
Eğer bilimi insan çoğunluğu için anlaşılır ve kullanışlı yapmak istiyorsak özü diyalektik Materyalizm olan Marksist felsefe ile donanmamız gerekir.
Tarihsel olarak devletin neden gerici, yıkıcı ve yok olucu bir olgu olduğunu Marksist felsefeden yalıtılmış bir yöntemi ile anlamanın yolu yoktur. Bütün bilimler için ortak olan yasaları bulmayı ve uygulamayı olanaklı hale getiren diyalektikten başka bir şey değildir.
Evreni ve doğayı çalıştıran fiziğin en genel yasalarından, insan toplumları ve düşünceye kadar maddi gerçekliğin bütün suretleri için geçerli olan ortak yasaları anlamak ancak diyalektik materyalizm ile olanaklı hale geldi. Materyalist bir doğa görüşüne sahip olunamadan devlet ve dolayısıyla toplum anlaşılamaz. Bu durum ise Engels’in ifade ettiği gibi, doğanın olduğu gibi, yabancı bir şey katmadan, yalın bir biçimde kavranmasından başka bir şey değildir.
Yerleşik tarım ile birlikte toprağın üretkenliğinin artması sonucu açığa çıkan ürün fazlası artık ürünlerin şahıs ve azınlık gruplarının lehine pay edilmesi ihtiyacından devletin doğduğunu makalemizin önceki bölümünde belirtmiştik. Evet doğrudur, üretim ilişkilerindeki gelişim ve değişim devleti ortaya çıkardı, ama ilk devletin ortaya çıkmasında ya da daha köklü bir ifadeyle, insan türünün en uzun yaşam evresi olan devletsiz Paleolitik Çağ’ın yıkılmasında değişen coğrafi ve iklim koşulları gibi doğasal olasılıklarında ikinci elden dış sebepler olarak etkisi olduğu anlaşılıyor.
Son buzul çağının tamamen sona ermesiyle Mezopotamya ve Ortadoğu ikliminde oldukça ısınma başlamış ve oluşan kuraklık ve çölleşme nedeniyle insan toplulukları Nil ve benzeri sulak havzaların etrafında toplanmaya başlamıştı. Zirai devrimin ortaya çıkardığı yerleşik köyler, nüfus yoğunlaşması ve tarım faaliyetlerinin ürettiği ekonomik farklılaşma ve ayrıca dönemin sosyo ekonomik formasyonunun belirleyici yapı taşı olan suyun paylaşımında ki uzlaşmaz çelişkiler, ilk devlet organlarının ortaya çıkmasını tetikleyen sebeplerdir. Yerleşik toplumların devletleşmede kurumsal ilerleme kaydetmelerine rağmen, geriden gelen hayvancı toplumlar konar göçer olduklarından dolayı klasik bir devlet özelliği gösteremiyorlardı. Bir süre daha bağımsız ayakta kalmalarına sebep olan, buzul çağı sonrası coğrafyanın belli bölgelerindeki orman, mera ve hayvan bolluğuna yol açan bereketli dönemin geri çekilmesi ile birlikte askerileşme eğilimine girdiler. İlk antik kentlerin etrafının surlarla çevrili olmasının esas sebebi bu kaynağı belli olmayan dış tehditlerdi. Avcı toplumlarda maddi birikim oluşmadığı için sosyal farklılıklar ortaya çıkmıyordu. Çünkü henüz evcilleştirme yolu ile canlı hayvan biriktirilemediği için günlük avlanma ile yaşam tedarik ediliyor ve gün boyu av peşinde hareket edildiği için yeterli miktarda özel mülk birikmiyordu. Fakat canlı hayvan ekonomisine dayalı göçebe topluluklarda, kendisini sentezleyemeyen, devlet önceli kurumsal ve eylemsel emareler boy gösteriyordu.
Mülkiyete esas olarak kolektif bir formda sahip olan bu topluluklar, birtakım zenginliklere ulaşmış yerleşik devletli toplulukların mallarına el koymak için istila saldırıları düzenliyorlardı. Kolektif mülkiyetin geçerli olduğu ilkel Asya komünlerinde devlet boy gösterdiğine göre, kolektif mülkiyetin tarihsel ve epistemolojik özelliklerinde bir bozulma başlamış olmalıydı. Yani türsel yaşamın bir erki olan ortak mülkiyet tarihsel doğasından sapmış ve epistemolojik olarak bilgi ve gerekliliğini aldığı kaynak yabancılaşmıştı. Devletin ilk olarak ortaya çıkıp gelişiminde esas belirleyici iç yapısal etmen kuşkusuz üretici güçlerin gelişimidir. Ama bahsini ettiğimiz coğrafi koşulların yanında Sosyal psikolojinin etkisi de inkar edilemez bir tarihsel gerçekliktir. Doğaya bağımlı kendiliğindenci ve olasılıkçı ekonomik yaşam dizgelerini etkileyen iklim ve coğrafya değişikliğine dair dış etken faktörü devletin doğumundan önce başladı. İkinci dış etken olan sosyo psikolojik faktör ise devletin doğumu ile at başı gelişti ve halada devam eden bir süreçtir.
Azınlıkta olan köle sahipleri, dönemin toplumunun çoğunluğunu oluşturan kölelerden korku duymuş ve onların olası patlayabilecek toplumsal öfkesinden korunabilmek için determinist yasalarla işleyen kaba mekanik bir teşkilata ihtiyaç duymuşlardı. Bu ise sınıflı toplum tarihinin habercisi olarak doğan, uzun yaşayan ve proletaryanın elinde sınıflar ortadan kalktıktan sonra kendiliğinden sönen devletten başka bir şey değildi. İlginç olan bu determinist makinaya benzeyen teşkilatın, bir avuç arpalanmış imtiyazlı memuru dışındaki askeri vurucu gücü, yine halkın önemli bir bölümünün devşirilmesinden oluşturulmuştur. Bu anlamda devlet, tarihin ilk yabancılaşmış üst yapı formasyonudur. Ya da başka bir söylem ile devlet, insan toplumlarının sapkınlaşıp denetiminden fırlayan öz ekonomik etkinliklerinin sonucu olarak içine kendi yaratıcıları tanrı ile bu yaratıma kendi er suyu ile aracılık yapan babanın kutsallığı bulaşmış bir kıyım makinesidir. Ve devlet, insanın kendi türdeş varlığının reddiyesine içkin uzun Paleolitik Çağ’ın bütün doğal yaşam silsilesinin bozunumundan türeyen yabancı varlığın esrarlı, anlamsız, akılsız ve çirkin yüzüdür.
Marksizm, tarihi sadece sınıf mücadelelerinin tek düze formda bir sonucu olarak görmez. Tarih, eskiden kölelerin, şimdilerde ise işçilerin yabancılaşma nedeniyle efendi ve patronların etkinliğini, kendi çilekeş etkinliklerinin sebebi ve zıttı olarak değil, bizzat kendi yaşamsal etkinliklerinin özdeş bir uzamı gibi görmelerinin tarihidir de aynı zamanda. Eğer öyle olmasaydı, tarihte karasaban ortaya çıktığı zaman tarımsal üretimi artırıyor ve kölelerin önemini azaltıyor diye bazı köleler isyan edip karasabanları parçalamazdı. Öyle anlaşılıyor ki insanlık toplu olarak bir seferde devletçi topluma geçiş yapmamıştı. Özel mülk formasyonundan doğan devletli toplumlar ile ilkel komünler daha uzun bir süre paralel varlıklarını korudular. Üretici güçler geliştikçe tarihin akışına hâkim oldu. İlkel komünler ya mülkçü uygarlıklara yem oldular ya da yerleşik yaşama karışarak dönüştüler.
Antik çağda en yaygın dönüşüm, kolektif mülkiyet ile ilişkisi yabancılaşmış dönemin geri üretim ilişkilerine sahip toplulukların, asimetrik istila hareketleri ile yerleşik kent toplumlarının devletini ele geçirerek, ele geçen devlet yıkıntılarının eskiden denetleyip hasılasını tuttuğu üretim ve yaşam ilişkileri içerisinde eridiler. Tarihteki ilk üretim güçlerindeki gelişme kaçınılmaz olarak köle ve efendi ilişkisini doğurmuştu. İlkel komünlerdeki kolektif üretim ilişkisi bir plan ya da tercih sonucu değil, bilakis zorunlu bir tarih yasası olarak köleci sisteme doğru bükülmüştü. Belli bir zaman ve koşullar altında üretim araçları gelişmiş ve bu gelişmeler, emeğin verimliliği dediğimiz tüketim fazlası üretim yoğunluğuna yol açmıştı. İşte bu kendi kıt kanaat tükettiklerinden oldukça fazlasını üretenler köleci toplumun kendisiydi. Bu durum insanı, köle formunda değerli bir mal olarak ilk defa tarih sahnesine çıkarıyordu. Köle emeğine dayalı bir üretim formasyonunun dünyada hakim olduğu bir çağda elbette köle olmanın da bir değeri oluştu. Ama bu değer, değer olmaktan çıkmış, baş aşağı dönmüş dünyanın tersine devinen zehirli yasalarının, efendilerin maddi dünyasını büyüten artık ürünün hazinesine kattığı değerden başka bir şey değildi aslında.
Sosyal antropolojik araştırmalara göre savaş olgusunun yürürlükte olduğu bir dünya ile karşılaşan ilkel komünler ele geçirdikleri savaş esirlerini köle yapacak maddi bilinçten yoksun oldukları için toplulukta kıtlığa yol açmasınlar diye öldürüyorlardı. Bu, okuyucuların sağ duyusuna oldukça can sıkıcı ve soğuk gelebilir, ama aslında bu gerçeklik her türlü sömürü kaygısından ziyade koşullarına göre toplumcu olduğu kadar, türsel devamın ehemmiyeti bakımından ilkel komünizmden başka bir şey değildi…
Devam edecek…









