“Marksizm birçok ilkeden oluşur, ancak nihai tahlilde hepsi tek bir cümlede özetlenebilir: İsyan etmek meşrudur.” (Mao Zedong)
Söze, gerçeğin duygudaki tanımıyla başlamak gerekirse; tarihin Himalayalar’ın gölgesinde Nepal halk isyanı örneğiyle bize ironik bir sunumla gösterdiği şey: Bir zamanlar dünya halklarına umut aşılayan, siyasal iktidara namlulu uçlarından çıkardığı ateşin aydınlığından yürürken silahlarla düşürdüğü gerici mevzilerin sonuncusuna; başkent Katmandu’nun çeperlerine dayandığında her gerçek devrimin biricik ebesinin zor olduğundan kuşkuya düşerek “yıkmadan değiştirebilirim” inanıyla yaşadığı kırılmanın bedelini, “müesses nizamın” enkazı altında kalışına şahitliktir. Yani bu isyandan sonra kimi değerlendirmelere yansıdığı gibi, Maoist devrim, “hedefine vardıktan sonra” yozlaşıp yenilmedi; aksine yenilgi, Halk Savaşı’nın iktidarı alaşağı edecek kritik eşikte devrim önderliğinin silahları susturduğunda gerçekleşti. Başka bir deyişle devrimi başkent Katmandu’ya kadar getiren Maoist stratejiyken, 2006’dan halk isyanına kadar getiren süreç de sınıf iş birliğine girerek devrimi satan NKP- Maoist’e tarih yasaları tarafından tattırılan trajedisidir. Hatta bu öylesine büyük tarihsel bir derstir ki, bugünden sonra kitleler artık kullandığı isime, taşıdığı simgeye yaldıza-yıldıza bakmayacak; onlar adına hareket ettiğini söyleyen her siyasal özenenin ayakları dibine verdiği tartıda kendi ağırlığının oranına göre ya onunla yürüyecek ya da alaşağı edecektir! Bir bakıma bu, bu yüzyılın turnusol kağıdı olarak yine Maoizmin eseri olan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin kimilerine göre “tarihte kaldığı” yanılsamasına bir cevap olarak gülücükler içinde bugüne geri dönüşünün enfes bir yankısı olarak dalgalanacaktır… Ancak biz bu isyanın derslerinden önce 2006 yılında Katmandu’nun Halk Savaşı namlularıyla kuşatıldığı zamandan bugüne olanı en özet biçimiyle hatırlatmakla isteriz.
Öncelikle şunun altını çizelim, kimi anti- Maoist saplantı odakları ve özellikle de dünya gericiliğin pompaladığı algının sunduğu gibi Nepal halk isyanının hedefi Maoizm değildir. Aksine isyanın hedeflerinden bir kesim olarak, 1996’dan itibaren Maoizmle kitleleri seferber eden NKP-Maostin, devrime ramak kala komünizmin en temel ilkelerinden saparak devrimi satan kadrolarını da içeren Nepal’deki mevcut sömürü sistemi olmuştur.
Hatırlanacağı üzere halk savaşına önderlik yapan Nepal Komünist Partisi Maoist, (NKP-MAOİST-) 1996’da, Himalayaların eteklerinde siyasal iktidar hedefiyle başlattığı halk savaşını onuncu yılında başkentin çeperine taşımış; bu kuşatmayla monarşiyle birlikte gerici burjuva ve feodal sınıfları ve onların iktidar mekanizmasını tümüyle süpürüp demokratik halk devriminin siyasal taleplerine denk gelen demokratik halk iktidarını kurmaya ramak varken, bu aşamada egemen sınıflarla uzlaşmaya girerek monarşinin kaldırılması karşılığında komprador burjuva ve toprak ağalığı sistemiyle birlikte, adına “demokratik cumhuriyet” dedikleri bir koalisyona karar kıldılar. Bu aşamadan sonra kralın ikametgahı gecekondulara taşınsa da bu sembolik kaldı. Zira monarşinin başındaki kralın ikametgâhını gecekondulara taşıyan siyasal süreci kanları ve canlarıyla yaratan halk kurutuluş ordusunun dağıtılması ve silahlarının Birleşmiş Miletler konteynerlerinde kilit altına alınması bir devrimin önderliği tarafından, devrimin başına getirilecek en yıkıcı karardı. Devamındaki iki yıllık sürede ise kurtarılmış bölgelerdeki halk iktidarı nüvelerinin dağıtılması, devrimin ilerleyişi boyunca kamulaştırılan toprakların yeniden toprak ağalarına geri iade edilmesi gibi peşi sıra gelen uygulamalar devrimin satıldığını gösteren “ıslak imzalı” evrak niteliğindeydi. Dolayısıyla bu gerçeklik ortadayken, Nepal halk isyanının Maoizme veya komünizme karşı da yapıldığı söylemi gerçek üstü bir yaklaşım ve yorumdur.
Peki Maoist devrim önderliğini bu kritik noktada devrimden vazgeçmeye götüren, yani gericiliğin son kalesini kuşatmış ve bir iki günlük bir savaşla Katmandu’nun burçlarına devrimin bayrağını dikmenin önünde hiçbir siyasi-askeri direnç kalmamışken NKP-MAOİST’İ devrimi durdurup sistemle uzlaşma arayışına sevk eden şey neydi? O koşullarda NKP- Maoist’in enternasyonal proletaryaya ilettiği gerekçeye göre, (Nepal tarihini işçi sınıfı ve emekçiler lehine sonsuza dek değiştirecek olan) bu fırsatı kullanmaktan imtina etmesinin nedeni, bölge egemen güçlerinin devrime müdahale edeceklerine dair duydukları mutlak inançtı. Parti önderi Paraşanda ve onunla aynı düşünen Batahari gibi önder kadrolara göre Katmandu’nun burçlarında kızıl bayrak çekildiğinde, iki emperyalist bölge devleti olan Hindistan ve Çin’in fiili müdahalesine açık davetiye çıkarılacaktı(!) Böyle bir durumda Nepal halkı bu iki emperyalist gücün saldırısını püskürtecek maddi ve teknik olanlardan yoksun olduğundan, devrimi ilan etmek Nepal’in geleceği için büyük yıkım olurdu… Onlara göre, kendilerini inandırdıkları bu “dış müdahale kılıcı başlarında sallanıyorken, yapılacak şey devrimi yeni bir fazda sürdürmenin yolunu bulmaktı. Bu arayışın önlerine çıkardığı çıkış yolu da adına “fizyon” dedikleri kavramda anlam buldu. Bu kavramla yapmaya karar verdikleri şey de, Katmandu’nun dış çeperinde ilerlemesini durdurdukları devrimin önderliği ile Nepal egemen sınıflarının iç içe geçmiş siyasal temsilcilerinin yeni tipte bir iktidarını oluşturmak; halk savaşı önderliğiyle Nepal egemen sınıf temsilcisi siyasal partilerin ortak iradesiyle kralın ikametgahını saraydan varoşa taşımak; “yıkılan” Monarşi yerine de “demokratik cumhuriyet” dedikleri parlamenter sistem zemininde bir arada ve barış içinde olarak her sınıfın kendi yönüne doğru yürüyeceği bir sistem kurmak … (Evet anlaşılması zor bir denklem ama aynen böyle!) Böylece eski güçler, doğaları gereği toplumu geriye götürmeye çalışırken Fusion, (iç içe geçme ve içerden barışçıl yoldan değiştirme-ilerletme) dedikleri anlayışla iktidara ortak olan NKP-MAOİST de tarihsel yasalardan ve işçi sınıfı ve ezilen halk yığınlarının kendilerine olan desteğinden güç alarak devrimin kazanımlarını koruyacak, toplumsal yaşamı ileriye doğru geliştirecek ve bu adımlardaki süreklilikle demokratik halk iktidarına varılacaktır…
İşte halk isyanına maruz kalan bugünkü iktidarın siyasal ve sınıfsal kimliğinde yazılı olan notlar bunlardır. Dolayısıyla Nepal halk isyanına muhatap olan bu iktidar hiçbir şekilde ne Maoisttir ne de demokratik halk iktidarıdır. İktidarı alma aşamasında bundan vazgeçip burjuvaziyle iktidar paylaşımına giren o günkü Maoist önderlerin deyimiyle bu iktidar bir “Fusion” iktidarı olarak, yıkılmayan sistemin makyaj yemiş bir burjuva iktidarı ve hizmet ettiği sistem de krallığı gecekonduda ikamet etmekle yetinmiş bir sermaye tahakkümüdür. Devrimi Katmandu’nun çeperinde durduran o günkü NKP-MAOİST’e gelince; NKP-MAOİST, kararlaştırdığı bu yeni taktik süreçle, devrimin bundan sonrasının barış içinde ilerletilebileceğine kendini inandırdı. Çünkü, halk savaşı dönemi boyunca aldıkları halk desteğinin daha güçlü şekilde devam edeceğini düşündü. Çünkü devrimi başkentin çeperlerine taşıyan da halkın bu can bedeli desteğiydi. Ve barış içinde devrimi ilerletebileceklerine dair inanç da halkın devrime ve NKP-MAOİST’e bu can bedeli bağlılığıydı… Bu gerçeklik bilinmeden, sistemin yürütmesini paylaşan eski Maoist kadrolardan hareketle ne mevcut iktidarın Maoistlerin iktidarı olduğu algısı ne de Nepal’deki halk isyanının bütün bir sistemi hedeflemesinden hareketle, bu isyanın Maoistlere karşı bir isyan gibi gösterilmesi olgunun doğru bir ifadesi olmayacaktır.
Egemen sınıfların, “monarşiden vazgeçme” karşılığında sistemi demokratikleştirmede ortaklaşma olarak okunacak olan “demokratik cumhuriyet”in kabulüyle Maoistler, halk savaşı stratejisini taktiğe yedirmekle kalmadı, “Fusion” adını verdikleri bu iktidarı burjuva sınıflarla paylaşarak “barış içinde ilerleme” söylemiyle de Maoizmin teorisini bu anti Marksist siyasete yedirdiler. Dolayısıyla bu yazının başlığına çektiğimiz sentezinden de anlaşılacağı üzere, Maoizmin perspektifinde devrimler satılabilir, devrimci iktidarlar yozlaşabilir, devrimci kadrolar devrime ihanet edebilir ama kitlelerin devrim ihtiyacı doğrudan onların yaşadığı hayat şartları tarafından uyarılmış olarak her zaman canlı kalır ve koşulları oluştuğunda da onların pratiğinde ya isyana ya ayaklanmaya ya da önderliğini bulduğunda devrime koşullanır. Ve öyle anlaşılıyor ki Nepal’deki bu kendine özgü halk ayaklanması da Maoist devrimin halk savaşı pratiğinin uyandırıp siyasallaştırdığı ezilenlerin hayal kırıklığına uğramış bu “silahsız ordusu”, şimdi farklı bir embriyoda uyanmış olarak kendine özgü yeni bir devrime yaşam olanağı arıyor.
İsyanın Bağrındaki Mesaj: Kültür Devrimini Öne Çekmek!
Eylül 2025’te patlak veren ve Nepal gençliğinin öncülük ettiği isyan dalgası, yalnızca yozlaşmış bir hükümete değil, aynı zamanda devrimi devam ettirmek iradesini göstermediği için kendi karikatürüne dönüşen iktidar erkinin ortakları durumundaki türlü çeşitlilikteki “devrimci”, “komünist-Maoist” maskesini kullananlara da bir başkaldırıdır. İktidarın, dijital çağın sinir uçlarına dokunan sosyal medya yasaklarıyla tetiklenen bu isyan, anlık bir öfke de değildir; aksine, birikmiş bir hayal kırıklığının, ideolojik bir boşluğun ve 21. yüzyılda çelişkilerin bulduğu yeni tipteki formunun şiddetli bir tezahürüdür. Bu isyanın bizlere “beni gör” dediği özgünlüğü budur. Bu bağlamda, bu ayaklanmaya ilişkin çeşitli cephelerden ve birbirinden farklı yaklaşımlardan ortak çıkarsamalardan bir diğeri olan; ayaklanmayı “dış güçlerin, Hindistan’ın, Çin’in, Amerikan istihbaratlarının ve veya sağcıların… yönlendirdiği” gibi bir sonuç, tümüyle bir algı operasyonuna karşılık gelir. Algıdır çünkü, bununla söylenmek istenen şey ‘kitlelerin kendiliğinden ayaklanma iradesi göstermeyeceği, güçlerinin devrime, devirmeye yetmeyeceği, bunu da ancak emperyalistlerin desteği ve yönlendirmesiyle yapacağı’ algısı olarak yirminci yüzyıldan devralınan gerici bir retoriktir.
Hatırlanacak olursa, Büyük Sovyet Devrimi’nden sonra başlamak üzere, bu devrimin “Almanların Lenin’i Rusya’ya sokmasıyla”; yirminci yüzyıl işçi devrimlerini ve komünist parti faaliyetlerini de “Sovyet Rusya’nın kışkırtmalarıyla” yapıldığından tutun da Kürt isyanlarında aranan “İngiliz parmağı” ve PKK’nin öncülük ettiği ulusal kurtuluş savaşının “dış güçlerin kışkırtmasıyla” yapıldığı iddialarıyla açıklamaya çalışırken nasıl ki devrimi ve ayaklanmayı koşullayan sömürüyü, mili zulmü burjuva sınıf diktatörlüğünün yarattığı toplamsal yıkımı ve çürümeyi gizlemeye çalıştılarsa aynı şeyi bu kez de Nepal gençliğinin ateşlediği ve tümüyle sisteme yönelmiş başkaldırısının, dünyanın ezilen ve sömürülen halklarına sirayet ettirdiği ilhamı gölgelemek istiyorlar. Gerçekte ise, tarihsel materyalist perspektiften bakan herkes, sebepsiz maddi temelden yoksun hiçbir bireysel ve toplumsal hareketin olamayacağını bilirler. Bu Marksist tarih bilimiyle insanlık tarihine yaklaşan işçi sınıfı öncüleri ise bu bilginin ışığında çok daha fazla tecrübeye sahiptir.
Nepal’deki ayaklanmanın maddi temeli ayaklananların yaşadığı ağır sömürü, özellikle genç nüfusun yaşadığı işsizlik ve geleceklerine ilişkin öngörüden yoksun bırakılmasına karşılık devlet yönetimindeki üst bürokrasinin yaşam tarzında dışarıya taşan lüks hayat, yolsuzluk, kayırma ve kamu olanaklarının yağmalanmasının sebep olduğu ahlaki çöküşün değer üreten işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamına daha fazla yoksulluk ve baskı olarak yansımasıdır. Halk isyanı bu gerçekliğe karşı düşen bir itiraz ve bu durumun değişim isteğidir. Ama kuşkusuz ki sınıflı toplamlar tarihi boyunca yapılageldiği gibi, egemen sınıflar her zaman kendilerini alaşağı edecek her kalkışmaya en yüksek dikkati gösterir. Sisteme yönelen devrimleri ve kendiliğinden isyanları bastırmak ne kadar klasik devlet refleksi ise, en az onun kadar kullandıkları yöntemlerden biri de hareketi yönünden saptırmak, enerjisini boşaltmak, içerden parçalayarak güçten düşürmek ve ittifakları güvensiz hale getirerek menziline varmasını engellemek de vardır. Özellikle yirmi birinci yüzyılda iletişim araçları ve ağlarının ulaştığı seviyenin sağladığı avantajlar göz önüne alındığında bu ikinci “savaş” yönteminde emperyalist sisteminin iktisadi, siyasi ve örgütsel olarak dünyayı adeta avuçladığı gerçeği onların bu sömürü, savaş ve yağma sistemini zayıflatacak her halk isyanına ve devrimlerine ilgisiz kalamayacağı da bir gerçektir. Ancak bu müdahaleler hiçbir şekilde halkı isyana ve veya devrime kaldıran maddi sebeplerini gölgeleyemediği gibi, komünistleri de bu halk isyanlarına karşı tereddütlü davranmasını meşru kılmaz. Tetikleyici nedenleri tümüyle gerçekliğin meşruluğunda tanımlanmış olan ve şimdilik “isimsiz” kalmış bu halk isyanı için şu da söylenebilir ki, kimi yönelimleri ve pratik sonuçlarıyla Nepal halk isyanı benzersizdir ve bu yüzyılın kendinden sonrakilerine ilham verici özgünlükleri barındırır.
Her şeyden önce tamamıyla materyalist bir okumayla yaşadıkları sorunların direkt sorumlusu olarak gördükleri devlet simgesi olan hükümet ikametgahının ateşe verilmesi, tarihte sözlere, şiire, edebiyata konu edilseler de hiçbir şekilde pratikleşmemiş olan “sarayı yıkmak,” “sarayı yakmak” söylemi ilk kez bu isyanın hedefinde pratikleşti ve hükümet sarayı ateşe verildi. Yolsuzluk yapan, halka sefalet yaşatırlarken, vergi adı altında yapılan soygunla elde edilen para ve servetle kendisi ve yakın çevresiyle lüks yaşam sürdüren bakan ve bürokratların; halka karşı silah ve şiddet kullanan polislerin don, atlet kalırcasına soyulup kitlesel kötekle cezalandırılması ve yarı çıplak sokaklarda gezdirilerek nehre atılmasının gösterdiği tutum, birliği edata yeni tipte bir erken “Kültür Devrimi”nin habercisi olarak sloganını da pratikle göstermiştir. Toplumu mülkiyet sisteminin bulaştığı suçlardan kitlesel eylemle arındırmak! Bu, bu yüzyılın sınıf mücadelesinin özgünlüğünü haber veren yeni ve enfes bir yönelimdir.
Bu örnekle uyarıldığımız şey, tarihsel yasaların devrime zorunlu bıraktığı işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin taşkın hale geldiklerinde, öncesinden deneyimlenmemiş ve ancak bugünün ezen-ezilen çelişkinin aldığı biçim ve derinliğe karşılık gelecek yeni tip hesaplaşma ve hesap sormanın özgün biçimlerinin tasarlanması ve uygulanmasına hazırlanmak ve hazır olmak gerekliğidir. Zira tecrübe edilmiştir ki her devrim, kendi pratik ve teorik görevini taşır. Nepal halk isyanında gördüğümüz de bu isyanın kendine özgü görevlerinin ifasıdır. Yani; eskimiş ve yozlaşmış özel mülkiyet dünyasının feodal, teokratik, burjuva ve emperyalist prangalarına karşı verilen siyasal iktidar mücadelesini bugünün ezen, ezilen sınıf karşıtlığının ulaştığı farklılıklarına karşılık gelecek donanıma ulaştırmak elzemdir. Maoizmin sıçramalı bilincinin tarifleneceği noktalardan biri de budur. O, Çin devriminin özelliklerinden bahsettiğinde, “Stalin’e/Komite’ne rağmen yaptık” derken her devrimin özgünlüğünün o devrimin gerçekleşeceği toplumun tarihsel, siyasal, iktisadi ve kültürel özgülünde aranması gerektiğini, bu özgünlüğün keşfi olmaksızın bunun mümkün olamayacağını söyleyendi. Nepal halk isyanının, sarayın yakılması, halk düşmanı devlet görevlilerinin ve devletin silahlı gücünden unsurların dövülerek yarı çıplak suya atılması “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin ruhuna bu yüzyılda kazandırılmış beden olmadığını kim söyleyebilir? Ama bu aynı zamanda, NKP-MAOİST tarafından on yıl boyunca Maoist Halk Savaşı’yla seferber edilen Nepal işçi sınıfı, yoksul köylülük, ulusal azınlıklar ve kadın-erkek emekçi gençliğini devrimin arifesinde kendilerine yaşatılan hayal kırıklığına da bir cevaptır. Başka bir ifadeyle Nepal sokaklarını dolduran gençlerin öfkesinin hedefindeki yolsuzluk ve lüks yaşam, aynı zamanda devrimi yarım bırakan ve devirmeyi vadettiği düzenin tüm patolojilerini yaşamlarında yeniden üreten, eski “hayal kurucularının” eskiyle birleştirilmiş yaşamsal sistemlerine bir savaş ilanıdır ve yöntemleri de kendi zamanlarına özgüdür.
Tüm Devrimlerde Kapsül Görevi Gören Her Genç Kuşak, Devrime Kendi Dili ve İlişki Biçimiyle Katılır
Bu isyanın öncüsü olan gençliği 20. yüzyılın klasik okumalarıyla anlamaya çalışmak yetersiz kalır. Onlar, Mao’nun devrimin itici güçleri olarak tanımladığı proletarya ve köylülüğün modern izdüşümleri olmakla birlikte, farklı bir bilince sahipler. Onlar, dijital dünyanın yerlileri; interneti bir lüks değil, “prekarya”laşmış hayatlarında bir “hayatta kalma aracı” olarak gören, kayıt dışı ekonomiye mahkûm edilmiş bir nesil. Bu neslin, geleneksel parti bayrakları yerine “Anime” karakterlerinin bayraklarını sallaması, basit bir kültürel tercih değil, kendisini güncellemeyen 20. yüzyıl sembolizminin yerine geçen, küresel ve “isimsiz” bir itiraz dilinin yaşam bulmasıdır. Bu, devrimci öznenin, eski kalıpların dışında, kendi dilini ve sembollerini yaratarak nasıl yeniden kurulduğunun canlı bir örneğidir.
Gençliğin, Prachanda da dahil olmak üzere tüm siyasi elitlerin evlerine saldırması, bu yeni kuşağın, yozlaştığını düşündüğü kurucu iradeyi devirdiği kesin kopuş anıdır; devrim, bir zaman kendi öncüsü olanları, kendileriyle birlikte savaştıkları düşmanla aynılaştığında onları reddeder. Mao’nun “Parti silaha kumanda etmelidir” uyarısı, sadece askeri bir ilke değil, aynı zamanda devrimci iradenin, devletin ve bürokrasinin ayartıcı ve yozlaştırıcı mekanizmaları karşısında ideolojik özerkliğini korumasının da bir manifestosudur. Parlamenter sistem, Nepal’de devrimin silahını değil, ruhunu teslim almıştır ve çıkardığı pis kokunun kaynağını tam isabetle tespit eden ezilenler, çürümüşlüğün sarayını ve koruyucularını ateşle ve suyla yıkamışlardır. Bu gerçeklik, her toplumsal hareketin, kendi teorisini yarattığına da kanıt olmuştur. Eğer mevcut teoriler hayatın ve yeni neslin gerçekliğine cevap veremiyorsa, kitleler kendi yollarını çizerler.
Öte yandan Nepal halk isyanı, aynı zamanda dogmatik “komünistlerin” teorik krizinin de bir aynasıdır. Kitlelerin dilinden ve gündeminden kopmuş, kendi iç tartışmalarına hapsolmuş bir hareket, önderlik etme yeteneğini yitirir. Mao’nun materyalist perspektiften teşhis ettiği “doğru fikirler toplumsal pratikten gelir” sentezi, hareketin kitlelerden öğrenme ve kendini sürekli yenileme zorunluluğunu ifade eder. Kitlelerle bu bağ koptuğunda, teori bir kılavuz olmaktan çıkıp hayatın üzerinde bir ölü ağırlığa, bir dogmaya dönüşür. Bu açıdan, Nepal’deki bazı devrimci grupların bu “Gen-G hareketini” anlama ve selamlama çabası önemlidir. Ancak mesele, mevcut isyana “destek vermekle” sınırlı değildir. Asıl görev, bu isyanın dilini çözmek, onun içindeki ilerici ve enternasyonal potansiyeli açığa çıkarmak ve ona tutarlı bir devrimci perspektif sunmaktır. Bu, eski ezberleri tekrar etmekle değil, ancak ve ancak 21. yüzyılın çelişkilerini dijital emek, ekolojik kriz, yeni emperyalist biçim ve sınıfın biçimi–ni analiz eden yeni bir teorik sentezle mümkündür.
Sonuç olarak, Nepal’de tanık olduğumuz şey, bir devrimin sonu değil, devrimin ne olması gerektiğine dair yeni ve sancılı bir arayışın başlangıcıdır. Bu, sadece Nepal’in değil, dünya komünist hareketinin ve tüm insanlığın sorunudur. Görev, devrimin küllerinden yeni bir pratik, yani 21. yüzyılın “isimsiz” ve küresel isyankârlarına hitap edebilecek yeni bir enternasyonalizm ve devrim hareketi çıkarmaktır. Aksi durumda burjuvazi ve emperyalizm kendi pozisyonunu korumaya devam edecektir.
Bu yazı Halkın Günlüğü Gazetesi‘nin Ekim-2025 tarihli 53. sayısında yayımlanmıştır.
