
Tarihsel anlamda devlet olgusu, ürettikleri ile girmiş olduğu ilişki biçimi dolayısı ile doğası bozulmuş olan insanın bir anti tezi gibi durmaktadır. Devlet sadece bir araç değil, aynı zamanda çarpıtılmış yaşam ilişkilerinin bir tablosu gibi durmaktadır tarih sahnesinde. Bu anlamda devlet, sapkınlaşmış toplumsal üretim ilişkilerini zor ile koruyan ve bu ilişkilerin ürettiği hasılatın hileli aritmetiğini elinde tutan dolandırıcı bir kutsal makine durumundadır. Devlet var olduğu sürece bilgi ve dolayısıyla insan hiçbir zaman tam anlamıyla özgür olamayacaktır. Evet devlet ile cebelleşen komünist bilgi, insanlık için en kullanışlı bilgidir. Ama yine bilgi, insanın İnsan ile cebelleşmesinden kurtulduktan sonra ancak doğasına kavuşacaktır.
Mesela insanlığın ilk sosyoekonomik formasyonu olan toplayıcılık döneminde güvenlik ve savunma sorununu çözmek için muhtemelen ilk olarak ağaç dalları ve taşlardan faydalanılmıştı. İnsanlığın hayatta kalmak için doğayla girdiği bu ilk pasif ilişkinin yarattığı bilgi, aynı zamanda kendi türdaş varlığının hizmetinde olan, bölünen, tersine dönen ve yabancılaşan bir bilgi değildi. Devletin, insanın doğal bir eğiliminin sonucu ya da insan çoğunluğunun bir ihtiyacı olarak doğduğu yönündeki görüşler yalandan ibarettir. Antropolojik kültürün 3 milyon yıllık tarihinde, devlet oluşumunu andıran bir toz tanesinin bile emaresine rastlanmamaktadır. İnsan çoğunluğu için devlet, bilinçli bir eylem ve seçenek olarak tercih edilmemiş, aksine belli tarihsel maddi koşullar altında gelişen üretim sürecindeki yapısal değişim ve çelişmeler neticesinde yığınlar kendisini devlet makinesinin pençeleri altında bulmuştur.
Devlet öncesi sosyoekonomik formasyon dönemde, toplumsal üretim birimlerinin ürettiği ekonomik faaliyetlerin aynı nitelikte olması, birbirlerine iç içe geçmiş bir şekilde paralel gelişmelerine rağmen aralarında ekonomik farklılaşmanın ürememesi, grubu yöneten bir yaşlı bilge dışında statüye dayalı bir hiyerarşinin ortaya çıkmamış olması ve birey ile çoğunluk arasında uzlaşmaz bir çelişmenin olmaması gibi nedenlerle uzun bir dönem boyunca ilkel devlet teşkilatlanmasına benzer bir oluşumun izleri ortaya çıkmadı. Üretimin toplumsal olarak yapıldığı ve bireyin yaşamak için ihtiyaç duyduğu beslenme ve güvenlik gibi temel problemlerin ancak kolektif varlığın varlığı oranında çözüldüğü bu en uzun evrede, bireyin doğal olarak dönemin üretim araçları ve onların ürettiği ürünler üzerinde bir özel mülkiyet talebinde ortaya çıkmamıştır. Öyle görülüyor ki, tarihte ihtiyaç fazlası mülk ortaya çıktıktan ancak sonra özel mülk düşüncesi ortaya çıkmıştır. Başlangıçta menfaat olgusunun kendi doğal sınırları içerisinde olduğunu da burada eklemek gerekiyor. Yani sadece üreme ve savunma zamanı geldiğinde menfaat gözetilmekteydi.
İnsanlar küçük gruplar halinde belli doğa şartlarına bağlı olarak gezginci bir haldeydi ve ellerindeki yiyecekleri biriktirme şartları yoktu. Zaten uzun buzul devirleri boyunca biriktirebilecek kadar verimli emek etkinliği üretemiyorlardı. Hatta avcılık üretim aletlerinin geliştiği dönem bile durum değişmedi. Çünkü maddi üretim koşullarının ürettiği hareket etme zorunluluğu, insanların taşıyabileceklerinden fazla servet biriktirmelerine izin vermiyordu. Bu nedenle Harman’ın bildirdiğine göre, Paleolitik çağ boyunca bireysel servet, mızrak, ok, yay ve birkaç süs eşyası ile dolu bir haybeden ibaret olmayı hiçbir zaman geçemedi. İnsan atasının bu en uzun erimli maddi yaşam koşulları cinselliğine ve üremesine de yansıyordu. İlkel komünal toplum tarihi boyunca doğal kooperatif üretim birlikleri şeklinde durmadan hareket halinde olan kadınlar birden fazla çocuğu birlikte taşıyamadığı için nüfus artmıyordu. İnsan, Neollitik dönemle birlikte yerleşik hayata geçmiş ve üretim araçlarının gelişmesiyle nüfus artmıştır. Ama bu insan nüfusunun büyük bölümü, ilk devletlerin asker ve köle rezervlerine dönüşen bir tarihsel çark içerisinde kendilerini bulmuştur. Kapitalizm ile beraber bu insan nüfusunun her doğan yeni genç kuşağı daha ana rahmine düşer düşmez, Kapitalist endüstrinin ücretli emek gücünün bir biyo makinesi olmaya koşullanmaktadır. Aynı zamanda Neolitik çağın şafağında boy vermeye başlayan artık ürün, ailenin, özel mülkiyetin ve dolayısı ile ilk devlet fikrinin atomunun döllenme başladığı zemine de işaret ediyor.
İlkel komünlerde, on iki bin yıl önceki ziraî devrime kadar toprağı eşeleyip tohum ekmek için kullanılan sivri ağaç sopalar tüm türün devamını sağlarken, insan, demirin bulunmasından sonra toprak üretkenliğini artıran ilk karasaban ile birlikte, üretimin üzerindeki türdeş denetimi kaybettiği anlaşılıyor. Uzman avcılığın gelişmesiyle beraber kadınların elinde tuttuğu bitki toplayıcılığın ikinci sıraya düşmesi, kadın ve erkek arasındaki çelişmenin sınıflı toplumlardan önce başladığını gösteriyor. Bu doğal iş bölümü başlangıçta toplumsal verimliliği artırmış görünüyorsa da zamanla başka maddi koşulların birikmesi ile uzlaşmaz bir hal almış ve ortaya çıkan devlet aygıtı kadınları toptan ezen bir eril ruh kazanmıştır. Bu anlamda erkek egemen ideolojisine karşı mücadele vermek biraz da devlete karşı mücadele vermek anlamına gelmektedir. Ya da başka bir deyimle, “Erkek egemen dünyasını yıkmanın en etkili yolu, devleti yıkmaktan geçmektedir.” dersek sanırız fazla abartmış olmayız. İlkel komünlerde cinsler arası iş bölümü henüz tek bir cinsin kendi arasındaki iş bölümüne doğru evrilmemişti.
Toplumun temel birimlerinin kendi içinde bir kan bağı ilişkisi vardı ama bu durum diğer yabancı kan bağı olan kümelere karşı bir hasımanê tutum içerisinde değildi. Birbirlerine yardım edebilir, paylaşabilir ve birbirlerini büyük bir gönül zenginliği ile misafir edebilir konumundaydılar. Hatta malların mübadelesi yerine hediye verme usulü vardı. Herkes göçebe halinde olduğu için bahçecilik tali, toplayıcılık ise temel üretim biçimiydi. Gün boyu uzun zahmetli uğraşlar sonucu birikmiş yaşam kalım havuzundan, insanlar emeklerinin değil, ihtiyaçlarının karşılığını alırdı. Mülk ve mülk hukuku yoktu ve herkes doğal kaynaklardan ihtiyacı olanını çekip alabiliyordu. Bir tehlike anında atanan askeri önder, olağanüstü durum geçince derhal görevden alınırdı. Hukuki yasalar ve bir emniyet teşkilatı olmamasına rağmen küme içi güvenlik sorunu oluşmazdı. Bütün bu bahsettiğimiz koşullar, bir devletin varlığının daha uzun bir süre gereksizliğinin sebebidir de aynı zamanda. Böylelikle Marks’a da söz konusu olan ve insanın tarih içerisinde kendisini nasıl kurduğunu sorgulayan felsefi Antropolojinin zemini olan toplumsal alt yapıya dikkat çekmiş bulunuyoruz…
Devam edecek…









