Barış ve Savaş Kavramına Liberal Yaklaşım
“Savaş, barış isteyenlerin istediği kadar uzun sürer; çünkü barışı isteyenler silah tüccarlarıdır.” (Bertolt Brecht)
Teorik ya da retorik düzlemde barıştan söz etmeyen hiçbir düşünsel akım yoktur. Ancak bilinen tarih de savaştan geçilmiyor. Avrupa doğumlu dünya kapitalizminin beş yüzyılı aşan egemenlik tarihinin yalnızca son yüzyılına bakmak dahi, barış ve demokrasi eksenli hâkim liberal söylem ile uygulamalar arasındaki derin uçurumu anlamaya yetebilir. Mantıksal tutarlılığın olağan işleyişine göre, 1789 Fransız Devrimi’nden itibaren açığa çıkan iç ve dış savaşların, sömürgecilik altında tutulan halklara reva görülen şiddetin ve kapitalizm menşeili modern köleliğin küresel bilançosunun, liberal/neoliberal söylemdeki barış ve özgürlük güzellemeleriyle oluşturduğu keskin tezatın evrensel tarih bilincinde -özellikle de günümüz açısından- köklü kırılmalar yaratması beklenirdi.
Liberal kuramın temel varsayımlarına göre demokrasi, ekonomik karşılıklı bağımlılık ve uluslararası kurumlar barışı destekleyen, besleyen başlıca etkenlerdir. Kantçı Barış Tezi’nden türeyen ve günümüzde Demokratik Barış Teorisi adıyla anılan liberal uluslararası ilişkiler yaklaşımı, cumhuriyetçi ya da ‘demokratik’ yönetimlere sahip devletlerin, halkın ‘rızası’ ve kurumsal denetim mekanizmalarının da katkısıyla, birbirleriyle savaşma olasılığını ortadan kaldırdığını ileri sürer. Bu tezin dayanaklarına göre, toplumlarda yaşanan uyuşmazlık ve ihtilaflar, normatif (kültürel) değerler temelinde müzakere, uzlaşma ve hukuki yollar aracılığıyla çözüme kavuşturulur. Böylelikle söz konusu “barışçı-kültürel” normların dış politikaya uyarlanmasıyla, ‘demokratik’ devletler birbirlerini “meşru” kabul eder; bu durum ise silahlı çatışmanın yerini barışçıl ilişkilere bırakmasını sağlar.
Ne var ki, liberal kuramsal-ideolojik iddialar savaşların nedenlerini, esasen uluslararası iş birliği ve kurumların yetersizliğine, demokrasinin eksikliğine, ekonomik bağımlılık ve bütünleşmenin zayıflığına veya iletişim kanallarının yetersizliğine indirger. Bu çerçevede savaş(lar), iş birliği eksikliklerinin ve kurumsal düzenin kırılganlığının; otoriter ya da demokratik olmayan rejimlerin varlığının; uluslararası ticaret, yatırım ve ekonomik entegrasyonun yetersizliğinin; diplomasi kanallarının daralmasının ve şeffaf olmayan politik süreçlerin rasyonel iletişimi tıkamasının bir sonucu olarak açıklanır.
Ancak ister klasik ister neoliberal ya da sosyal liberal yönelimli olsun, tüm liberal kuramlar özgürlük ve barış gibi evrensel nitelikli kavramlara abartılı, çoğu zaman dayanaksız ve tekrara dayalı bir vurgu yaparlar. Sonuç itibarıyla karşımızda duran şey; piyasa serbestliği ile özdeşleştirilen bireysel özgürlüğün kutsanmasından, özel mülkiyetin dokunulmazlığına; barışın piyasa serbestliğine indirgenmesinden, ticaretin ve ekonomik etkileşimin devletler arası köprüler kurarak -uluslararası hukuk ve kurumların da desteğiyle- savaşı ortadan kaldıracağı ve giderek evrensel barışı tesis edeceği iddiasına dek uzanan bir retorik söylevler bütünüdür.
Peki, Tarihsel ve Güncel Olguların Dili Bize Ne Söylemektedir?
Sermaye egemenliğinin kendi küresel nizamına kapitalizm demek yerine “demokrasi”, “özgürlükçü demokrasi”, “batı demokrasisi”, “çoğulcu demokrasi”, “açık toplum”, “sivil toplum düzeni”, “hukuk devleti”, “liberal” ya da “temsili/parlamenter demokrasi” gibi nitelemelerle maskelemesi, ne yazık ki ezilenlerin dünyasında da etkili oluyor. Bu tanım bolluğu, tarih ve sınıf bilincinden mahrum örgütsüz yığınların algı ve ruh dünyalarında meşruiyet sağlayıcı ya da nötr çağrışımlar yaratabiliyor, dolayısıyla da emperyalist-kapitalist barbarlığa kamuflaj oluşturabiliyor. “Liberal demokratik dünya” tarafından yüzyılın ilk çeyreğinde işlenen savaş suçları ve yağma pratiklerinin anatomisini anlamak için, 20. yüzyıl boyunca çıkarılan savaşların -ve bu savaşlar süresince gerçekleştirilen ağır insanlık suçları ile zenginlik gaspının- hangi ideolojik ve söylemsel argümanlarla meşrulaştırıldığını hatırlamakta yarar vardır.
Sermaye egemen dünyanın en etkili kitlesel imha araçlarından birinin, devasa boyutlara ulaşmış bir yalan ve propaganda endüstrisi olduğunu belirtmek abartı sayılmaz. Belçikalı gazeteci, film yönetmeni ve deneme yazarı Michel Collon (1946), 2023 Ekim’inde kaleme aldığı bir makalesinde bu bağlamda dikkat çekici saptamalarda bulunuyor:
“Batı medyası, Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra yaşanan çeşitli savaşları nasıl aktardı? Ortak çıkarımlar yapmak mümkün mü? ‘Savaş propagandası’nın değişmez kuralları var mı? Evet.
Savaş propagandasının beş ilkesi
1. Ekonomik çıkarları gizlemek: Hükûmetlerimizin insan hakları, barış veya başka yüce idealler uğruna savaştığı söylenir. Savaşı asla ekonomik ve toplumsal çıkarların çatışması olarak sunmamak gerekir.
2. Şeytanlaştırmak: Kamuoyunun desteğini almak için her savaştan önce büyük ve çarpıcı bir ‘medya yalanı’ hazırlanır. Ardından, karşı taraf özellikle vahşet görüntüleri tekrarlanarak şeytanlaştırılmaya devam edilir.
3. Tarihi unutturmak: Bölgenin tarihini ve coğrafyasını saklamak. Bu sayede büyük güçlerin kışkırttığı veya bizzat çıkardığı yerel çatışmalar anlaşılmaz hale gelir.
4. Kurban ile saldırganı tersyüz etmek: Bir halkı veya grubu saldırıya uğratıyorsanız, kendinizi savunan bir kurban veya kurbana yardıma koşan koruyucu gibi gösterin.
5. Unutkanlık yaratmak: Önceki medya manipülasyonlarını ciddi şekilde hatırlatmamak, böylece halkın daha fazla şüphe duymasını engellemek.” [*]
Michel Collon, beş başlık altında sıraladığı tezlerini; Vietnam’da (1965), Grenada’da (1983), Irak’ta (1991), Ruanda’da (1994), Bosna ve Kosova’da (1995–1999) ve Afganistan’da (2001) yaşanan inkârı mümkün olmayan delillerle temellendirmektedir.
Küçük ya da savunma kapasitesi zayıf ülkelere karşı yürütülen, “demokrasi” ve “insan hakları götürme” söylemiyle örtülmüş; gerçekte ise ekonomik ve jeopolitik yağma operasyonlarından öte bir anlam taşımayan bu saldırılar, 21. yüzyılın ilk çeyreği boyunca da sürdü. Çokuluslu şirketlerin yönetimindeki emperyalist imparatorlukların ekonomik çıkarlarını gizlemek, her zaman medya endüstrisinin ve savaş propagandasının en temel işlevlerinden biri olagelmiştir.
Şu sıralarda İran ve Venezuela’ya boyun eğdirmekle, bin bir yalan ve manevrayla Filistin ve Kürt halklarının başına alçalmaya doymayan biçimde yeni çoraplar örmekle meşgul “liberal demokratik” dünyanın orkestra şefi ABD yönetimi ile küresel suç ortakları, asırlık saldırganlıklarını tarihine yaraşır bir arsızlıkla; “nükleer tehdit”, “uyuşturucuyla mücadele”, “Amerikan güvenliği”, “bölgesel istikrarın korunması” ve -daha da utanmazcası- “barış” gibi resmî argümanlar eşliğinde dünyaya pazarlıyor. Bu manipülatif ideolojik söylem, yalnızca emperyalist şiddeti meşrulaştırmakla kalmıyor; aynı zamanda, küresel ölçekteki ekonomik yağma ve tahakküm ilişkilerini “demokrasi” kisvesi altında yeniden üretiyor. Böylece, savaşın ve müdahalenin sürekliliği, insani değerlerin korunması retoriğine eklemlenmiş bir ideolojik aygıt hâline geliyor.
Nobel Barış Ödülü ya da Kapitalizmin Suçlarının Aklanması
Bir şiddet ve ölüm imparatorluğu da demek olan kapitalizmin, kendi memurlarına dağıttığı Nobel Barış Ödülü’nün kökenindeki hikâye de ilginçtir. Dinamiti ve pek çok patlayıcı teknolojiyi geliştiren Alfred Nobel (1833–1896), servetini büyük ölçüde silah endüstrisinden ve savaş ekonomisinden kazanan İsveçli bir sanayicidir.
1888’de kardeşi Ludwig Nobel öldüğünde, Fransız basını yanlışlıkla Alfred Nobel’in öldüğünü sanıp şu manşeti atar: “Ölüm taciri öldü” (Le marchand de la mort est mort). Bu haber, ardında bırakacağı mirasın “savaş ve ölüm”le anılacağını fark eden Alfred Nobel’i -iddiaya göre- pek derinden sarsar. Bunun üzerine servetinin büyük bir kısmını insanlığa faydalı alanlarda ödül olarak dağıtmayı vasiyet eder (1895). Özellikle “uluslararası kardeşliğe, orduların azaltılmasına ve barış kongrelerinin teşvikine” katkı sunan kişilere Barış Ödülü verilmesini ister.
İlki 1901’de verilen Nobel Barış Ödülü’nün, Vietnam Savaşı’nın mimarlarından Henry Kissinger (1923–2023), Filistin topraklarını işgal eden liderlerden Menachem Begin (1913–1992), Afganistan ve Libya operasyonlarının sorumlularından Barack Obama gibi isimlere verilmesi; emperyalist devletlerin şiddetini ve savaş suçlularını meşrulaştıran, kapitalizmin insanlık karşıtı suçlarını aklayan işleviyle sıklıkla tartışma konusu olmuştur.
İkinci kez Beyaz Saray’a kurulan emlak imparatoru-tüccar Donald Trump, uzun aylar boyunca Nobel Ödülü’ne layık görüleceği yönünde sürdürülen tartışmaların ardından sonuçta yine muradına erdi. Venezuela kapitalist sınıfının tanınmış çelik sanayicisi bir ailesinden gelen María Corina Machado, 2025 Nobel Barış Ödülü’nü aldıktan sonra yaptığı açıklamada, ödülü “acı çeken Venezuela halkına ve davamıza verdiği kararlı destek için” ABD Başkanı Donald Trump’a da ithaf ettiğini açıkça belirtti.
Savaş endüstrisinin kâr hanesinden doğan bir “barış” mirası, ödüller yoluyla yeniden savaşın, yıkımın ve suç üreten liberal kapitalist bir dünya sisteminin mimarlarına -onun vitrin memurlarına- dönüyor.
Bu keskin tezat, bir kez daha savaşların, savaş sanayine yatırılan toplumsal zenginliğin gölgesinde, kapitalizmin kendi vicdanını akladığı bir sahneye dönüştü.
Barışı, halkların eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesini görmezden gelerek; sadece, her biri birer seri katil ve suç fabrikası olan “devletler arası diplomasi” ve “silahların kontrolü” üzerinden tanımlayan sistem ideologlarının ironik tezatlarının kökleri, oldukça eskilere uzanır.
Özel “mülkiyet hakkı”nı doğal hakların merkezine yerleştiren ve liberalizmin “baba figürü” sayılan John Locke (1632–1704), köle ticaretine doğrudan yatırım yapan biriydi.
Afrika’dan köleleştirilmiş insanları Amerika’ya taşıyan en büyük İngiliz ticaret tekellerinden Royal African Company’nin yatırımcılarından biri olan Locke, özgürlükçülük retoriğini elden bırakmadan, modern liberalizmin teorik temelini attı. Üstelik, köle ticaretini hukuki çerçeveye oturtan Carolina Anayasası (1669)’nın hazırlanmasında da etkin rol oynadı.
Barışı, “savaşsızlık” değil; yönetilebilir gerilimlerin, ikiyüzlü diplomatik jestlerin ve “demokrasi ile insan hakları ihracatçısı” devlet ve tekeller arasındaki güç dengelerinin sürekliliği olarak tanımlayanların kahreden tezatları saymakla bitmez…
Bu bölümün son sözünü Noam Chomsky’ye bırakmak en doğrusu olur sanki:
“Savaş makineleri sürekli barıştan söz eder; çünkü barış, onların yeni savaşlara hazırlık yaptığı sürecin adıdır.”
[*] https://investigaction.net/les-cinq-principes-de-la-propagande-de-guerre/
Devam edecek…
