Connect with us

Analiz

Aşkın Bedeni, Kapitalin Gölgesi: Bireysel Tutkudan Örgütlü Duyguya

Duygularımızı politikleştirmek, onları sınıf mücadelesinin, eşitlik mücadelesinin bir parçası haline getirmek zorundayız. Çünkü gerçek aşk, hem bireyin hem de toplumun özgürleşmesidir. Ve biz, o özgürleşme yolunda hem devrimi hem aşkı örgütleyeceğiz.

“Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması için yalnızca yasaların değil, yaşam biçimlerinin de değişmesi gerekir.”

— Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

Aşk, insanlık tarihinin en eski ve en karmaşık deneyimlerinden biridir. Ama bu deneyim, içinde yaşadığımız kapitalist toplumda, ne salt bireysel bir duygu ne de basit bir özel alan sorunu olmaktan uzaktır. Kapitalizmin yükselişiyle aşk, yalnızca bir arzu nesnesi değil, aynı zamanda bir iktidar biçimi, duygusal emeğin metalaştığı, bedenlerin ve ruhların yeniden üretildiği politik bir sahne haline gelir. Kadının bedeni, arzusu, sevgisi, kapitalin gölgesi altında tahakkümün, sömürünün ve “normal” kabul edilen itaat biçimlerinin katmerlendiği bir alana dönüşür.

Kapitalizm, yalnızca maddi üretimi değil, toplumsal ilişkileri de organize eder. Bu düzen içinde aşk, özel hayatın kutsal alanı değil, egemen sınıfların çıkarlarına hizmet eden üretim ilişkilerinin ideolojik aygıtlarından biridir. Friedrich Engels’in işaret ettiği gibi, ailenin ve özel mülkiyetin korunması amacıyla örülen ilişkiler ağı, kadınların toplumsal konumunun en temel belirleyicisi olmuştur. Tek eşli aile düzeni, kadın bedeninin erkeğe tahsis edilmesini garanti altına alırken, duygular da bu tahakkümün görünmez iplikleriyle örülür. Aşk bu bağlamda, bir yandan arzunun özgürleşme vaadini taşırken, diğer yandan çoğunlukla kadınların kendini silikleştirdiği, “sevme” ve “sevilme” arasında sıkıştığı bir tuzağa dönüşür.

Kadınların sevme biçimi, kapitalist düzenin üretim ilişkilerine paralel olarak şekillenir: sevmek, çoğu zaman kendini feda etmek, özünü parçalamak, duygusal emeğini görünmez kılmak anlamına gelir. Bu görünmez emek, Marx’ın “emek-değer teorisi” çerçevesinde yeniden üretim sürecinin temel direklerinden biri olarak gözden kaçırılır. Kadınların ev içi emeği, bakım emeği, duygusal emek gibi tanımlamalarla analiz edilirken, bu emeğin kapitalist sistemde nasıl sömürüldüğü ve meta haline getirildiği sıklıkla gözardı edilir. Oysa aşkın kapitalist anatomisi tam da burada başlar: Kadının bedeni, emeği ve duygusu, kapitalin ihtiyaç duyduğu üretim ve yeniden üretim mekanizmalarının hizmetindedir.

Erkeğin aşk içindeki rolü ise bir sahiplik ve hak talebine evrilir. Kapitalist ilişkiler içinde erkek, sevgisini “hak” olarak görür; kadının sevgisi ise bu hakkın karşılığı olarak şekillenir. Politik erkeklik, bu noktada yeniden üretildiği güç mekanizmalarıyla kendini “koruyucu”, “yol gösterici” ve “karar verici” olarak tanımlar. Bu durum, ilişkilerde eşitlik iddialarının pratikte nasıl çöktüğünü, “sevme”nin bir itaat formuna, “sevilme”nin ise pasif bir onay mekanizmasına dönüştüğünü gösterir. Kadınlar, bu dinamikler içinde ne kadar sevdiklerini anlatırlarsa anlatsınlar, ilişkideki özneleşmeleri bu tahakkümden kopmadan gerçekleşemez.

Sennur Sezer’in dizeleri bu durumu en yalın haliyle aktarır:

“Sana değdiğimde yok sayıyorum kendimi / Beni seninle tamamlıyorlar.”

Burada tamamlanmak değil, birlikte var olmak arayışı vardır. Kadınların yaşadığı duygusal içselleştirme, aynı zamanda sistemin kendini tekrar üretmesinin bir biçimidir. Ama bu dizelerde, sistemin dayattığı tamamlanma mitine karşı duyulan sessiz bir isyan da saklıdır.

Kapitalist aşkın diğer yüzü, duygusal emeğin metalaşmasıdır. Sevgililer Günü’nden düğün törenlerine, nişan ritüellerinden estetik operasyonlara kadar uzanan tüm semboller ve pratikler, aşkı bir tüketim nesnesine dönüştürür. Kadın bedeni, bu süreçte bir vitrin, bir ürün haline gelir. Kadınların bedeni üzerine kurulan “ideal sevgili” imgesi, sürekli bir yenilenme, hazırlanma ve pazarlık süreci demektir. Bu, yalnızca fiziksel değil, duygusal bir yıpranma, kendi arzularını ikinci plana atma ve duygularını sürekli yönetme halidir. Duygusal emek bu noktada kelimelerle değil, suskunluklarla, “sorunsuz” görünme zorunluluğuyla kendini gösterir. Her sessizlik, yeni bir tahakküm biçimine kapı aralar.

Raya Dunayevskaya’nın Marksist felsefesinde yer alan “öznenin özgürleşmesi” kavramı, burada anlam kazanır. Özgürleşme, yalnızca ekonomik bağımsızlıkla değil, duyguların ve ilişkilerin örgütlü dönüşümüyle mümkündür. Dunayevskaya, insan deneyimini salt ekonomik boyutuyla değil, bütünsel olarak kavrayarak, aşk ve yoldaşlığın devrimci bir pratiğe dönüşebileceğini vurgular. Bu dönüşüm, bireyin kendisini hem duygusal hem politik özne olarak yeniden inşasıdır.

Lenin’in “toplumsal ilişkiler, bireyin hayatını biçimlendirir” sözü, aşkı bu açıdan anlamlandırmamıza yardımcı olur. Aşk artık salt bireysel bir duygu olmaktan çıkar; sınıfsal, cinsiyetçi ve ideolojik ilişkilerin kesiştiği bir alan haline gelir. Kadınlar, bu ilişkiler ağında özneleşmek için, aşkı yeniden tanımlamak ve örgütlemek zorundadır.

Aleksandra Kollontai’nin “yoldaşça aşk” kavramı, bu yeniden tanımlamanın teorik mihenk taşlarından biridir. Kollontai, aşkı sadece romantik bir birliktelik değil, politik bir ortaklık olarak görür. Yoldaşça aşk, iki eşit bireyin karşılıklı saygı, dayanışma ve özgürlük temelinde kurduğu ilişkidir. Bu modelde aşk, iktidar ilişkilerinin değil, kolektif güçlenmenin bir aracı olur. Kadınlar ve erkekler, duygularını paylaşırken aynı zamanda toplumsal dönüşümün öznesi haline gelirler. Kollontai’nin önerisi, aşkı kişisel olmaktan çıkarıp toplumsal ve politik bir mücadele alanına taşır.

Sennur Sezer’in şu dizeleri, bu yoldaşlık ve özgürleşme arzusunu dile getirir:

“İnsanlar umudu taşır / Geceyi taşır gibi taşır insan.”

Bu umut, geceyi aydınlatan bir güçtür; karanlığı delen, yeni dünyaların habercisidir. Ancak bu aydınlık, bireysel romantizmin değil, kolektif bir mücadelenin ürünüdür.

Bu mücadelede, aşk sadece içsel bir duygu olmaktan çıkar; yaşamı ve toplumu dönüştüren bir pratik haline gelir. Kadınların ve erkeklerin duygusal dünyaları, yeni bir politik dil ve ahlakla yeniden örgütlenir. Sevgi, sahip olmanın değil, paylaşmanın ve birlikte büyümenin adı olur. Kapitalist ilişkilerin yıktığı ve metalaştırdığı bu duygu, yerini dayanışma, yoldaşlık ve eşitliğe bırakır.

Bu yeni aşk biçimi, grev çadırlarında yükselir; gece yürüyüşlerinde, birlikte tutulan nöbetlerde, paylaşılan düşlerde şekillenir. O zaman aşk, artık bir kadının susması değil, bir halkın konuşması olur. Sessizliğin değil, sesin, itaatin değil, direnişin dilidir.

Sennur Sezer’in şu dizeleri bu dönüşümün en güçlü ifadesidir:

“Beni seninle tamamlıyorlar / Artık tamamlanmak değil, birlikte var olmak istiyoruz.”

Eksik değiliz, yarım değiliz. Tek başımıza da tam, birlikte de çoğuz. Engels’in dediği gibi, toplumsal ilişkiler değişmeden gerçek eşitlik mümkün değildir. Aşk, bu değişimin hem sonucudur hem de aracıdır. Kapitalist toplumda bedenlerin, arzuların, duyguların tahakkümü yıkılmadan, yeni bir sevme biçimi inşa edilemez. Bu sevme biçimi, erkek egemenliğinin ve kapitalist sömürünün yerini paylaşımcı, özgürleştirici ve kolektif bir duygu pratiğine bırakmasıdır.

Sonuç olarak, aşkı yalnızca bireysel bir deneyim olarak görmek yetersizdir. Aşk, içinde yaşadığımız sistemin gölgesi kadar, o sistemin yıkılması için örgütlenebilecek bir gücün de adıdır. Duygularımızı politikleştirmek, onları sınıf mücadelesinin, eşitlik mücadelesinin bir parçası haline getirmek zorundayız. Çünkü gerçek aşk, hem bireyin hem de toplumun özgürleşmesidir. Ve biz, o özgürleşme yolunda hem devrimi hem aşkı örgütleyeceğiz.



Haziran 2025
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30 

More in Analiz