrimci dinamiklerin en yakın dostu, müttefikidir. Konuyla ilgili olarak kavrayışın daha da derinleştirilmesinde, devrimci dinamiklerin rollerinin daha iyi kavramasında, geçmişin hata ve yanlışlardan arınılması elbette gerekli ve doğrudur. Ama bütün bunlar, yukarıda kısaca andığımız gerçekliklerin önüne bir engel olarak konularak ve dahası, bir rekabet konusu haline geritirilerek ele alınamaz.
Muhtemeldir ki, özgürlük, eşitlik düşüyle yola düşenler üzerlerinde eskinin, sınıflı toplumların tortusunu, izlerini, alışkanlıklarını taşıyabilirler. Müttefiklerine karşı zaman zaman özensiz, hatta hatalı davrandıkları da olur. Fakat bütün bunlar komünistleri, örneğin ne “kadın düşmanı”, ne “ırkçı”, “milliyetçi” ve ne de kadim sorunların doğrudan sorumlusu yapmaya yeter.
Komünistler, özel mülk dünyasının, sınıflı toplumların yarattığı çok çeşitli melanetlerden arınmanın yolunun hem kendilerine karşı eleştirel davranmaktan, hem de yol arkadaşlarının, yakın müttefiklerinin yapıcı, sağaltıcı, düzeltici eleştirilerini özenle dinleyip dikkate almaktan geçtiğini eskiye oranla şimdi daha iyi biliyorlar. Evet, deneyimlerin kazandırdığı bir özgüvendir bu; eleştirel aklın gücü sayesinde sürekli devrimcileşeceğini bilmenin verdiği içten bir özgüven…
Onlara karşı düşmanca davranmak, hele hele bunu koca bir tarihi, kimin ne yapıp ettiğini görmezden gelerek ve bir de egemen sınıfların o bilindik iğrenç diline, yol ve yöntemlerine tenezzül ederek yapmak, düşmanlık körükleyip haysiyet cellatlığına soyunmak çok büyük bir hata ve çok adaletsiz bir tutumdur. Asla kabul edilebilecek bir durum değildir bu.
Tekrar başa dönelim: eleştirel aklın gücüyle dönüştürücü, devrimcileştirici eleştiriye sonuna kadar saygı!
Kaynağı kuşkulu, manipülatif, yanılsamalı, hatta daha çok da provokasyon kokan düşmanca tutum ve davranışlara hayır!
Kaostan beslenen, yıkıcı, kirletici, provokatif ortamlarda meram anlatmak çok zordur. Ama komünistler işlerinin kolay olmadığını zaten bilirler.
Bu yüzdendir ki, bir de “elifi mertek sanma”nın yanlışlığını dostlarına anlatmak sorumluluğu vardır onların.









