
Sınıf, kökeni ekonomiye dayanan siyasi bir olgudur ve hem ekonomik hem de siyasi karakter taşır. Ekonomi kadar, siyaset de sınıf olgusunun temel belirleyeni, kopmaz parçası ve niteleyen tamamlayıcı unsurudur. Her ekonomi bir siyasete, her siyaset de bir ekonomiye dayanır. Ekonomi siyasete yansır, siyaset ekonomiyi yönetir. Bu, alt-yapı ile üst-yapının ilişkisini açıkladığı gibi, ekonomik temele oturan siyasi yapıyı ve bu yapı altındaki toplumsal sistemin niteliğini temsil ederek ifade eder.
Toplumsal ekonominin siyaset bağıntısı üzerinden savaşla ilişkili olduğu da aşikardır. Sınıf, ekonomi ve siyasetin temeli olmakla birlikte, savaşın da kaynağıdır. Sınıflılık hali, ekonominin siyasetle, siyasetin savaşla biçimlenmesinin ya da ekonominin siyasete, siyasetin savaşa dönüşmesinin koşullayıcı nedenidir. Aynı zamanda sınıf, karşıtı olan sınıfın da varlık koşuludur. Ki, sınıftan söz etmek fiilen sınıflardan söz etmektir. Sınıfların varlığı ise, objektif olarak sınıflar arası çelişkinin varlığı demektir. Bu çelişki keskin ve uzlaşmazdır. Sınıf savaşlarının temeli buraya dayanır. Ekonomi ve siyaset sınıfların doğumsal tamamlayanı, savaş ise sınıflarda iç-içe geçmiş ekonomi ile siyaset zemininde boy veren çelişkinin ürünü, objektif yansıması veya kaçınılmaz sonucudur.
Klişeyi kullanarak söylersek; ekonominin yoğunlaşmış hali siyaset, siyasetin en son hali ise savaştır. Savaş siyasetin silahlarla yürütülmesi ya da siyasetin kanlı biçimidir. Diplomasi ya da siyasetin barışçıl biçimleriyle çözülemeyen çelişkiler şiddet yöntemiyle çözülürler. Şiddetin örgütlü ve sistematik olarak ve silahlarla uygulanması, savaş olarak argümanlaşır. Savaş, zor ve şiddetin bütün türlerini kapsamakla birlikte, bir sınıfın ve bu sınıfın siyaseti temelinde, sınıflar arasındaki antagonist çelişkilerin çözülmesinin yöntemi olarak anlam kazanır. Bir yöntem veya metot olan şiddet veya savaş, kesinlikle sınıf karakteri taşır; sonuna kadar acımasız ve vahşidir. Şiddet ve savaş sınıflardan türediği gibi, sınıflar tarafından uygulanır. Savaşan tarafların sınıf niteliği savaşlara da nitelik verir. Savaşlar haklı ve haksız olmak zere ikiye temel niteliğe ayrılır. Gerici sınıfların yürüttüğü savaş gerici-haksız savaş iken, devrimci sınıfların yürüttüğü savaş devrimci-haklı savaştır.
Devletler, ülke ve uluslar arasındaki savaşlar da sınıf niteliğinden bağımsız değil, bizzat onun ürünüdürler. Bu savaşlar egemen sınıflar tarafından yürütülür veya onların savaşı olarak cereyan ederler. Sorumluları savaşan askerler, halklar, ulus ve toplumlar değil, bizzat savaşa karar veren ve hegemonik nüfuz uğruna stratejiler geliştirip devreye sokan hâkim sınıflar, tekeller ve sermaye güçleridir. Bu anlamda, bireysel şiddet de sınıflardan ve sistemlerinden bağımsız bir olgu değildir. Sınıf mensubu olan her birey, ait olduğu sınıfın ideolojisini, siyasetini, davranışını, kültürünü, alışkanlıklarını ve yöntemlerini edinir, kullanır. Egemen sınıfların vahşi sistemi bireyleri kuşatarak aşılmaz sorunlarla yüz yüze getirir, depresyon ve çaresizliklere sürükler, “suç’’ ve şiddete yönlendirir. Şiddeti teşvik eden vahşi sistem her unsuruyla suç ve suçlu üretir. Baskının her türü zor ve şiddet barındırarak bir tahakküm ve egemenlik aracı olarak işlev görür. Bireyin başvurduğu baskı da devletin başvurduğu baskı da son tahlilde aynı öze sahiptir; hepsi baskıdır, şiddettir ve kullanan sınıf veya kullanılma ereğine bağlı olarak ikisi de gericidir. Bireyin başvurduğu baskı ve şiddet, devrimci sınıf niteliği taşımadığına göre gericidir. Gerici olmayan baskı ve şiddet devrimci sınıfların gerici-egemen sınıflara uyguladığıdır. Bunun dışındaki her baskı ve şiddet gericidir…
Şiddettin her türü onu kullanan sınıfa göre biçimlenir!
Siyaset alanına ait her kavram, her söylem ve her eylem mutlak suretle sınıfsaldır, bir sınıfa hastır. Sınıflar üstü bir ekonomi, siyaset, siyasi kavram ve siyasi eylem yoktur. Ekonomik-siyasi yaşamın tümü sınıf orijini taşır. Ve her sınıf kendi sınıf çıkarlarına uygun siyaset yapar, eylemde bulunur. Her siyaset, bir ideoloji, bir ekonomi, dil-kültür, üslup ve kavramlar ihtiva ederek tüm argümanlarıyla bir dünya görüşünü yansıtır, bir sınıf damgası taşır. Aynı zamanda onu besler, geliştirir. Baskının her biçimi, savaş da dahil şiddetin her türü, onu kullanan sınıfın çıkarlarına göre biçimlenir, sınıfa hizmet eder, sınıf imtiyazları ve egemenliği temelinde gerçekleştirilir. Sınıf ve sınıfların, son tahlilde tüm insanlığın özgürlüğü ve kurtuluşu uğruna kullanılan şiddet de bir sınıf tarafından uygulanır ama bu şiddet tüm şiddeti ortadan kaldırma amacı taşır ki, onu haklı-devrimci kılan bu özüdür…
Baskı, zor ve şiddet sınıfların karşılıklı mücadele sürecinin tamamında vardır ve değişik biçim ve niteliklerde uygulanmakla birlikte, sadece silahlı savaş sürecine ve bu süreçte kullanılan biçimlere indirgenemez. Savaş doğrudan şiddet hareketi olduğu için doğrudan öldürmeye ve yok etmeye endeksli yürütülür. Bu hedef ve içeriğine bağlı olarak son derece vahşi, yıkıcı ve ölümcüldür. Silahlı savaşta bu durum kaçınılmazdır. Savaşın tüm mantığı ve doğası budur. Ne ki, savaşın haksız-gerici olanı büsbütün kuralsız, ilkesiz, etik dışı ve gerçek manada vahşidir. Kirli savaş etik ve ahlak tanımayıp hedefe varmak için her yolu mubah gören makyavelist ve pragmatist burjuva gerici sınıf tutumudur.
Ölüm mangalarının, işkence, zulüm ve terör çetelerinin kullanılması; suikast, cinayet, katliam, provokasyon ve komploların devreye sokulması; savunmasız, savaş dışı ve sivil unsurların hedef alınması vb vs bu kirli savaşın bazı biçimleridir. Gerici sınıf ve siyasi iktidarları tarafından kullanılan kirli mücadele ve gerici şiddet biçimlerinin tümü son tahlilde baskı kurarak yönetmeye, tahakküm ederek gerici nüfuzu pekiştirip sürdürme uğruna kullanılırlar. Bu baskı öldürmeye varan saldırı ve somut eylemlerle uygulanırken, tehdit ve şantaj gibi biçimlerle de hedef kesimlere korku vererek denetim altında tutma, sindirip susturma gibi hedefler güder…
Baskı ve şiddetin en kaba biçimleri bazen en ince, en sinsi, en kirli ve en tehditkâr yöntem ve tuzaklarla kullanılır ki, bunlar baskı ve şiddetin en pervasız biçimleri olarak karşımıza çıkarlar. Daha da korkunç olanı ise, bu baskı ve şiddetin kamuoyuna açık platformlarda alenen yapılması ya da iktidar desteğiyle elde edilen dokunulmazlık zırhları altında hoyratça gerçekleştirilmesidir. Öyle ki, iktidarın kiralık tetikçisi olmaktan başka hiçbir meziyet ve ehliyeti olmayan kişiler TV ekranlarında adeta mahkeme kurarak aydın ve demokrat insanları sorguya çekip yargılamakta, linç ve infaz edilmelerine yol açmaktadırlar. Yetmedi mi, faşist iktidar çetelerini sokaklara salıp cinayet işletmekte, kamaraların önünde gençleri katlettirmektedir…
Her türlü şiddete karşı olmak mı? …
‘’Her türden şiddete karşıyız’’ sözü, özellikle belli siyasi atmosfer ve tartışma esnasında ilgili konuşmacılardan en sık duyulan sözlerden biridir. Bu sözün rahat kullandığı ve kolay satın alındığı söylenebilir. Garip olan ise şudur; hemen her kes ‘’şiddete karşı’’ olduğunu söylese de şiddet zerre kadar azalmamakta, bilakis artmaktadır. Bu ters orantı, ‘’şiddete karşıyım’’ sözünün, içten, samimi, dürüst ve doğru kullanılmadığı biçiminde yorumlanabilir. Ya da bu sözün bir baskılanma altında kalınarak sarf edildiği ama gerçekte ise şiddete karşı olunmadığı biçiminde izah edilebilir…
TV programları, demeç ve röportajlarında, ‘’şiddete karşı mısın, yoksa şiddeti savunuyor musun’’ sorusuna muhatap olan her siyasetçi, aydın, sanatçı, yazar ve akademisyen istisnasız olarak tek bir cevap verir; ‘’şiddete karşıyım!” Hatta, ‘’kimden gelirse gelsin her türden şiddete karşıyım’’ der… Bunu söyleyenlerin bir kesimi, kendilerince manevra yaparak devletin uyguladığı şiddete de karşı olduklarını zımnen söylerken, diğer bir kesimi ise devletin zaten şiddet kullanmadığı savıyla veya devletin kullandığı şiddet değildir, teröre karşı meşru hakkıdır bilinciyle söylemektedir…
Satır araları farklı okunsa da son tahlilde kamuoyuna açık biçimde ‘’şiddete karşı mısın, değil misin’’ sorusu bir algı yaratmakta, bir bilinç ve tavır ortaya koyulmasına ve ölümcül sonuçlara yol açmaktadır. Zira soru bir baskı sorusu olmakla birlikte, muhatabın her halükarda kaybedeceği nitelikte bir sorudur.
Kamuoyu önünde ilgili soruya muhatap bırakılan hiç kimse bu platformda ‘’şiddeti savunuyorum’’ demez, deme cesareti göstermez. O halde, bahis konusu platformlarda sorulan bu sorunun, verilecek yanıtı koşullayan bir soru olduğu açıktır. Kısacası alınmak istenen yanıt alınmış ve söyletilmek istenen söz söyletilmiş olur ya da seçilmiş ‘’kurban’’ söylemeye mecbur bırakılmış olur. Söylemeyen ya da söyletileni söylememe cesareti gösterenin ise akıbeti yaşanan bazı örneklerle bilinendir. Bu ya da benzeri sorular çoğu kez bir tuzak olarak program katılımcılarının önüne çıkarılır. Ya kendisini, kimlik ve iradesini reddetme ya da başına gelecek ırkçı-faşist saldırı, linç, hatta katledilmesini kabul etme tercihiyle yüz yüze bırakılır muhatap!…
Özellikle belli dönemlerde moda haline getirilen, ‘’PKK teröristtir de bak diyemiyorsun…’’ dayatması faşist bir tuzak olarak Kürt siyasetçi ve aydın, demokrat şahsiyetlerin önüne koyuldu. Programlara alınan ilgili muhataplara istenilen sözler söyletilmek istenirken, bununla esasta iki şey yapılmak isteniyordu; birincisi, istenilen yanıtı veren şahsiyet kendi tabanı-seçmeni-kamuoyu önünde kötü duruma düşerek değer kaybetmekle yüz yüze bırakılıp yıpratılmak isteniyordu ve ikincisi, istenileni söylemediği taktirde ise, kamuoyu karşısında terör destekçisi olarak teşhir edilip hedef gösteriliyor ve linç edilmesine ya da katledilmesini zemin hazırlanıyordu. Nitekim, maksatlı programcıların amaçlarına ulaştığı söylenebilir ki, bahis konusu sonuçlar acı tecrübelerle yaşandı da. Bu tarz “programcılık” konusunda saldığı namla tanıdık olan birinin Tahir Elçi’nin hedef haline getirilerek katledilmesindeki rolü biliniyor .
Bu tablodan çıkarılması gereken önemli sentez şudur: Sorulan ilgili soru ve soruyu soran programcı objektif ve sübjektif olarak bir baskı ve şiddet unsurudur, soruya muhatap bırakılan şahsa bu baskı ve şiddet uygulamaktadır. Görülmesi gereken budur. Bu durumda, şiddet ve terör uygulayan bizzat ilgili soruyu soran ve katılımcısını tuzağa çekip hedef göstererek saldırıya uğramasına, linç edilmesine ve katledilmesine yol açan ‘’basın mensubu’’ programcıdır. Ki, bu tiplerin doğrudan iktidar beslemesi ve tetikçisi olduğu aşikardır. Buna göre; gerçekte terör ve şiddet uygulayanlar hâkim sınıf ve iktidar beslemesi tetikçi ‘’basın mensuplarından’’ ve elbette bunları maşa olarak kullanan faşist iktidar ve bilcümle hâkim sınıflardan başkası değildir…
Üstte örgütlenip aşağı doğru inen faşizm, yani siyasi üst-yapıda iktidar olarak kurumsallaşan faşizm, özellikle ırkçı-şoven milliyetçiliği kabartıp ve hatta dini kullanarak taban edinmeye ya da tabana inerek kökleşmeye çalışır, çalışmaktadır. Taban yaratarak alta inip toplumda örgütlenme amacı, fiilen faşist iktidarları militarist örgütlenmelere yöneltir, militarizmi geliştirmelerine yol açar. ‘’Vatan elden gidiyor, din elden gidiyor’’ şeklindeki demagojik safsatalar, tekçi-ırkçı faşist paradigmalar ekseninde propaganda edilerek toplumsal kitlelerin belli bir kesimi etkilenerek faşizmin tabanı haline getirilmektedir. Toplumda yaşanan ırkçı saldırılar bunun bir sonucu olarak yaşanmaktadır. Mevsimlik işçilere, batı illerinde yaşayan Kürt ailelere, Alevilere dönük linç saldırıları toplumda geliştirilen ırkçı-faşist milliyetçiliğin ve yaratılan militarizmin açık kanıtlarıdır. Aydınlara, gazetecilere ve sanatçılara dönük saldırılar aynı ırkçı-faşist saldırıların bir başka örneğidir.
İktidarların veya hakim sınıfların uyguladığı faşizm, faşist terör, baskı ve şiddeti sivil faşist çeteler ve militarist örgütlenmelerle pervasızca derinleştirip topluma yaymasının daha yakıcı örneklerini, Konya’da katledilen Kürt aile, İstanbul’da Hrant Dink, Eskişehir’de Ali İsmail …, Gazi mahallesinde Barış Kerem’ler ve HDP binasında Deniz Poyraz şahsında uygulanan ve Sur, Cizre, Varto, Gazi, Sivas, Gar katliamı ve daha yüzlerce vahşi katliamda çok daha somut olarak görebiliriz. Dinci-faşist şiddet ise, sokaklarda yumruklanan, toplu taşıma araçlarında dövülen genç kadınlar ve tutuklanan sanatçı, gazeteci, siyasetçi kadınlar şahsında görebiliriz. Hapishaneler ise, faşist şiddet, işkence ve katliamların hoyratça uygulandığı alanlar olarak hem unutulmaz hem ezilenlerin dikkat merkezinde olarak, şimdi ölüm ve zülüm haberleriyle günceldirler…
Kaba şiddet ve zor yoluyla istenilen sonuçları alamayan burjuvazi, “dördüncü kuvvet” veya yumuşak baskı dedikleri medya ve elbette medyaya yerleştirdikleri özel yetiştirme elemanları üzerinden uyguladığı baskı ve şiddeti pervasızca, hoyratça ve canice kullanmaktan geri durmamaktadır. Hâkim sınıflar ve bunların tetikçisi demagoglar, demokrat-aydın-siyasetçi gibi hedef kesimler üzerinde baskı kurarak, şiddete karşı olduklarını amasız-fakatsız biçimde net olarak açıklamalarını isteyip dayatmaktadırlar. İnsana, iradesi dışında zor ve dayatma yoluyla yaptırılan veya söyletilen her şey bir baskı, bir şiddet ve katıksız bir zulümdür; AKP/MHP iktidarının en masum karakteri budur. Yıkılması gereken bu zulüm düzeni ve gerici faşist sistemleridir. Bunun devrimci savaş ve şiddetten başka bir yolu yoktur!…









