
PKK’nin 12. Kongresi’nde silahlı mücadeleyi sonlandırma ve örgütsel yapısını feshetme yönünde aldığı karar yalnızca Kürt hareketi açısından değil, Türkiye ve Ortadoğu’yu içine alan bölge açısından da yeni bir dönemin başlangıcı olarak yorumlanıyor. Türk egemen sınıflarından Batılı devlet çevrelerine, oradan çok sayıda aydın ve aktiviste kadar geniş kesimlerin bu kararı coşkuyla selamlaması, kararın sistem içi aktörlerce nasıl okunduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Ancak hareketin kendi içinden ve doğrudan veya dolaylı olarak ittifak ettiği başta sınıf devrimcileri olmak üzere yükselen eleştirel sesler, sürecin bu denli övgüye mazhar olmadığına dair birtakım işaretler sunuyor. Son günlerde gerek sosyalist devrimci yapıların yaptığı eleştirel analizler ve açıklamalar gerekse bunlara cevap niteliğinde Kürt medyasında ve Kürt hareketi yöneticilerinin bizzat verdiği röportajlarda ifade edilenlere bakılırsa “Tasfiye’’ meselesi belirgin bir tartışma başlığı haline gelmiş görünüyor.
Bu nedenle bu yazımızda tartışmamızın merkezine ‘’Tasfiye’’
belirlemesini koyacağız. Tasfiye tartışmasına başlarken yakın dönem
açısından önce 27 Şubat’ta İmralı Heyeti’nin okuduğu ‘’Barış ve
Demokratik Toplum Çağrısı’’ daha sonra PKK’nin 12. kongre kararları
ile imlenen sürecin sadece pratik bir yön değişikliği değil, aynı
zamanda ideolojik-politik bir konseptin güncel ülkesel ve bölgesel
koşullara adapte edilmiş yeni aşaması olarak değerlendirilebilinir.
Dolayısıyla sürecin bir “tasfiye” olup olmadığı ya da hangi
açılardan bir tasfiye süreci olarak değerlendirilip
değerlendirilemeyeceğine dair yapacağımız tartışma elbette salt
askeri bir geri çekilmeyle sınırlı olmayacaktır.
Bugün bizim hareketimizin de içinde olduğu sosyalist parti ve
örgütlerin sürece dair “tasfiyecilik” eleştirisi yaparken dayandığı
temel iki eksen şunlardır:
1. Örgütsel Tasfiye
2. İdeolojik-Politik Tasfiye
Bu ayrımı yapmak, tartışmayı anlamlandırmak açısından zorunludur.
Çünkü örgütsel tasfiye, PKK’nin kendisini feshetmesi ve silahlı
yapıları dağıtması anlamında zaten fiilen gerçekleşmiştir. Yani
tasfiye belirlemesi sadece bu fesih kararı dolayısıyla dahi
isabetli bir noktada durmaktadır. Dolayısıyla tartışma, bu kararın
yalnızca teknik bir geçiş mi yoksa ideolojik bir çözülme mi olduğu
ekseninde tutulamaz. Asıl soru, silahların bırakılmasına paralel
olarak yürürlüğe sokulan yeni “paradigma”nın ve bu yeni
paradigmanın eşlikçisi olan bizzat Öcalan tarafından teorize edilen
‘’Demokratik Toplum Sosyalizmi’’ kavramının niteliğidir. Tasfiyeyi
bu iki kavramın içeriğinde ve bu kavramlara referans bildiren
sürecin pratik seyrinde arayacağız.
Tam burada bir parantez açarak bugün açısından Kürt ulusal ve siyasal varlığının PKK’den ibaret olmadığını, gelinen aşamada Kürdistan ve dünyanın her yerinde geniş boyutlara ulaşmış bir Kürt toplum örgütlenmesinin söz konusu olduğunu belirtelim. Bu Kürt toplumsal örgütlenmesi ya da varlığı sadece siyasal değil aynı zamanda kültürel, sanatsal, diplomatik, mali ve benzeri birçok noktada da çok güçlü bir temsil seviyesine ulaşmış durumdadır. Yani PKK’nin fes olduğu takdirde bugün PKK siyasal angajmanı ile hareket eden büyük nicelikteki Kürt toplumu elbette açıkta kalmayacak, çoktan kurulu örgütlenmelerinde şu ya da bu şekilde etkin varlık göstermeye devam edecektir ancak Kürt siyasal ve toplumsal varlığının Kürdistan coğrafyasında anlamlı bir özne haline gelmesinde PKK’nin ve ona bağlı silahlı grupların on yılları bulan destansı direnişi ve mücadelesinin belirleyici olduğu gerçeği tasfiye tartışmalarında PKK’nin ciddiye alınması noktasında önemli bir nedendir.
Abdullah Öcalan’ın “yeni paradigma” olarak tanımladığı yaklaşım, aslında 1993’ten itibaren görünür hale gelen “Barış ve Uzlaşı Çizgisi”nin ideolojik devamı niteliğindedir. Bu çizgi, PKK’nin birleşik, bağımsız ve sosyalist Kürdistan hedefinden vazgeçmesini takiben gündeme gelmiş ve özellikle Türk ve Kürt halkları arasında tarihsel bir ittifak olduğu düşüncesine dayanarak günümüze kadar taşınmıştır. Öcalan’ın paradigmasında, geçmişte Anadolu’da Türklerin Kürtlerle kurduğu ittifaklar sayesinde kalıcı olabildiği vurgulanmakta, bu tarihsel birliktelikten hareketle günümüzde de stratejik bir ittifakın her iki halkın faydasına olacağı savunulmaktadır. Bu tarihsel ittifaka Türklerin Anadolu’ya girişinden tutun, Millî Mücadele yıllarında aynı cephede birlikte savaşıldığına kadar birçok referans verilmektedir. Ancak bu tarih kurgusu, Türk, Fars ve Arap egemen sınıfları tarafından 4 parçaya bölünen ve bugüne kadar ağır zulüm altında tutulan Kürt Ulusu’nun Ulusal Sorun bağlamında asla ihmal edilemeyecek sorunun sınıfsal boyutunu, tarihselliğini ve kökenlerini geri plana itmekte; Kürt Ulusu üzerindeki tarihsel ve yapısal Türk egemen sınıf baskısını göz ardı etmektedir. Liberal bir slogandan öteye gidemeyecek olan “Türk-Kürt kardeşliği” söylemi, tam hak eşitliği temelinde radikal bir çözüm olmadığı sürece, mevcut ulusal çelişkilerin sınıf temelli doğasını görünmez kılmakta ve ideolojik olarak Türk burjuvazisinin tarihsel sorumluluğunu aklamaktadır.
Bu yaklaşımın güncel siyasal bağlamda somutlandığı yer, “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nda ifadesini bulan “devletle bütünleşme” önerisidir. Bütünleşme çağrısında bulunulan devletin, hali hazırda faşist şeflikle yönetilen, soykırımlar ve katliamlarla dolu tarihiyle bırakın yüzleşmeyi bugün hala bu suçların arkasında durarak yüzlerce yıllık emek, kadın, azınlık inanç ve etnik topluluklara düşman imha ve inkarcı çizgisinde sebat eden, yakın geçmişimiz açısından bakıldığında dahi katliamcı faşist karakterinden taviz vermeyerek işçi sınıfı ve emekçiler, Kürt, Alevi ve pek çok halktan yüzlerce insanın kanına girmiş, yüz binlercesinin sürgüne gitmesine neden olmuş bir vahşi kıyıcılığa sahip olduğunu görmüyor ya da değerlendirmiyor, bizzat yaşıyoruz.
Bütün bunlar da göz önünde bulundurulduğunda söz konusu bütünleşme çağrısının ufku, bırakın ulusların kaderini özgürce tayin hakkını, halklar ve inançlar arası eşit ve özgür bir birliktelikten ziyade, açıkça ifade etmeliyiz ki devlet düzeyinde burjuva bir entegrasyondan öteye gitmemektedir. Dolayısıyla yeni paradigma olarak ifade edilen ve pratikleşmesi arzulanan çözüm konsepti, bu haliyle, milli baskı altında ezilen Kürt işçi emekçi kadın ve benzeri halk kesimlerinin lehine değil, sermayenin ve devletin yeniden tahkim edilmesine yönelik şekillenmektedir. Deyim yerindeyse mevcut süreç devletin bekasına yönelik atılan bir can simidi olacaktır.
Ek olarak; Abdullah Öcalan’ın çözüm vizyonunun çeşitli defalar sunulduğunda doğrudan burjuva-faşist parti liderlerine teşekkür edilmesi, bu paradigmanın sistem içi sınırlarını ve ideolojik yönünü açığa çıkaran bir unsurdur.
Devletle bütünleşme bahsini biraz açalım. Devleti doğru teşhis etmek, devletin ve ona kumanda eden mevcut iktidar bloğunun barış sürecinden muradının ne olduğunu anlamaya çalışmak önemlidir. Yukarıda söyledik, Türkiye bir faşist şeflik rejimi ile yönetilmektedir. Türk devleti bu süreci ‘’Terörsüz Türkiye’’ sloganı ile propaganda etmektedir. Sürecin önemli bir parçasının AKP-MHP iktidar bloğunun yeni anayasa gibi araçlarla ömrünü uzatma hedefinin olduğu göz ardı edilemeyecek kadar mühim bir konudur. Buradan Kürt hareketi bu amaca alet olacaktır gibi bir sonuç çıkarmıyoruz, sadece risklere ve tehlikelere işaret etmek istiyoruz. İktidar bloğu açısından PKK’nin kendini feshi ve silahsızlanması yalnızca güvenlikçi bir başarı değil; aynı zamanda iç politikada ‘’devletin zaferi’’ olarak sunulacaktır. Bu şartlarla hangi devletle ve nasıl bütünleşeleceği sorusu tüm çıplaklığıyla orta yerde durmaktadır.
Türkiye gibi burjuva demokratik devrimini gerçekleştirememiş,
yarı-feodal yapıdan çıkarak kapitalistleşmesini ancak çok uzun
yıllar süren sancılı süreçler sonunda iç başkalaşım geçirerek
kompradorlaşmak suretiyle tamamlayabilmiş ancak hala alt yapı ve
üst yapı kurumlarında önemli oranda feodal kalıntıların bulunduğu
bir sosyo- ekonomik formasyona sahip bir ülke için reformların bile
ancak devrimci mücadelelerin sonunda kazanılabileceği gerçeği ile
karşı karşıyayız. Anadilde eğitim, yerel yönetimlerde özerklik,
kimliklerin demokratik biçimde resmi statüyle tanınması gibi ulusal
sorun bağlamında ifade edebileceğimiz en sırada burjuva demokratik
haklar bile Türkiye koşullarında devrim sorunu haline gelmektedir.
Bunu bugün hala devam eden kayyum uygulamaları, anadil eğitiminin
önündeki engeller ve katı bir Türk kimliği tanımından dahi
anlayabiliyoruz. Bu koşullarda PKK’nin uzun yıllar boyunca
yürüttüğü reformist taleplere dayalı ama radikal araçlarla
sürdürülen mücadele, tam da bu nedenle, iktidarlar karşısında
devrimci işlevler görmüştür. Bu mücadelenin, daha doğrusu
mücadelenin bu halinin tasfiye edilmesinin nesnel olarak direniş ve
mücadelenin de geriye çekilmesi anlamına geleceği açıktır. Elbette
savaşın yarattığı belli bir tıkanma, yorgunluk ve yılgınlık halinin
hem Türkiye hem de tüm bir bölge açısından önemlidir. Suriye’de
siyasi dengeler ve taktik olarak gücü orada toplama veya orayı
güvenceye alma gibi anlayışlar da etkili olmuş olabilir ancak
gelinen noktada, Türkiye’de iktidar bloğunun baskı politikalarının
da yoğunlaştığı, demokratikleşme adına hiçbir imkânın mümkün
görünmediği bir dönemde silah bırakmanın demokratikleşme umudunu
taşımaktan çok mücadeleyi geriletme riski taşıdığı açıktır.
Sonuç olarak Kürt ulusal hareketinin PKK’yi tasfiye ederek silah
bırakmasıyla şimdilik sadece tek taraflı tavizlerle yürütüldüğü
görülen bu sürecin nihai amacı olarak sürecin göbeğine
yerleştirilen savaşın ya da ‘’Terörün’’ sonlandırılması adına
kurulan bu türden bir uzlaşı arayışının, esasında mevcut sınıflar
düzeniyle bir tür uzlaşma ve meşrulaştırma ilişkisi üretmekte
olduğunu; halkların özgürleşmesinden çok, sistemin ve bölgesel
siyasal düzenin burjuva devletler lehine restorasyonuna hizmet
edeceğini tespit etmek zorundayız.
Abdullah Öcalan’ın “Demokratik Toplum Sosyalizmi” olarak adlandırdığı teorik yaklaşımına gelirsek; bu teorik yaklaşım ilk bakışta isimlendirmesi dolayısıyla pek çoklarına sempatik gelebilir. Ayrıca Abdullah Öcalan’ın uzun yıllar boyunca ağır tecrit koşullarına rağmen Marksizm’i anlama, bir biçimde sosyalizm söylemini gündemde tutma ve bununla beraber bir özgürlük teorisi geliştirime çabası içinde olduğu görülmektedir. Söz konusu teorik yaklaşımın da yeni olmadığı, aksine daha önceleri ‘’Demokratik Modernite, Demokratik Konfederalizm’’ gibi pek çok farklı isim ve somut siyasi önermelerle beraber ifade edildiği bilinen bir durumdur. Şimdiye kadar üzerinde konuştuğumuz süreç içinde ‘’Demokratik Toplum Sosyalizmi’’ hakkında basına ya da kamuoyuna pek bir bilgi verilmemiş olsa da Abdullah Öcalan’ı yakından takip edenlerin uzak olmayacağı bir teorik yaklaşımın yine Öcalan tarafından halklara bir kurtuluş reçetesi olarak önerildiği açıktır.
Bugünlerde ‘’Demokratik Toplum Sosyalizmi’’ olarak ifade edilen teorik yaklaşım ya da nosyonun şimdiye kadar Öcalan’ın öne sürdüğü teorik- ideolojik ve politik görüşlerinden hareketle bir analizini yapmaya giriştiğimizde, bu teorik yaklaşımın Marksist sınıf teorisinden önemli kopuşlar içerdiği açıkça görülebilir. Öcalan’ın teorik görüşleri esas olarak ekolojik anarşist ve post-yapısalcı (post yapı sökümcü) Murray Bookchin, Antonio Negri, Michael Hard gibi düşünürlerden ilhamla şekillenen, özgünlük barındırmayan eklektik bir yapıdadır. Dolayısıyla Demokratik Toplum Sosyalizmi olarak ifade edilenlerin şimdiye kadar bizzat yine Öcalan tarafından çok kereler ifade edilen teorik görüşler göz önünde bulundurulduğunda Marksizmin temel sınıf analizini geri plana iten, uzlaşmaz sınıf çelişkilerini görünmez kılan bir yaklaşımdır. Devrimci değil reformist bir dönüşümü strateji haline getiren bu yaklaşım, sınıflı toplumu içeriden dönüştürmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla bu esasa ilişkin karakteriyle devrimci değil revizyonist bir hatta oturmaktadır.
Bu görüş, esasen sınıfsal antagonizmayı bulanıklaştıran,
uzlaşmacı, iç dönüşümle reform stratejisine dayanan ve devlet
aygıtının dışından ama ona entegre şekilde var olmayı hedefleyen
post-Marksist bir hattır.
Tasfiye tartışmasına dönecek olursak. Tasfiye eleştirilerine
verilen yanıtlardan anlaşıldığı kadarıyla düşülen en önemli
hatalardan biri tasfiyenin eleştirisinin yalnızca silahlı mücadele
üzerinden, yani silahların bırakılması ya da salt PKK’nin kendini
feshetmesi üzerinden ele alınarak muhatabına yönlendirildiği
yanılgısıdır.
Bu meseleyi biraz açalım: Bizler tasfiyeyi silahın bırakılması ya da salt bir örgütün kendisini feshetmesi sığlığında ele almıyoruz. Bunları veri olarak alıyor ama mevcut süreç açısından esasa olarak yukarıda özetlemeye çalıştığımız söz konusu barış ya da çözüm konseptinin kendisini koyuyoruz. Tasfiye sorununu faşist rejim karşısında devrimci radikal tarzda yürütülen etkin direniş ve mücadelenin sonlandırılarak mücadelenin reformist araç ve yöntemlere daraltılmasını dert ediniyoruz. Yani tasfiyeyi, ideolojik, siyasi ve örgütsel yanlarından çok biçimde tespit ediyor, buradan doğru eleştirilerimizi sıralıyoruz.
Tasfiye sorununa dair genel bir değini yapmak gerekirse; bizler
açısından devrimci mücadelenin, yalnızca silahlı mücadeleye
indirgenemeyeceğini ve devrimci mücadelenin reformist olandan
ayıran temel ölçütün, hedefin niteliği olduğunu belirtelim. Bugün
PKK’nin geldiği noktada, Öcalan’ın sunduğu bütünleşme paradigması
ve ona altlık teşkil eden “Demokratik Toplum Sosyalizmi’’ ve
hepsinden önemlisi PKK’nin kendini feshi ve silahlı mücadeleyi
sonlandırması gibi pratiklerle ilerleyen somut sürecin özünde
sistem içi bir pozisyona yerleştiği, dolayısıyla söz konusu
sürecin, sürece yön veren ideolojik, politik ve örgütsel
karakteristiğin tasfiyeci olduğunu söylemekteyiz.
Tasfiye tartışmasını anlamlı kılan: Tasfiye olarak tespit edilen
sürecin ve bu sürecin öznesi olarak irade sahibi olan siyasi
hareketin yalnızca ne yaptığı değil, hangi tarihsel, sınıfsal ve
ideolojik eksende konumlandığı ve bu konumlanışın ezilen sınıflar
ve halk kitlelerine uzun vadede ne getirip ne götüreceğidir.
Yazımızı bugün ülkemizde ulusal sorun konusunda gerçekçi çözüm
iradesinin komünist temsilcisi olan Önder İbrahim Kaypakkaya’nın
Kürt Ulusal Sorunu hakkındaki görüşleri temelinde bir mücadelenin
yükseltilmesinin her zamankinden daha gerekli olduğunu vurgulayarak
bitirelim.

