
Kişisel Olan Politik Olandır
Sosyalist mücadelede aşk ve yoldaşlık arasındaki bağ, yalnızca duygusal bir alanın değil, aynı zamanda devrimci ahlakın da sınandığı bir zemindir. Bu yazı, bireysel bir sevda anlatısını merkeze alarak, o sevdanın sınıfsal bellekteki karşılığını, çözülüşünün ise politik-ahlaki anlamlarını irdelemeyi amaçlamaktadır. Burada anlatılan, yalnızca iki kişinin duygusal kopuşu değil; sosyalist ilişkilerin niteliği, sürekliliği ve krizi üzerine bir düşünme biçimidir.
Sevda ve devrim, çoğu zaman karşıt alanlar gibi görülür. Oysa gerçek bir devrimci yaşam biçimi, bu iki alanı çelişkili değil, bütünlüklü bir zemin üzerinde kurar. Kollontai’nin de belirttiği gibi, “Aşk ancak sınıf bilinciyle, eşitlikle ve emekle beslenirse özgür olabilir.” Bu söz, yalnızca bireyler arasındaki romantik ilişkiyi değil; devrimcilerin hayatın her alanına sinmiş burjuva alışkanlıklarını nasıl sorgulaması gerektiğine dair temel bir ilkedir. Bu yazıda, sevdayla kurulan bağın nasıl bir yoldaşlık biçimine dönüştüğü, bu biçimin hangi siyasal değerleri taşıdığı ve çözülüşün neden yalnızca bireysel bir travma değil, politik bir sorgulama süreci olduğu ortaya konacaktır.
Devrimcilik ve duygusal ilişkilerin niteliği
Devrimci ahlak, yalnızca örgütlü yapıların içinde değil, bireylerin gündelik yaşamlarında da kendini gösterir. Bir sevdanın doğuşu, gelişimi ve çözülüşü; bu ahlakın ne kadar içselleştirildiğiyle doğrudan ilişkilidir. Çünkü devrimcilik, bir bakıma burjuva kültürüne karşı inşa edilen alternatif bir yaşam biçimidir. Bu yaşam biçiminde emek yalnızca fabrikada, grevde ya da sokakta verilmez. Aynı zamanda ilişkide, bağ kurmada, birlikte yaşamı örmede de verilir.
Aşk, sınıfsal ilişkilerden azade değildir. Kapitalist toplumun dayattığı bireycilik, rekabet, mülkiyet ve tahakküm ilişkileri duygusal birliktelikleri de şekillendirir. Bu nedenle, sosyalist bir ilişkide aşkın kendisi bir mücadele alanıdır. Sevgi, mülkiyetçiliğe değil paylaşıma; tahakküme değil eşitliğe; sessizliğe değil birlikte düşünmeye dayanmalıdır.
Bu bağlamda “örgütlü sevda” ifadesi, yalnızca bir mecaz değil; aynı zamanda bir ilkesel duruştur. Devrimciler için aşk, rastlantıya bırakılabilecek bir his değil; emek verilmesi gereken bir bağdır. Çünkü bir ilişkideki eşitsizlik, sessizlik, hesaplaşmasızlık; en nihayetinde sınıfsal çelişkilerin duygusal düzlemdeki tezahürüdür.
Yoldaşlık ve sevda
Yoldaşlık, devrimciler arasındaki en temel bağdır. Ortak hedefler, ortak yükler, ortak riskler ve ortak hayallerle örülüdür. Ama yoldaşlık yalnızca eylemde omuz omuza durmak değildir. Yoldaşlık, aynı zamanda duygusal dayanışmanın, kırılganlıkların paylaşımının ve sorumluluğun ortaklaşmasının da adıdır.
Bir ilişkide yoldaşlık, yalnızca sevgili olmakla değil; aynı zamanda birbirinin dönüşümüne katkı sunmakla anlam kazanır. Devrimci sevgili, yalnızca aşkın nesnesi değil, aynı zamanda mücadele arkadaşının öznesidir. O nedenle sessizlik yalnızca duygusal bir iletişimsizlik değil, aynı zamanda politik bir sorumsuzluk hâline gelir. Pir Sultan’ın dizelerinde geçen “Dostun bir tek sözü yaralar beni / Düşmanın kurşunu işlemez cana” sözleri, bu bağlamda oldukça anlamlıdır. Çünkü dostluk ve yoldaşlık, öyle bir bağdır ki, en derin kırılmalar orada yaşanır.
Örgütsüzleşen Aşk: Bir çözülüşün politik anatomisi
Aşklar da örgütsüzleşebilir. Sevgi de tıpkı örgüt gibi emek, süreklilik ve ilkeler ister. Kollontai’nin uyarısı boşuna değildir: “Bazı aşklar örgütsüzdür; dağılır, çözülür, ilk fırtınada savrulur.” Bu çözülme, sadece duygusal değil; politik bir çözülüşün de işareti olabilir. Çünkü devrimci yaşam, yalnızca dışsal mücadelenin değil, içsel bütünlüğün de inşasıdır.
Bir ilişkinin örgütsüzleşmesi, sessizlikle başlar. Sessizlik, yalnızca sözlerin eksikliği değil; aynı zamanda ortak karar alma yetisinin, hesaplaşma kültürünün ve dönüşüm pratiğinin terk edilmesidir. Devrimci bir ilişki; konuşarak, tartışarak, birlikte çözüm arayarak yaşanır. Sustukça, yalnızca aşk değil; devrimci bilinç de yitip gider.
Sınıf belleği ve kırılmaların izleri
Sınıf mücadelesi yalnızca iktisadi bir düzlemde değil, aynı zamanda duyguların, ilişkilerin ve bağların da alanıdır. Sınıf belleği dediğimiz şey; yalnızca grevlerin, direnişlerin, manifestoların toplamı değil; aynı zamanda o mücadelelerin içinde şekillenen duyguların, dayanışmaların ve çözülmelerin toplamıdır.
İki insan arasında doğan bir sevda, eğer sınıfsal bilinçle yoğrulmuşsa, artık yalnızca iki kişiye ait değildir. O bağ, sınıfın tarihsel yürüyüşünde bir hatıraya, bir belleğe, bir iz bırakır. Hele ki bu sevda yoldaşlıktan doğmuşsa, o zaman bu ilişkinin çözülmesi de sınıfın belleğinde bir kırılma olarak yer eder. Çünkü örgütlü mücadelede her bireysel çözülme, bir kolektif zayıflama riskini de beraberinde taşır.
Bu nedenle, bir ilişkinin sona ermesi sadece “kişisel bir mesele” değildir. Hele ki devrimci bir yaşamı birlikte inşa etmiş iki kişi arasında yaşanmışsa, bu sona ermenin izleri bir politik zemine de kazınır. Elbette insanlar kendi yollarını seçebilir; bu, bir haktır. Ama bu seçimler, taşıdıkları sınıfsal anlamlarla birlikte değerlendirilmelidir. Çünkü hiçbir yol, sınıfsal bağlamından azade değildir.
Devrimci Kadının Aşkı: Kollontai’den günümüze
Kadın devrimcilerin aşk deneyimleri, çoğu zaman iki cephede birden mücadele etmeyi zorunlu kılar: Biri kapitalist patriyarkal düzenle, diğeri ise yoldaşlık ilişkilerinde yeniden üretilen ataerkil kalıplarla. Kollontai, Rosa Luxemburg, Nadejda Krupskaya ve pek çok başka sosyalist kadın, aşkı bir özgürleşme alanı olarak ele almış ama aynı zamanda bu alandaki eşitsizliklerle de mücadele etmiştir.
Kollontai, aşkın ve sevginin kolektif yaşamla uyum içinde gelişmesi gerektiğini savunur. Ona göre aşk, kadını zayıflatan bir boyunduruk değil; güçlendiren, dayanışmayı büyüten, özgürleştiren bir bağ olmalıdır. Ancak bu mümkündür ki, devrimci bir yaşamda sevda özgür bir biçimde yeşerebilsin. Aksi takdirde aşk, burjuva alışkanlıklarının içe sinmiş biçimiyle kadın devrimciyi yalnızlaştırır.
Bugün hâlâ kadın devrimciler aynı ikilemleri yaşamaktadır. Sevdiği yoldaşına duyduğu bağ ile örgütlü mücadelenin gerektirdiği sorumluluklar arasında çoğu kez tek başına kalır. Ve bir kopuş yaşandığında, bu kopuşun bedelini çoğu zaman kadın olan yoldaş öder. Çünkü duyguların yükünü de, sessizliğin acısını da en derinden o taşır.
Sessizlik ve Yok Sayılma: Politik bir şiddet
Bir ilişkide yaşanan sessizlik, sadece kişisel bir iletişimsizlik değil; aynı zamanda politik bir şiddet biçimidir. Özellikle örgütlü mücadele içinde birbirine yoldaşlık etmiş iki insan arasında oluşan sessizlik, yıkıcı bir etki yaratır. Çünkü devrimci yaşam, açık yüzleşmeleri, hesaplaşmaları ve birlikte dönüşmeyi gerektirir.
Yok saymak, hesap vermemek, nedenleri tartışmamak, kişisel tercihlerin arkasına sığınıp kolektif bağları göz ardı etmek; tüm bunlar, devrimci ahlakla çelişen tutumlardır. Aşkın ve yoldaşlığın bir hafıza oluşturduğu düşünülürse, bu hafızayı sessizlikle yok etmek bir tür tarih inkârıdır. Devrimci hafıza, yalnızca başarıları değil, kopuşları da kayda geçirmelidir ki; bizden sonrakiler o deneyimlerden ders çıkarabilsin.
Aşk ve Devrim: İkili değil, bütünlüklü bir inşa
“Aşk mı, devrim mi?” ikilemi, kapitalist bireyciliğin devrimciler arasında bile yeniden ürettiği sahte bir çelişkidir. Oysa ikisi bir arada mümkündür, yeter ki her iki alan da emekle, örgütlülükle ve eşitlikle örülsün. Devrim, yalnızca siyasal bir dönüşüm değil; aynı zamanda duygusal olanın da kolektifleşmesidir.
Devrimciler için sevgi, yalnızca kişisel tatminin değil; toplumsal dönüşümün de aracıdır. Çünkü sevgisiz bir devrim, kuru bir mekanizmaya; devrimsiz bir sevgi ise bireyci tüketim nesnesine dönüşür. Gerçek devrimci bağlar, bu iki alanın birleştiği yerdedir. Sevdiğin kişiye duyduğun emek, aynı zamanda örgüte, sınıfa ve geleceğe duyulan emektir. Ve bir ilişkide yaşanan çözülme, o emeğin neden yarıda kaldığı üzerine sorumluluk almayı da gerektirir.
Hafıza, kayıt ve devrimci duyguların sürekliliği
Devrim yalnızca eylemlerin değil, duyguların da kolektifleşmesidir. Bir sevdanın ardından yazılan her cümle, eğer o sevda bir mücadele içinden filizlenmişse, kişisel bir günlük değil, politik bir bellek çalışmasıdır. Çünkü bizler yalnızca yaşadıklarımızla değil, nasıl hatırladıklarımızla da mücadele ederiz. Ve hafıza, devrimci bir özne için yalnızca geçmişi anmak değil, geleceği kurmaktır.
Devrimci yaşam, süreklilik ister. Bu süreklilik yalnızca sokaklara, toplantılara, bildirilerle kurulmaz. Aynı zamanda kalp atışlarında, göz göze gelişlerde, vedalarda ve suskunluklarda da kurulur. Ve işte bu yüzden, devrimci sevda da süreklilik ister. Rastlantılara bırakılan, örgütsüz kalan bir bağ; eninde sonunda kapitalizmin tekrar ürettiği yalnızlaşma biçimlerine yenik düşer.
Kolektif bir yaşam kurmak, aynı zamanda kolektif bir duygulanım yaratmak demektir. Bu, aynı sloganı atmak, aynı bildiriyi dağıtmak değil; aynı kalp ritminde yürümeyi göze almaktır. Ve ayrılıklar da bu ritimden düşüldüğünde politik bir anlam kazanır.
Politik olarak aşkı yeniden düşünmek
Marksist kuram, duygulara çoğu zaman yeterince yer açmadı. Duygular, “ikincil”, “türetilmiş”, “burjuva bireyciliğinin ürünü” olarak görüldü uzun süre. Oysa bugün, duygulanımın da sınıfsal olduğunu; hislerin de üretim ilişkileriyle biçimlendiğini daha açık biçimde görmek zorundayız. Aşk, korku, kıskançlık, sevinç, umut – bunların hepsi üretim ilişkilerinin ve tarihsel bağlamın biçimlendirdiği alanlardır.
Politik aşk; yalnızca sevmenin değil, birlikte dönüşmenin, birlikte hesaplaşmanın, birlikte yarım kalmanın da adıdır. Bu yüzden her devrimci ilişki bir hafızadır; her sevda bir kolektif izdir. Ve her susuş, yalnızca bir aşkın değil; bir tarihin, bir hareketin, bir geleceğin sessizliğidir.
Devrimci aşkı yeniden düşünmek; sadece sevmeyi değil, terk etmeyi de; sadece bağlılığı değil, çözülüşü de anlamaya çalışmaktır. O zaman belki, her çözülme bir yıkım değil; bir yeniden inşa ihtimalidir.
Sonuç yerine
Yoldaşlık ve sevda, devrimci pratiğin temel yapıtaşlarıdır. Sadece kişisel bağlar değil, aynı zamanda ortak bir siyasi bilinç ve sınıfsal dayanışma oluştururlar. Devrim mücadelesi, bireylerin duygusal ilişkilerinden bağımsız düşünülemez çünkü bu ilişkiler politik süreçlerin içinde şekillenir ve bu süreçleri etkiler.
Birlikte mücadele etmek, yoldaşlar arasında derin bir güven ve sorumluluk duygusu yaratır. Bu bağ, sıradan dostlukların ya da romantik ilişkilerin ötesine geçer; ortak bir gelecek ve özgürlük arzusunun somut ifadesi olur. Ancak bu bağlar, ihanet, politik sessizlik veya duygusal kopuşlarla zedelendiğinde, mücadelede ciddi yaralar açar. Sessizlik, çatışmadan kaçmak veya gerçek sorunları görmezden gelmek, devrimci dayanışmayı erozyona uğratır.
Gerçek devrim, sadece ekonomik ve toplumsal yapıları değiştirmekle kalmaz; insan ilişkilerini, duyguları ve etik değerleri de yeniden inşa eder. Bu anlamda, aşk ve yoldaşlık birbirinden ayrı düşünülemez; çünkü her ikisi de bireysel acıları kolektif güce dönüştüren dinamiklerdir. Devrimci süreçlerde aşk, politik bir ifade biçimine dönüşür; duyguların kolektifleştiği ve yoldaşlıkla iç içe geçtiği bir zemindir.
Bu yüzden, işçi sınıfının belleğinde ve sosyalist hareketin pratiğinde aşk ve yoldaşlık, mücadeleyi güçlendiren iki temel unsur olarak ele alınmalıdır. Sadece sınıf mücadelesinin değil, aynı zamanda ilişkilerin, duyguların ve politik sorumlulukların da dönüşümünü içeren bu yaklaşım, devrimin gerçek anlamını ortaya koyar.
Sonuç olarak, devrim, sadece iktidar yapılarını değiştirmek değil; aynı zamanda bireylerin kendileriyle, birbirleriyle ve toplumla kurdukları bağları dönüştürmektir. Bu dönüşümde, yoldaşlıktan doğan sevda, devrimci ahlakın ve sınıf bilincinin en güçlü ifadesidir.

