
Her siyasal sürecin anatomisi, antagonist sınıf çelişkilerinin ve bu temel sınıf çelişkileri realitesinde ara ideolojik akım olarak duran anlayışların rengini verdiği tutum ve politikaları resm eder. Ana halka, sınıf çelişkilerinin kulvarında, sosyal-ulusal- ekolojik sorunlar olarak gündeme gelen tüm çatışmaları ve bu çatışmalara dair üretilen politikaları doğru okumak, hangi sınıf ideolojisinden beslendiğini, ortaya konulduğunu, tüm ilişkileriyle doğru tespit etmektir. Tıpkı insan biyolojisini anlamak için, anatomide birbirine uzak gibi görünen organlar arasındaki yaşamsal bağı görmek gibi, siyasal süreçte de, birbirinden “alakasız” gibi görünen politikaların, siyasal aktör tutumlarının sınıfsal eksende birbirleriyle olan bağını analiz etmek, hangi politik tutumla nelerin hedeflendiğini ortaya koymak, sürecin devrimci nitelikle yorumlanıp-kavranmasında ana halkadır. Özellikle, burjuva siyaset sahasında tüm olan bitenleri, diyalektiğin gerçeğe hücum eden yöntemi ile sorgulamak, bura üzerinden devrimci siyaseti oluşturmak, sadece burjuva siyasetin politik yönelimlerine karşı tutumumuza devrimci nitelik vermez, aynı zamanda burjuva yanılsamaların esiri olmuş birçok ara akım ve anlayışlara karşı tutumumuza da devrimci nitelik verir. Durumu böyle tarif ederken, burjuva ve onun her bir coğrafyadaki iktidar niteliğini yeniden keşfedelim kriterinden hareket etmiyoruz. Politik iktidar ya da ulusal-sosyal-ekonomik-demokratik hak arama mücadelesi için yola çıkmış her politik kurum, bazı yanılgıları kendi içinde taşısa da, burjuva dünyaya dair belirli değerlendirmelere sahiptir. Burjuvazinin genel sınıf niteliği konusunda temel devrimci referanslara sahip olmak meselenin bir yanı iken, burjuvazinin iç ve dış gelişmeleri ana halka alarak ürettiği politikalarla neleri hedeflediğini doğru tahlil edip devrimci tutum ortaya koymak, meselenin bütünlüklü olan yanıdır.
Bu genel doğru üzerinden, “TC” iktidarı AKP-MHP blokunun son kısa zamanda ortaya koyduğu politikaları resm etmek, siyasal sürecin muhtevasını ortaya koymakta yararlı olacaktır. Ki tekçi faşist iktidarın siyasal niteliği ve hedefleri, bu politikalarda içerik kazanmaktadır. AKP-MHP tekçi sultası, burjuva muhalefet ve aydınları da kapsamına alan ve esasta ulusal-sosyal devrimci dinamikleri hedefine koyan art arda saldırı dalgalarıyla tüm örgütlü güçleri ve potansiyel dinamikleri sindirmeye çalışıyor. Egemenlik aracı olan devlet kurumlarından, ekonomik- kültürel tüm birikimleri, sermayenin sahip olduğu ayrıcalıklara göre, yeni sürecin ihtiyaçlarını baz alarak, sürekli “yenilemeyi” siyasal hat olarak belirleyen iktidar, tüm politik hamlelerini, buna uygun yapmaktadır. Faşist iktidar, iç ve dış gelişmeleri referans alarak sürecine uygun bazı yapılanmalara giderken, etkin olarak kullandığı “Olağanüstü” koşullara göre belirlediği statü, temel “yasal” dayanağıdır. Öyle ki, her saldırganlığına tekçi zihniyete göre bir gerekçe oluşturmaktadır, burjuva yasalarda dahi karşılığı olmayan “hukuk” normlarıyla, adeta bir sindirme hareketi gerçekleştirmektedir. Sadece son bir iki haftalık gelişmelere bakıldığında, bu durum son derece açık ortaya çıkmaktadır.
İşçi sınıfının ekonomik-demokratik tüm hak arama eylemlerini yasaklar kapsamına alan faşizm, son dönemlerde Gaziantep’te, patronların sefalet ücret dayatmasına karşı greve çıkan işçilerin, hak arama eylemleri ve meşru grev hakkı iktidarın direk müdahalesi engellendi., BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen’i, bu yasaklar çerçevesinde tutuklayarak, esasta toplumsal hak arama dinamiklerine göz dağı vermek istedi. Grev örgütleyen, işçi sınıfının hak arama mücadelesine önderlik eden her kurum ve kişi, “terörist” olarak hedef seçilmekte, tutuklamalar ve polis şiddeti ardı sıra devreye konulmaktadır. Tüm bu saldırılarda elini güçlendirmek isteyen iktidar, tekçi zihniyetine göre egemenlik kurumlarını dizayn etmenin bir ayağı olarak, saldırı kararlarında hızlı hareket etmek için yargı-polis, gücü gibi Devlet Denetleme Kurulu (DDK) ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), kurumlarını da yeni yetkilerle donattı. Ekonomik kaynakları ve siyasal olarak hedef seçtiği güçlere karşı kayyım silahını daha etkili kullanmak için, tek elden (Erdoğan nazarında) yetkilerle donatılan bu kurumlar, toplumu siyasal-ideolojik-kültürel tekleştirme siyasetine bağdaşık olarak, ekonomik kaynakları da, tekelci sermayede merkezileştirmeyi amaçlamaktadır.
Kayyım siyasetini siyasal ve iktisadi saldırılar kapsamında geniş-kapsamlı bir araç olarak kullanan iktidar, esasta Kürt ulusunun demokratik kazanımlarını, zorla gasp etme yolu ile hedef alsa da, burjuva siyaset sayhasının dizayn edilmesinde ve ekonomik kaynakların hakim sermaye tekellerinin denetimine sunulmasında da, kuralsızca kullanmaktadır. “Kent Uzlaşısı” üzerinden “terörle” ilişkilendirilen, yolsuzluk gerekçesiyle soruşturmalara tabi tutulan CHP’li belediyelere kayyım atanması, burjuva muhalefete bir ayar çekmek iken, Kürt illerinde eşitsiz koşullara karşın halkın oyunu alarak yerel yönetimlere gelen Kürt, aydın, devrimci, sosyalist belediyelerin gasp edilmesi, meşru devrimci muhalefetin tasfiyesini hedeflemektedir. Ki kayyım siyasetinin, derneklerden, sendikalara doğru genişletilmesi, tamamıyla meşru toplumsal muhalefeti ve hak arama eylemlerini hedef alan saldırılardır. Kayyım dalgasının en son Van Büyükşehir Belediyesi’ni kapsaması, belediye başkanlarının uyduruk gerekçelerle tutuklanması, toplumsal dinamiklere karşı ilan edilen savaş konseptinin birer ayağıdır.
Erdoğan’ın tasfiye etme planı
İktidarın meşru devrimci muhalefete karşı tutumu, son derece pervasızdır. Türkiye-Kuzey Kürdistan sathında, HDK faaliyetlerine katılmayı “terörle” damgalayıp, Emek Partisi, DEM Parti, DEP, Devrimci Parti, ESP, HDK, SYKP, Yeşil Sol Parti yönetici ve üyeleri ile aydın, sanatçı, gazetecilerinde içinde olduğu 60’a yakın kişiyi gece operasyonlarıyla evlerine baskın düzenleyerek alması, 30’un üstünde kişiyi burjuva yasaların dahi “demokratik hak” olarak tarif ettiği gerekçelerle tutuklaması, bu pervasızlığın geldiği düzeyi ortaya koymaktadır.
Bölgesel gelişmeler ve geliştirilen emperyalist stratejik “dengelerin” ortaya çıkardığı egemenlik ihtiyacına göre, “barış- milli kardeşlik” safsatası ile Kürt Ulusal Hareketi’ni tasfiye etmeyi planlayan Erdoğan güruhu, kayyım ve şiddet sarmalını birleştirdiği “barış-çözüm” planıyla örgütlü Kürt ulusal mücadelesinin direncini kırmaya çalışırken, bu sürecin ortaya çıkardığı bazı avantajları örgütlü güce çevirecek devrimci, sosyalist hareketleri ve toplumsal muhalefet odaklarını dağıtmayı, sürecinin bir ayağı olarak ele almaktadır. Bu siyasetle örgütlü devrimci dinamikleri etkisiz kılmaya çalışmak, uzun vadeli bir stratejidir. Bundan dolayı, toplumda muhalefetinin niteliğine bakılmaksızın, aykırı ses çıkaran tüm kurumlar ve kişiler, iktidar için “sesi kesilmesi” gereken hasımlardır. Sendikalardan, barolara (İstanbul Barosu yöneticilerine açılan soruşturma tek örnek değildir), sivil toplum kuruluşlarından, dernek ve meslek örgütlerine kadar, tüm geniş kesimi sarmalına alan bir saldırı dalgasından söz ediyoruz. Faşizmin bu saldırılarını, bazı ezberlerle sınırlı açıklamak, durumu tam olarak tarif etmez. Rejimin iktisadi ve siyasal olarak kriz halinde olduğu ve yönetme bunalımı yaşadığı, koşulları şiddet-baskı sarmalı ile kendi lehine aşmaya çalıştığı tespitinin bazı önemli karşılıkları olsa da, durum sadece bu kriz üzerinden ortaya konamaz. Çünkü, iktidar yaşadığı siyasal ve iktisadi kriz ortamında, geleceğe yönelik önemli planlamalar yapmakta, bölgesel gelişmelerin karşısına çıkardığı bazı “avantaj” ve krizlerini aşmak için stratejiler belirlemektedir. Ekonomik krizin ezilen ve sömürülen halka fatura edilen ağır sonuçları, her gün yeni soruşturmalar, gözaltı, operasyon, kayyım, tutuklamalarla estirilen terör, iktidarın toplumda artık rıza üretemediği için, baş vurduğu vahşet yöntemidir. Ve faşizm, ömrünü uzatmak için, bu koşullarda kuraldışı olağan üstü normlara baş vurmaktadır. Ama faşizmin kuralsızlığı, sadece yönetememe krizi değildir. Daha da ötesi, emperyalist hegemonya krizinin bölgede kurduğu yeni denklemler, birçok statükoyu değiştirme trendinde ilerlemektedir. Suriye, Ortadoğu, Ukrayna, Doğu Akdeniz, Arap Yarımadası, ABD ve Rusya’nın başını çektiği emperyalist stratejilerde, “TC” sadece bir jandarma olarak değil, yayılmacı, oyun kurucu bir rol almak istemektedir. Neo-liberal iktisadi politikaların derin nüfuzu da bu duruma eklendiğinde, “TC” hakim sınıfları, tekçi-otoriter egemenlik çizgisinde derinlik yaratmak istemektedirler. Erdoğan tekçi zihniyetinin mimarı bu sınıfsal niteliktir. Burjuva demokratik yöntemlerle, siyasal istikrar oluşturma mecali olmayan bu sınıfsal karakter, faşist yönetim biçimi ile “istikrar” oluşturmaya çalışmakta ve uluslararası emperyalist oyunlarda, “güçlü devlet” imajıyla rol almaya çalışmaktadır. Yani, “TC” içinde bulunduğu iktisadi-siyasal krizden, bölgesel denklemlerde yer alacak bir “güçlü devlet”, “güçlü lider” statüsü yaratmak istemektedir. Erdoğan’ın yeniden aday olmasını sağlayacak “hukuksal” arayışlar, devletin temel organlarında çekilen balans ayarları ve toplumu susturmayı esas alan norm dışı saldırganlık, tam da bu strateji ile bağlantılıdır.
Ama iktidar için sorun bununla bitmiyor. Burjuva klikler dalaşında, muhalif burjuva kliğin bu süreçten vazife çıkarmaması, “uyumlu” hale getirilmesi ve burjuva siyaset sahasının buna göre dizayn edilmesi ihtiyacı, düne göre bugün daha aktüel bir gündemdir. Özellikle yargı-yürütme ve yasama organlarında, çatlak sese meydan vermek istemeyen Erdoğan tekçiliği, gerek AKP içinde, gerek “kutsal” ortağı MHP içinde bir yapılanmaya gidecektir. Erdoğan, AKP’nin kongre sürecine dair bunun sinyallerini vermişti. Tekçi zihniyetin merkez kuvveti olarak konumlanan AKP içinde, alttan gelen dalga ile bir “yenilenme” yaratamadığı için, Erdoğan dışarıdan “oyuncular” transfer ederek bunu sağlamaya çalışmaktadır. Kendi sınıfsal-politik doğrultusuna çektiği parti dışından aktörleri, rant-kaynak paylaşımı ile satın alan Erdoğan, parti yönetim kademesine bu gibi “özel” isimleri eklemektedir. Kütahya Seramik patronu Erkan Güral, Kalyon holding varislerinden Hilal Koyuncu, Enerji şirketleri Yönetim kurulu başkanı Cihad Terzioğlu, Erdoğan’ın “dış transferine” sadece birkaç örnektir. Trump’un Musk ile ittifakını kendisine emsal alan Erdoğan, sermaye ile burjuva siyaset ilişkisini, direk aktörleri üzerinden kurmakta, sermaye ile siyaset arasındaki ilişkiyi uyumlu hale getirmektedir. Aynı şekilde iktidarın savaş kabinesinin de, buna göre yeni aktörlerle “güçlendirileceği” tartışmaları, iç ve dış siyasal gelişmelere göre planlanan yapılanmanın işaretleridir. Bundan dolayı, tekçi zihniyetin birer sopası haline getirdiği hiçbir devlet kurumunda, çatlak sese meydan vermemekte, en basit aykırı sesi, büyük bir yaygara ile susturmaktadır. Gezi davaları kapsamında tutuklanan Menajer Ayşe Barım’a tahliye kararı veren Mahkeme Hakimi Fatih Kapan hakkında HSK eliyle soruşturma açılması ve Ayşe Barım’ın yeniden tutuklanması örneğinde olduğu gibi.
İktidar kliğinin yapılanması, burjuva “muhalefetin” hareket sahalarının daraltılması ile bütünlüklü bir politikadır. Burjuva “muhalefetin” ana mecrası olan CHP’nin kurultayı hakkında başlatılan soruşturma, CHP’li belediye başkanları ve meclis üyelerinin tutuklanması, suç istinadı üzerinden işleyen bir süreç değil, iktidarın siyasal sürecinin icraatlarıdır. CHP’nin, erken seçim gündemi ve Cumhurbaşkanlığı aday adaylığına İmamoğlu’nu seçmesinin hemen akabinde, “sahte diploma” iddiasıyla soruşturma başlatması, daha önceki soruşturmaları bir sopa olarak kullanması, CHP’nin siyaset yapma alanını daraltmaya yönelik hamledir. Bur da sorunumuz, CHP gibi başka bir faşist kliği temsil eden siyasal yapının siyaset sahasını savunmak değildir. Tekçi diktatörlüğün siyasal sürecini ortaya koyma babında bunu ortaya koyuyoruz. Çünkü Erdoğan güruhu tekçiliği, iktidarda kalmanın bir yolunun, burjuva “muhalefeti” geriletmek olduğunu bilmektedir. Ekonomik kriz sarmalı ve siyasal belirsizlikler, mevcut iktidarın toplumsal desteğini zayıflatarak burjuva “muhalefet” açısından avantaj koşullar yaratmaktadır. Erdoğan’a yeniden aday olma koşulları arayan, burjuva yasal mevzuatlarda bunun kapılarını arayan iktidar, çıkacak rakip konusunda şimdilikten hazırlık yapmakta, siyaset zeminini buna göre oluşturmaktadır. Yargı ayağı, iktidar için mevcut durumda en etkili sopadır. CHP’yi yargı kurumları ile baskı altına alan iktidar, iktidar politikalarını eleştiren büyük sermaye guruplarına da aynı sopayı çekinmeden kullanmaktadır. Ekonomik kaynaklardan daha fazla pay alma hesabıyla, AKP-MHP iktidarının topluma uyguladığı bağnaz uygulamaları muhalefet gerekçesi yapan TÜSİAD Başkanı Ömer Aras hakkında soruşturma başlatması, polis zoru ile göz altına alması, sadece topluma karşı bir “güç” gösterisi değil, aynı zamanda rakip sermaye güçlerine karşı bir “güç” gösterisidir.
Özetle, AKP ve tekçi zihniyetinin ana aktörü diktatör Erdoğan, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında, ucu iktidarın siyasal çizgisi ile açık olan “Terörle Mücadele”, kurgusuyla, 15 Temmuz tarihsel ortağı FETÖ’cü darbe girişiminin evladı olan OHAL’le ve 2018’de tekçi diktatörlüğün burjuva hukuksal dayanağı olan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin”, tek elden çıkan kararnameleri ile ölüm ve katliam- baskı ve şiddet uygulamaktadır. Açık faşizm koşulları olarak ifade ettiğimiz bu süreç, kendi sınıfsal çıkarları açısından her aksayan yanını, faşizmin kanlı yamaları ile onarmaya çalışmakta, her çözümsüzlüğünü, her stratejisini, faşizmin kirli silahıyla aşmaya çalışmaktadır. Bugünde, emperyalist aktörler arasındaki güç ilişkisi ve bunun bölgedeki yansıması, “TC” egemenler sistemine “yeni” bir yol haritası dayatmıştır. İç toplumsal çelişkileri cebir şiddet ile baskı altına almak bu yol haritasının ilk döşeme taşlarıdır. Kürt ulusunun bölgede elde ettiği bazı demokratik haklar, üniter statükoya bir tehlikedir. Emperyalist denklemlerden kopmadan, bu tehlikeyi savuşturmak, ama Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını inkar ve imha siyaseti ile bir çizgiye çekmek, bu yol haritasının bir diğer kavşağıdır.
Faşizmin bu yol haritasında kayyım, geliştirilen saldırıların en etkili (kirli) silahıdır!
İktisadi ve siyasal olarak sermayenin egemenliğini faşist niteliğiyle icra eden AKP-MHP güruhu, vasiyeti altına aldığı devletin tüm kurumları ve militarist güçleri ile kuralsızlığı kural olarak belleyerek kendini “üretmektedir.” Kayyım siyaseti, faşizmin kendisini üretmede kullandığı kirli silahlardan biridir. Özellikle Kürt ulusal mücadelesinin demokratik kazanımlarını tasfiye etmede etkili kullandığı bu silaha, sürecin özgünlüklerine göre roller vererek, tasfiye planını derinleştirmeyi amaçlamaktadır. Emperyalist denklemlerin yarattığı bölgesel gelişmelerle direk bağlantısı olan “çözüm”, “milli kardeşlik mutabakatı” gibi politikalarla dayatılan tasfiyecilik (Öcalan’ın çağrısı buna açılan yelkendir), kayyım ve fiili saldırılarla birleştirilerek sonuç alıcı adımlara dönüştürmek, iktidarın hedefidir. Bundan dolayı, daha önce direk Erdoğan talimatı ya da İç İşleri yoluyla zorla gasp yöntemi yeterli gelmemiş olmalı ki, daha hızlı hareket için başka “yasal” adımlar atıldı. Çıkartılan torba yasa ile Devlet Denetleme Kurumu’na, belediyelere, çeşitli kamu kuruluşlarına, barolara, emek ve meslek örgütlerine, sendika ve derneklere, herhangi “yasal” sürece ve mahkeme kararlarına ihtiyaç duyulmadan kayyım atama yetkisi verildi. Siyasal kuşatma için DDK’yı böyle yetkilendiren Erdoğan, ekonomik gasp içinde Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF), ticari firma veya kurumlara kayyım yetkisi tanıdı.
Faşizmin şu anda rafta tuttuğu “etki ajanlığı yasası” gibi siyasal-hukuksal saldırılar düşünüldüğünde, faşizm, ezilen ve sömürülenlere karşı kanlı bir mecra örgütlemektedir. En bağnaz sermayenin diktatörlüğü olan faşizm, otoriterleşmede, baskı-katliamlarla yol almada sınır tanımamaktadır. Demokrasi ve refah adına ortaya koyduğu her vaad, sermaye rejiminin sınırsız hegemonyası ve çıkarlarıdır. Demokrasi derken, toplumu şiddet cenderesine alması, refah derken sömürüyü derinleştirmesinde bir paradoks aramak, ancak ki, sınıf uzlaşmacı anlayışların beyhude beklentilerindeki hayal kırıklığıdır. Kürt ulusal mücadelesine karşı geliştirdiği savaş konseptinde olduğu gibi, bir yandan “çözüm-anlaşma” derken, diğer yandan askeri işgal saldırılarına devam etmesi, kayyım siyaseti ile demokratik kazanımların zorla gasp edilmesi, bir paradoks değil, devlet erkinde çatlak seslerin icraatları değil, iktidarın stratejik planlamasıdır. Çünkü faşist iktidarın “çözüm” anlayışı, askeri-siyasal-örgütsel kapsamda Kürt Ulusal mücadelesini tasfiye planıdır. “Silah bırakma”, “kendini lağvetme” üst söylemi ile dayatılan bir ulusun kendisini imha etme belgesini kabul etmesidir. Bundan dolayı, Kürt Ulusal Mücadelesi önderliğinin direncini kırmak, askeri, siyasal ve demokratik güç zeminin zayıflatmak ve pazarlık masasında inisiyatifi sağlamak, sadece Kuzey Kürdistan sahasında değil, bölgede de “TC”nin elini güçlendirmektedir. Ki ABD merkezli Rojava üzerinden süren plan da, bire bir olmasa da, aynı minvalde sürdürülmektedir.
İktidar yolu üzerinde duran ulusal-sosyal direnç noktalarını kırarak, iç ve bölgesel düzlemde stratejisine alan açma amacındadır. Şiddet ve “çözüm” bütünselliğiyle ortaya konulan siyasetin mahiyeti budur. Yani özetle, devrimci, sosyalist, ulusal mücadeleyi tasfiye etmek, toplumsal muhalefeti kontrol altına almak. Buradan yaratacağı sonuç, burjuva muhalefeti de istediği kulvara itme fırsatını doğuracaktır.
Öcalan’ın “Tarihi Çağrısı”
İmralı hapishanesinde tutuklu bulunan Öcalan, kamuoyu nazarında açık hale gelen (bu görüşmelerin kapalı kapılar ardında sürdürüldüğü bir tarihsel kesiti de vardır) süreçten bu yana, heyetler üzerinden sürdürülen görüşmeler trafiğinin ardından, “tarihi” beklenti oluşturulan çağrısı, yukarıda özetlediğimiz siyasal gelişmelerin ortamında kamuoyuna açıklandı. Öncelikle bu çağrıya verilen “tarihi” misyon üzerine kısa bir değerlendirme yapmak, durduğumuz yeri ifade etmek açısından önemlidir. Toplumlar tarihinin ilerleyişinde, eskiyi, yeninin gücüyle yıkmak, gerici olanı, ilericinin devrimci eylemiyle alt etmenin teorik-siyasal-örgütsel çizgisini oluşturmak ve tarihsel anlamda niteliksel dönüşümün kuramlarını oluşturmak, bir tarihsel çıkışı, bir tarihsel müdahaleyi ifade eder. Yani tarihsel önem taşıyan bir olay, bir müdahale, teorik kuram ve siyasal çizgi, devrimci nitelikte bir sıçrama yaratırken, gerici mahiyeti olan iktisadi-siyasal yapılanmada bir kırılma yaratır. Oysa Öcalan’ın çağrısı, Kürt ulusuna milli zulüm uygulayan, inkar ve imha siyasetinin tekçi zihniyeti “TC” egemenler sisteminde bir kırılma yaratmaktan öte, Kürt Ulusunun mücadelesinde keskin bir savruluşu beyan etmiştir. Daha önce 21 Mart 2013 tarihinde aynı anlayışla sahne alan Öcalan, “Ben bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir” açıklamasını, keskin bir geri çekilmeyle “Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi yapın ve karar alın; tüm guruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir” düzeyine çekmektedir. Bölgesel gelişmeler, yıkılan eski statükolar ve Kürt ulusu açısından ortaya çıkan avantajlar ve dezavantajlar denklemi ele alındığında, inkar ve imha siyasetine karşı yarım asra yakın silahlı mücadele içinde, Kürt ulusunun ulusal uyanışında, yoksul Kürt evlatlarının büyük bedelleriyle önemli değerler yaratan PKK’yi feshetme çağrısı, tarihsel değil, uzlaşmacıdır. Kürt ulusunun meşru mücadelesinde bir ileri çıkış değil, temel değerlerinden bir savruluştur.
Öcalan’ın, PKK ve Kürt gerillasına, “devletle ve toplumla bütünleşme” çağrısı dışında yaşanan pazarlık- taleplere ilişkin hiçbir belirleme yapmaması, “TC” hakim sınıflarıyla talepsiz masaya oturduğu anlamına gelmez. Pazarlık taleplerinin açıklamada yer almaması, bir “unutkanlık” meselesi değil, iktidar tarafından oluşturulan baskılanmanın, sınırlamanın ve yönlendirmenin bir sonucu olduğu aşikardır. “Devlet teröristlerle pazarlık yapmaz, terörist istedi diye demokratik açılımlar gerçekleştirmez” “yüksekliğinde” çıtayı tutan “TC” iktidarı, “terör örgütü kendisini feshetti. Artık terör baskılanması ortadan kalkmıştır ve devlet yeni sürece göre kendi iradesiyle demokratik düzenlemeler yapacaktır” beyanı ile masada kabul ettiği bazı şartların sözünü vermektedir. Böyle bir ele alış, başından inisiyatifi “TC” egemenler sistemine bırakmak anlamına gelecektir. İkincisi, “TC”, gelişmelere göre bugün gizli kapılar ardında kabul ettiği bazı “taleplerde” tersine manevra yapma koşulu sağlamaktadır. Bu anlamı ile daha önce gündeme gelen “ateşkes” ya da “çözüm” süreçlerinin aksine, bugün hayata geçirilmeye çalışılan projede, “TC” rejimi süreci kendi inisiyatifinde geliştirmektedir. Ayrıca, Kürt ulusal mücadelesi, bir sonuçtur. İnkar ve imhaya, maruz kaldığı milli zulme karşı meşru direnişi, geliştirdiği ulusal devrimci savaştır. Bu savaş başından sonuna tek strateji ve bu stratejiye bağlı taktikle değil, dönemin ihtiyaçlarına uygun geliştirilen strateji ve yığınlarca taktikle sürdürülür. Yani bir dönem geri çekilme, bir dönem “ateşkes” yapma, savaşın seyrine göre bazı dönemler “görüşmeler” yolu ile yeni fırsatlar yaratma, savaşın doğasında olan durumlardır. Tüm bu genel kaidelerin dışında, çağımız konjonktüründe, ezilen bir ulusal hareket, ezen ulus egemenleriyle bazı anlaşmalara da gidebilir. Komünistlerin bu durumu tutumu ayrı bir konudur. Komünistler bu gibi anlaşmaların gerici yanını teşhir ederek tutum alırlar. Fakat bunda öte, eğer “anlaşma” ezen ulus burjuvazisini, ezilen ulusun ulusal hakları konusunda reformlar yapmaya zorlamaksa, bu reformların niteliği, savaşın nedeni olan ezilen ulusun haklarını tanıma biçimde olmalıdır. Yoksa savaşın ağır sonuçları üzerinden yapılan her pazarlık, bazı reformlarla ulusal haklarında bir statü kazanmanın gerisindeki bir pazarlıktır. Gizli kapıların ardından sızan bazı bilgiler referans alındığında, mevcut pazarlıklar daha çok savaşın sonuçları üzerine sürmektedir. Siyasi tutsakların serbest bırakılması, Öcalan’a “umut hakkı”, Kürt savaş gücünün entegrasyonu gibi temel gündemlere monte edilen, ana dilde eğitim gibi kültürel haklar, pazarlıkların ana mahiyetini oluşturmaktadır. Bu durum, pazarlık masasına bir iradeyle oturmak yerine, “TC” devlet egemenliği tarafından çizilen projeye dahil olma biçiminde süren bir süreç olduğunu ortaya koymaktadır.
Kürt ulusal mücadelesinde keskin bir savruluşu beyan eden Öcalan çağrısı, sosyalizme karşı olan husumetiyle burjuva ideolojik çizgi kulvarındadır!
Kürtlerin ve Türklerin, bin yılı aşan tarihler boyu kardeş oldukları tespiti, tarihsel bir manipülasyondur. Türk resmi tarih anlayışının çarpıtmasıdır. Sorun Türk halkı ve Kürt halkının kardeşliğinden öte, ezen Türk ulusu burjuvazisinin, ezilen Kürt ulusuna uyguladığı milli zulümdür. Uygulanan milli baskıyı maskelemek için ortaya atılan “kardeşlik belgeleri”, ezilen Kürt ulusunun kaderini teslim almak içindir. Tarihte yaşanan Kürt isyanlarını besleyen bu tarihsel haksızlıktır. PKK’yi de var eden bu tarihsel haksızlıktır. Bu tarihsel haksızlığı öteleyen, PKK’yi doğuran koşulları, Kürt realitesinin reddi derekesine indirgeyen, reel sosyalizm ve soğuk savaş ortamını esas koşul haline getiren bir anlayış, PKK’yi yaratan koşulları ret etmekle sınırlı kalmıyor, “TC” egemenler sisteminin Kürt ulusuna uyguladığı milli zulüm ve baskıyı da ret ediyor demektir. Dün kabul edilen bu gerçeği bugün inkar eden, burjuva demokratik senfonilerle, “kardeşlik bildirgeleri” imzalayan her anlayış, ezen ulus egemenleriyle köklü bir uzlaşmaya varmış demektir. Buradan ezilen ulusun demokratik hakları çıkmaz. Mesele kırılan bir tarihsel ilişkiyi düzeltme meselesi değil, tarihsel bir haksızlığı ortadan kaldırmak meseledir. Günümüzde bunun adresi sosyalizmdir. Çağımızın bu temel çözümünü hasım haline getirmek, “reel sosyalizm eleştirisi” adı altında, sosyalizmi mevcut çatışmaların günahkarı olarak ilan etmek, burjuvazinin ezilen dünya halklarına gerçekleştirdiği ideolojik saldırıyla aynılaşmaktır. Bu ideolojik tutumun bir sonucudur ki, sosyalizm tarih olmuştur. Ulusal meselede burjuva “çözümler” olan, ayrı ulus devlet, federasyon, idari özerklik ve kültürel “çözümler” tarih olmuştur. Tarih olmayan tek yol, ezen ulus egemenler sistemi ve onun “demokrasi” anlayışıyla birleşmek-bütünleşmektir. “Demokrasi dışı yol yoktur” tespiti ile salık verilen “demokratik uzlaşma”, Kürt ulusunun tüm ulusal haklarının yok sayılması pahasına, “TC” egemenler sistemi ile uzlaşmadır. Yani kapitalizmdir. Yani ulusların boğazlanmasıdır, işçi sınıfı ve ezilen halkların sömürülmesidir. İşgaldir, savaştır, doğanın talanıdır, insanlığın yıkımıdır. Tüm bu tarihsel haksızlıkların mimarı olan “demokrasi” anlayışıyla uzlaşma, tarihin hangi kesitinde ilerici insanlığın göremediği yeni bir keşiftir ki, bugün cilalanıp Kürt ulusunun “umudu” haline getiriliyor.
Öcalan’ın çağrısının PKK’de ve Rojava’da nasıl bir karşılık bulacağı konusu mevcut durumda somut olmasa da, Öcalan’ın bu çağrıyı ilgili kesimlerle müzakere ederek yaptığı açıktır. “İmralı heyetinin” son Öcalan görüşmesinden önce, Rojava ve Güney’de gerçekleştirdiği görüşmeler, bunu doğrulamaktadır. Önemli fikir paylaşımı ile bu çağrının yapılmış olması, PKK’nin resmi görüşü olduğu anlamına gelmez. Bu anlamıyla, sürecin neye evrileceği konusunda, PKK’nin tutumu belirleyici olacaktır.
İdeolojik ve siyasal savruluşlara karşı her zamankinden fazla duyargaları açma zamanlarındayız
Ama “TC” iktidarı açısından süreç iştah kabartmaktadır. Çünkü somut olarak Suriye’de yaşanan alt-üst oluş, İsrail’in ABD’nin icazeti ile gerçekleştirdiği bölgesel saldırganlık, ABD’nin stratejik bölge yapılanması, “TC” hakim sınıflarının önüne yeni bir yol haritası koymuştur. Üniter devlet yapılanmasını koruma, bölgede yayılmacı-pastadan pay kapma hevesi ile rol alma, ABD stratejisinin “model ülkesi” olma ve içte tekçi diktatörlüğün aktörü Erdoğan’a yeniden aday olma yolu açma vasıtası ile bölgede “güçlü bir devlet” “otoritesi” ile var olmak isteyen “TC”, girilen bu süreci kendisi için avantaj olarak kullanmak istemektedir. Devlet aklının sözcüsü olarak bu sürecin fitilini yakan Bahçeli’nin, “Ne mutlu bizlere ki sahte ayrımcılıkların, yapay anlaşmazlıkların, cepheleşme ve yanlış anlamaların milli hayatımızdan tamamıyla sökülüp atılacağı kutlu bir dönemin eşiğindeyiz” açıklaması, inkarcılığıyla cumhuriyetin tekçi kuruluş kodlarına dayanmaktadır, “kutlu” beyanı ile bölgede ve içte yaşanan kaotik durumdan “güçlü bir Türkiye ile Misak-ı Milli sınırlarından ileri” hedefini ortaya koymaktadır. Erdoğan’ın “terörsüz Türkiye çabalarında yeni bir safha” diyerek el kaldırdığı meselenin özü, planlanan sürece dair ortaya çıkan avantajlardır.
Kuşkusuz bunlar Erdoğan sultasını planları. Ama süreç bu planların ötesinde devrimin aleyhine olduğu kadar, esas olarak devrimin lehine dinamikler taşımaktadır. Temel mesele, iktidarın bu saldırılarının mahiyetini kapsamlı ele alarak, devrimci sınıf çizgisinde duruş ortaya koyma meselesidir. Tasfiyeciliğin kol gezdiği bu ortama güç veren Öcalan’ın çağrısı ile birlikte gerek ulusal ve gerekse de sınıfsal harekette bu sürecin bazı savrulmalar yaratması muhtemeldir. Ama bu savruluşların iktidarın “zaferi” anlamına gelmeyecektir. Çünkü süreç dinamiktir ve bu dinamizmle sınıf bilinciyle buluşanlar, her türlü savruluşu tersine çevirebilecekleri gibi, faşizmin saldırılarını da boşa çıkaracaklardır. Komünistler açısından somut hareket açıktır. Birinci ayak tasfiyeci rüzgara karşı durma becerisidir. Tasfiyecilikle mücadele sadece teorik bir mesele değil, esasta sahada yaşanan somut sonuçlarıyla, pratik bir mücadeledir. İdeolojik ve siyasal savruluşlara karşı her zamankinden fazla duyargaları açma zamanlarındayız. İkinci ayak, faşizmin tüm saldırılarına cevap, emek havzasındadır, ezilen-sömürülen halk deryasındadır, Kürt-Türk başta olmak üzere çeşitli milliyetlerden oluşan tüm ezilen ve sömürülenlerdir. Faşizmin ortamında en basit bir örgütlenme ve eylemin, halkımız için kanlı gelecek planlayan iktidara karşı bir meydan okuma olduğunu bilerek ve kavrayarak, mücadele alanlarını birleştiren, mücadele arasında köprüler kuran siyasal çizgi ile görev bizleri davet ediyor…
Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.

