
Yaşadığımız şu gerilimli günlerde tanıklık ettiğimiz düşünsel savrulmalarda bizi evlere hapseden korku ve kaygıyı görünür, belirgin ve baskın hale getiren pandeminin etkisi, rolü nedir, henüz detayları bilemiyoruz. Bu sorunun önümüzdeki dönemde sosyal bilimcileri, psikologları, psikiyatristleri epeyce meşgul edeceği kesindir ama…
Kamuoyunu meşgul eden pek çok olayda devrimci, yaratıcı, sağaltıcı eleştirelliği değil, “gözde yıllarını yaşayan taassubu, sağ muhafazakarlığı, geleneksel “ahlakçı ”lığı çok besleyen ve elbette ondan beslenen gelişmelere sıkça tanık olduğumuzu söylemek abartı olmayacaktır.
Tuhaf bir “akıl tutulması” yaşanıyor. İnsanlar entelektüel derinlikten, bilgi birikiminin sunduğu aydınlıktan giderek uzaklaşıyor ya da kopuyor. Neredeyse her gün yeni bir örneğine tanık oluyoruz bunun.
Geçtiğimiz günlerde İrfan Aktan “Gazete duvar” için önemli bir makale kaleme almıştı. (https://www.gazeteduvar.com.tr/muhalefet-saga-cek-kurtler-siz-de-makale-1508500)
Bu makalede, muhalefetin kimler tarafından ve nasıl gerici, muhafazakâr bir çizgiye çekildiğine dair oldukça dikkat çeken saptamalar vardı. “Kaleyi içten fethetme” derdindeki egemenlerin bilinçli olarak yarattıkları tehlikenin boyutlarına ilişkin oldukça uyarıcıydı bu makale.
Örneğin, “CHP yönetiminin, iktidarın ve MHP’nin elinden milliyetçi söylemi, dolayısıyla aslında milliyetçi ideolojiyi devralma-aşırma çabasının sadece bir siyasi manevra olarak “okunamayacağına” işaret ediyordu. Bu yönelimin ne anlama geldiğini siyasal pratiklerden örnekler verip izaha çalışmıştı.
“Bu, bilinçli, seçilmiş, hesaplanmış hamleler aynı zamanda CHP’yi dönüştürerek, onu devlet açısından kıvama getiren bir yönelim. CHP yönetimi, Roboski katliamının yıldönümünde bir tweet bile atma gereği duymuyorsa, Kürtlere yapılan zulme, en aleni hukuksuzluklara gıkını bile çıkarmıyorsa, kıvama gelmiş demektir,” diyerek bir kanaati de dile getirmişti.
Egemenlerin muhalefet güçlerine dayattığı muhafazakarlaşmanın-basbayağı gericileşmenin Kürt ulusal hareketi için ne anlama geldiğine de şu satırlarla yer veriliyordu:
“Bu sağ akıntının Kürdistan ayağının olmaması düşünülemez. … HDP’yi seçenek olmaktan çıkarıp Kürt alt-orta sınıfları sağcı-İslamcı bir partiye, örneğin Hüda-Par’a veya başka benzer yapılara yöneltmek, büyük sağcı hamlenin Kürdistan versiyonu olarak öne çıkıyor.”
Kısa bazı tarih göndermelerinin ardından, bugün HDP’ye ve Kürt kadın hareketine yönelik zorlayıcı-tasfiyeci baskı öğelerinin gerici bir “stratejik ortaklık” gereği gündemleştiğine işaret ediyordu İ. Aktan. Uzatmayalım. Keşke gündeme gelen bütün bu sorunlar rasyonel aklın gücüyle ve geniş olarak irdelenebilseydi.
Kuşkusuz ki, gündemimize gelen bu konulara verilecek yanıtın özü şu soruda saklıdır: Bugün Kürt ulusal hareketi egemenlerin baskısıyla tasfiye edilse ya da gerici-muhafazakar siyasal-kültürel bir çizgiye çekilip seküler-aydınlanmacı çizgisinden uzaklaştırılırsa, yine de dünyanın hayranlıkla izlediği “Ordulaşan” bir “Özgür kadın hareketinden” söz edilebilir miyiz gerçekten?
İkincisi ise kısaca şu: Kadın özgürlük hareketi de dahil, ilerici, devrimci, demokratik muhalefet dinamiklerini kuşatan bu muhafazakarlaşma baskısı esasen kimlerden gelmektedir, kimleri etkisizleştirmeyi hedeflemektedir ve başarılı olunması halinde hangi güçlerin işine yarayacaktır?
Kültürel, Siyasal Gericiliğin Sol Saflara Sirayeti
Lafı hiç eğip bükmeye gerek yok. “Solculuk,” “devrimcilik” ve hatta çok temel dinamiklerden biri olan “kadın özgürlük hareketi” adına bugün içine çekildiğimiz yapay “ahlakçılık” tartışmalarının, buradan beslenip kışkırtılan linç girişimlerinin hangi güçlerin değirmenine su taşıdığı; kimi, neyi, hangi dünya tasavvurunu zayıflatmayı öncelediği çok açıktır.
Temel devrimci dinamiklerin yapay “hassasiyet”lerle kamufle edilip basbayağı gerici-muhafazakâr bir çizgiye doğru zorlanması için egemenler genişçe bir alanı dilediklerince kullanıyorlar artık. Birileri de güya “yeni hassasiyet” misyonları yükleyerek bu tasfiye sürecinin gönüllü oyuncusu olmayı marifet sanıyor maalesef. Şu iki temel hususu burada ve konu bağlamında kısaca ifade etmemiz gerekiyor:
Sosyalist pratiklerin zaafları, başarısızlıkları ya da sınıf mücadelelerinin görece değişkenliği, dip akıntılarla sürmesi, birilerinin siyasal-ideolojik-felsefi ve kültürel dünyasında derin depremler yaratmıştır.
Bu depremlerin, yaşanan demoralizasyonun, görece değişkenliklerin etkisiyle, “yeni değerler yaratma” adına yola koyulanlar, bula bula açıktan geleneksel gerici “ahlak” ve “değer” normlarını bulup sahiplenmeye başlamışlardır. Bu yüzdendir ki, devrimci komünal değerler silsilesi bir değersizleştirme faaliyetinin hedefi haline getirilmiştir.
Kadın özgürlük hareketi de dahil, ilerici, devrimci dinamikler bu yanlışı ancak devrimci birikim ve eleştirel aklın gücüyle bertaraf edebilir. Bir diğer konu ise şudur: Gericilikle her düzeyde halvet olan dünün neo-liberal, bugünün post modern çevrelerinden devrimcilik, aydınlanmacılık falan öğrenilemeyecektir. Son otuz kırk yıl boyunca devrimci, komünal hareketin etik, ideolojik, felsefi ve siyasal değerler manzumesi esasen bu çevrelerin yoğun saldırısına uğramış, deforme edilmiş, ama ne yazık ki bu “taşıyıcı” çevrelere karşı sağlam bir mücadele verilememiştir.
“Tarihin sonuna gelindiği” iddiası da, sınıf mücadelelerinin miadını doldurduğu savı da, gerici cemaatlerin, tarikatların “sivil toplum dinamiği sayılması gerektiği” de hep bu çevreler tarafından solun, devrimci dinamiklerin zihin dünyasına “yepyeni fikirler” diye boca edilmiştir. Devrimci komünal ütopyanın defterini dürmek için en pespaye yollara, yanıltma, yanılsama ve manipülasyonlara baş vurmakta hiç beis görmemiştir bu çevreler. Sınıf mücadelelerinin yerine kimlik mücadelelerini büyük bir maharetle ikame etmeye kalkışan onlardır. “Küreselleşmiş” bir dünyanın “demokrasi kahramanı” ve “taşıyıcısı” olarak emperyalist haydutlara her vesileyle yüzsüzce güzelleme yapanlar da onlardır.
Bu çevrelerin temel ideolojik yapısı rasyonel aklın, sorgulamanın, nedenselliğin, etik değerlerin kapı dışarı edilmesiyle maluldür. Gerçeklik dediğimiz şey, çifte standartlarla, pragmatizmle, değer yitimiyle, bilinç bulanıklıklarıyla basbayağı sakatlanmış, ötelenmiştir. Özgürlük, adalet, ifade hakkı ve genel olarak hümanizm bile tam bir istismar konusu olmuştur onlar bakımından.
Mülkiyet dünyasını yıkmaya yönelmiş devrimciliği, komünal gelecek düşünü ve bunların temel kavramlarını, hatta sıradan bilgi kırıntıları ve aydınlanmayı dahi deforme edip zihinlere işlemeye çalışan bu güruhlar en fazlası “Truva Atı” misyonuyla vazifelidirler. Dolayısıyla devrimcilerin onlarla bir siyasal, ideolojik ortaklığı, onlardan alıp içselleştirebileceği doğru herhangi bir şey yoktur. Aksine, doğru, seviyeli bir yöntemle onlara karşı siyasal, ideolojik, kültürel mücadele görevleri vardır.
Muhalif cepheden gelen ve en fazlası hatalı bulunup eleştirilebilecek bir sözden, sevimsiz addedilip geçilebilecek bir görüntüden, anlamsal çarpıtmalara kapı aralama riski taşıyan bir imgeden hareketle yolunu ve yönünü şaşırmak, eksen kaymaları yaşamak, gericilik tarafından tasarlanıp kışkırtılmış provokasyonların aleti haline gelmek, doğurduğu ve doğuracağı sonuçlar itibariye son derece vahimdir. Her şey bir yana, devrimci eleştirellik terk edilerek bu yollara tenezzül etmek, yolunu ve yönünü şaşırtmak devrimci dinamikleri içten içe çürütür, onları gericiliğin egemenlik alanına doğru kolayca sürükleyip pekâlâ karşıtına dönüştürebilir.
Nihayetinde bunun çarpıcı örneklerine sıkça tanık oluyoruz!
Mülkiyet dünyası tarafından deforme edilmiş zihinler, hiçbir maddi zemine oturtulamayacak konular hakkında oldukça absürt sınav örnekleri veriyor bugün.
Önce, soyut, derinliksiz ve tuhaf bir “hassasiyet” yanılsaması devreye giriyor. Ardından basit, içeriksiz, tüketici çıkarsamaların tetiklemesiyle insanlar, çevreler, kurumlar bütün bir varlıklarıyla operasyona tabi tutuluyor.
Tarihleri boyunca gericilik karşısında duran, onunla ve değerleriyle çatışan çevrelerin beğenilmeyen, yanlış bulunan bir sözünü, imgesini ya da tutumunu devrimci, onarıcı tarzda eleştiriye tabi tutup tartışmak varken, gericiliğin mezurasıyla ölçüler almaya kalkışmak ve anında şeriat ya da engizisyon aklını devreye sokup linç başlatmak neyin nesi oluyor dersiniz?
Sosyal, siyasal pratiği, yapıp ettikleri sadece kamuoyunun değil, devletin ve “karanlık” güçlerinin de gözü önünde olan Muzaffer Oruçoğu’ndan rencide edici ya da hatalı bir sözü nedeniyle “kadın düşmanı” ya da “tacizci” türetmek, nasıl bir yolunu şaşırma ya da siyasal izan körleşmesi halidir sahiden?
Kimin, hangi zihniyetin “metodoloji”sidir bu? Üzerini kazdığınızda altından nasıl bir gerçeklik çıkar bunun?
Beğenelim, beğenmeyelim, istismarcı siyasal islamın tehlikeli icraatlarına ilişkin düşüncesini açıklayan ve endişesini ifade eden Fikri Sağlar’dan anında nasıl “Türbanlı kadın düşman” yaratılabiliyor mesela.
Çektiği yarı çıplak bir fotoğrafını sosyal medyadan paylaştığı için Zülfü Livaneli’den “Hödük günahkâr” “Beden tehşircisi” yaratan akıl eğer muhafazakarlıkla zehirlenip sakatlanmamışsa, hangi kafanın ürünü olabilir?
Dinsel “ahlak” tasarımlarından hareketle insan bedeni “mekruh” ilan ediliyor olmasın sakın!
Dikkat edelim lütfen. Burada doğrudan, Cübbeli Ahmetlerden, Yeni Akit’cilerden ve onların kafadarlarından söz etmiyoruz. Güya aydınlanmış, güya “dünya gericiliğine karşı mücadele” ettiği iddiası taşıyanlardan, hatta kendini “feminist ikon” sananlardan söz ediyoruz.
Nasıl olur da, sıradan kültürel ayrım çizgileri bile bu kadar kolay silikleştirilebilir?
Provokasyonlar, Manipülasyonlar Devrimcilerin, Özgürlükçü Kadın Hareketinin değil, Egemen Kültüre Özenen Kalpazanların İşidir!
Bir şeyin aslı dururken, yapaylarını icat etmek devrimcilerin değil, kalpazanların işidir. Ama bütün bu olup bitenlerin en azından bir “zihinsel deformasyon” ürünü olduğunu belirtmekle yetinelim şimdilik. Bu türden şeylere itibar etmek, en hafif deyimiyle ufuk yoksunluğu, karşıtına öykünme, ondan rol kapma çaresizliğiyle açıklanabilir.
*********
Okurları bilir. Zülfü Livaneli “Huzursuzluk” adlı kitabında çarpıcı bir mesel anlatılır. Roman kahramanı, “Harese nedir, bilir misin?” diye sorar karşısındakine.
Ardından sorusunun yanıtını yine kendisi verir:
“Develerin çölde çok sevdiği bir diken var,” der. “Deve bu dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz…
Ortadoğu’nun adeti budur; tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur…”
Yaralayıcı, kanatıcı dikeni yedikçe tat alan, kanı dikene karıştıkça iştahı daha çok kabaran deveyi bekleyen son malumdur.
Muhafazakar bir ahlakçılığa savrulan muhaliflik, bırakalım komünal düş yolcusu olmayı, bütün ayrımcılıkların kaynağı olan mülkiyet dünyasına başkaldırmayı, kendi varoluş koşullarını dahi yadsımaya yönelir. Sonuç, gericiliğin hanesine “büyük bir başarı” diye yazılır…
Bugün çeşitli kanallar kullanılarak devrimciliğe, kadın özgürlük hareketine, aydınlanma gayretine karşı ağır bir muhafazakarlaşma tuzağı kurulmaktadır.
Görüntüye, biçime takılıp kalmak yanıltıcıdır. Bu dayatmaların, tasfiye çabalarının asıl sahibi, geleneksel “müesses nizam”ın, mülk dünyasının efendileridir.
Umarız ki, mülkiyet uygarlığına ve onun devasa kültürel varoluşuna itirazla hayat bulması gereken “Muhalif”lik bu gerçeği geç olmadan görür

