Yazar/Düzgün Kobani
Giriş
İnsanlık tarihi, yalnızca ekonomik sistemlerin değişiminden ibaret değildir; aynı zamanda kültür ve ahlak biçimlerinin, değer sistemlerinin ve davranış kalıplarının da dönüşüm tarihidir. Her toplumsal düzen, kendi üretim ilişkilerine uygun bir kültür yaratır; bu kültür aracılığıyla egemenliğini yeniden üretir ve meşrulaştırır. Bu nedenle kültür ve ahlak, ideolojinin taşıyıcı araçları olarak sınıfsal karakter taşır. Marx’ın belirttiği gibi, “Egemen düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir”; bu düşünceler yalnızca hukuk ya da eğitim sistemi ile değil, aynı zamanda günlük yaşamın alışkanlıklarında, dilde, duyguda ve davranışta da vücut bulur.
Bugün kapitalizmin emperyalist aşamasında kültür alanı, yalnızca ticarileşmemiş, aynı zamanda bilinç ve kişilik üzerinde tahakküm kuran bir saldırı alanına dönüşmüştür. Kapitalizmin ideolojik aygıtı haline gelen dijital medya, kitleleri düşünsel yüzeyselliğe, duygusal köksüzlüğe ve kimliksizleşmeye mahkûm eden bir kültürel mühendislik işlevi görmektedir. Bu süreçte yalnızca bireysel mahremiyet ve düşünsel özgürlük kaybolmamış; aynı zamanda devrimci karakterin en temel öğeleri olan öz disiplin, kolektif sorumluluk, devrimci ahlak ve toplumsal bilinç aşındırılmaya çalışılmıştır.
Tam da bu nedenle devrimci mücadelede kültür ve ahlak meselesi, tali değil stratejik bir alandır. Lenin’in “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” sözü nasıl yol göstericiyse, Mao’nun “kültür, devrimin ruhudur” vurgusu da mücadelede kültürün kurucu gücünü ifade eder. Devrimcilik yalnızca siyasal bir tutum ya da haklı bir davaya inanmak değildir; aynı zamanda bütün bir yaşamsal davranışta yeni insanı yaratma iddiasıdır. Bu yeni insan, ancak yeniyi arayışına uygun düşen bir ahlak ve kültür ile ortaya çıkabilir.
1. Kültürün Sınıfsal Niteliği ve Devrimci Kültürün Ahlaki Temeli
Kültür, çoğu zaman yalnızca sanatsal üretim, gelenek ya da yaşam tarzı olarak algılansa da, esasen bir toplumun maddi üretim tarzının üst yapısal yansımasıdır. Üretim ilişkileri değiştikçe, bu ilişkilerle birlikte kültürün biçimi, içeriği ve ahlak sistemi de değişir. Dolayısıyla kültür, sınıfsal bir fenomendir. Egemen sınıf, yalnızca üretim araçlarına değil, aynı zamanda anlam üretim araçlarına da sahiptir. Bu nedenle kapitalist kültür, bireyi toplumsal bağlarından kopararak onu rekabet, çıkar ve tüketim ekseninde yeniden biçimlendirir.
Kapitalist kültür, özünde bir benlik parçalanması kültürüdür. Kapitalist sistemin hedefinde insan, toplumsal bir varlık olmaktan çıkıp metalaşmış bir özneye dönüşür. Emeği, duyguları, hatta mahremiyeti dahi pazarlanabilir hale gelir. Bu durumun ahlaki karşılığı, yararcılığın, bireyci çıkarcılığın ve ilkesiz yararın, yani pragmatizmin hâkimiyetidir. Ahlak artık toplumsal sorumluluk değil, kişisel menfaatin sınırlarını belirleyen bir “strateji” haline gelmiştir.
Oysa devrimci kültür, bu düzenin tam karşıt kutbunda konumlanır. Devrimci kültür, sosyal varlığın, maddi hayatın gereksinimlerini üretmenin ateşi olan emek ahlakına, dayanışma bilincine öz disiplini ve adalet duygusuna dayanır. Bu ahlak anlayışı, bireyi toplumsallığın bilincine yükseltir. Devrimci insan, kendisini soyut bir “iyi insan” idealiyle değil, sınıfsal mücadelenin bir öznesi olarak tanımlar. Bu nedenle devrimci ahlak, yalnızca kişisel erdem değil, politik bir eylem biçimidir.
Mao Zedung’un ifadesiyle, “Kültür devrimci değilse, gericidir.” Kültürel alanda tarafsızlık yoktur; ya egemen düzenin ideolojik yeniden üretimine hizmet eder, ya da bu düzene karşı durur. Devrimci kültür, bu karşı duruşun örgütlü biçimidir. Sanatta, edebiyatta, dilde, yaşam tarzında ve örgüt ilişkilerinde, özgürleşmiş bir insan tipini kurma mücadelesidir. Devrimci ahlak, işte bu kültürel dönüşümün özsel dayanağıdır; çünkü devrim, sadece iktidarın değil, insanın da dönüşümünü hedefler.
2. Dijital Çağda Kültürel Yozlaşma: Sosyal Medya, Gözetim ve Değersizleşme
21. yüzyıl, kapitalizmin yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmayarak, algı, bilinç ve kültürel üretim üzerinde de tahakküm kurduğu bir dijital dönüşüm çağını temsil etmektedir. Dijital medya platformları, “iletişim özgürlüğü” ya da “dünya ile bağlantı kurma” gibi görünürde masum kavramlarla meşrulaştırılsa da esasen kapitalist kültür mühendisliğinin en etkili ideolojik aygıtlarından biri haline gelmiştir. Bu platformlar, bireyin düşünme biçimini yönlendiren, arzularını şekillendiren ve toplumsal ilişkiler ağını çözümleyen yeni bir hegemonik yapı olarak işlev görmektedir.
Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” (1967) kavramsallaştırması, günümüz dijital kültüründe en somut biçimiyle karşılık bulmaktadır. İnsan artık “yaşamayı” değil, “görünmeyi” öncelemekte; varoluş, görünürlükle özdeş hale gelmektedir. Bu bağlamda dijital medya, sahte benliklerin üretimini teşvik eden bir mekanizma olarak bireyi sürekli “sunulabilir bir profil” inşasına zorlamaktadır. Bu durum, kişiliğin parçalanmasına, öznel bütünlüğün zedelenmesine ve ahlaki derinliğin kaybına yol açmaktadır. Zira sürekli “beğeni” arayışı içerisinde yaşayan birey, öz değerlerine değil, başkaları tarafından algılanmak istediği kimliğe yönelmektedir.
Bu noktada, ego kavramı kültürel yozlaşmanın bireysel boyutunu anlamak açısından önem kazanmaktadır. Ego, ihtiraslarının tatminine yönelen bireyin, toplumsal dönüşüm süreçlerinde de etkileyici bir rol üstlenmesine neden olur. Ancak bu rol, çoğu zaman dönüştürücü değil, yönlendirici ve çoğu durumda da yıkıcı bir nitelik taşır. Oysa devrimci ya da dönüştürücü bir iddiaya sahip olan bireylerin, öncelikle bu tür içsel zaaf ve psikolojik hastalıklarla yüzleşmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde, ne birey kendi durumunun farkına varabilir ne de toplumsal düzeyde derinleşmiş kültürel deformasyon bilincine ulaşılabilir. Bu bağlamda farkındalık hem bireysel hem de toplumsal dönüşüm süreçlerinde vazgeçilmez bir yöntem olarak öne çıkmaktadır.
Dijital çağın bir diğer belirgin özelliği, mahremiyetin ortadan kalkmasıdır. Birey, kendi özel yaşamını gönüllü biçimde sermayeye teslim eden bir veri nesnesine dönüşmüştür. Edward Snowden’ın (eski CIA ve NSA çalışanı) ifşaları, sosyal medyanın yalnızca bir paylaşım alanı değil, aynı zamanda küresel bir gözetim mekanizması olduğunu açık biçimde göstermektedir. Bu mekanizma, bireyin iletişim biçimlerini, ilişkilerini, politik eğilimlerini ve hatta psikolojik yapısını kayıt altına alarak dijital totaliterliğin ideolojik zeminini oluşturmaktadır.
Kültürel yozlaşmanın en tehlikeli sonuçlarından biri ise, etik ve ideolojik sınırların “özgürlük” söylemi altında silinmesidir. Dijital kültür, özgürlük kisvesiyle ilkesizliği teşvik etmekte; bireyleri yüzeysel bilgi akışı içerisinde derinliksizleşmeye yönlendirmektedir. Herkes her şey hakkında konuşmakta, fakat hiçbir konuda derinleşmemektedir. Bu yüzeysellik kültürü, toplumsal ilişkilerin anlamını yitirmesine, siyasal mücadele alanına ise popülizm, slogancı basitlik ve örgütsel disiplinsizlik biçiminde sirayet etmektedir.
Sonuç olarak, kültürel yozlaşma salt bireysel bir ahlak sorunu değil, aynı zamanda ideolojik bir saldırı biçimidir. Dijital kapitalizm, yalnızca emek gücünü değil; zaman, düşünce, duygu ve geleceği de sömürgeleştirmektedir. Bu durum, insan ruhunun kolonileştirilmesi olarak nitelendirilebilir. Dolayısıyla, devrimci ya da özgürlükçü bir kültürel perspektif açısından, bu dijital hegemonyaya karşı yeni bir kültürel direnç hattının inşası tarihsel bir zorunluluk haline gelmiştir.
Devam edecek…
